Cem SÖKMEN
45 yıllık ömrüne çok önemli eserler sığdıran Erol Güngör, Türkiye’de sosyoloji denince ilk akla gelecek isimlerden biridir. O, hem şahsiyetiyle hem de entellektüel birikimi ve fikri derinliğiyle medeniyet krizi yaşayan 20.yy Türkiyesinde örnek bir münevver olmuştur. Onu yakından tanıyanlar “Erol Güngör gibi 15-20 akademisyen daha yetiştirebilsek Türkiye’nin fikri atmosferi bambaşka olurdu” görüşünde birleşiyorlar. A.B.D.’de bulunduğu iki yıl süresince birlikte çalıştığı Prof. Kenneth Hammond ise, “Erol Güngör’ü dünyanın herhangi bir birinci sınıf üniversitesine tavsiye etmekte hiçbir tereddüt göstermem” diyordu. Hakkında bu sözler sarf edildiğinde Erol Güngör’ün henüz 29 yaşında olduğunu düşünürsek, bu büyük kapasiteli ilim adamının, varlığı ve eserleriyle Türkiye’deki akademik çevrelerin performansını ölçebileceğimiz bir kilometre taşı vazifesini gördüğü ortaya çıkar. Erol Güngör hem eserleriyle kendini kanıtlamış bir profesör olarak hem de Konya Selçuk Üniversitesi rektörlüğü görevini yürütürken tirajı 1000’i bulmayan dergilerde dahi yazmaya devam etmiştir. Hem akademisyen hem idareci olarak içinde yaşadığı toplumun meselelerine müthiş bir canlılık ve üretkenlikle yaklaşmıştır.
Uzmanlaşma Mı, Mütebahir Aydın Mı ?
Onun hayatı, şahsiyeti ve fikirleri incelendiğinde, Türkiye’de bilinen akademisyen tipinin çok ötesinde bir alimle karşılaşırız. Erol Güngör’ü anlayabilmek, ondan bahsedebilmek için onun mütebahiresinin farkında olmak gerekir. O, dilimize, edebiyatımıza, tarihimize, dinimize; yani kültürümüzün ana kaynaklarına hakim bir mütefekkirdi. Erol Güngör, sade, akıcı ve anlaşılır bir üslubu derinliğiyle birleştirebilmiş ender kalemlerdendir. Onun Türkçe’ye olan tasarrufu kendisine has bir üslubu inşa etmiş ve okuyucunun ilgisini toplamıştır. Öyle ki hocası Mümtaz Turhan’ın bile Osmanlıca kelimeleri düşünceyi en iyi aksettirebilecek şekilde kullanabilmek için kendisine danıştığını biliyoruz. Aslında son yıllarda iyiden iyiye gündemimizi meşgul eden ‘bir sahada uzmanlaşma’ meselesinin Erol Güngör örneği iyi anlaşıldıktan sonra sorgulanması gerekir. Erol Güngör’ün de dahil olduğu sosyoloji ve düşünce geleneğinin bir başka önemli temsilcisi olan Yılmaz Özakpınar, onun çok cepheliliğini şu cümlelerle anlatıyor: “Erol Güngör, müstesna bir zihni terkipti. Onda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanatkar ruhu, Yahya Kemal Beyatlı’nın tarih duygusu, Mümtaz Turhan’ın ilim zihniyeti ve Anadolu velilerinin ilhamı vardı.” Erol Güngör bize ilim sahalarının ilişkilerini, özellikle sosyoloji ve tarihin birbirinden ayrılamayacağını; içinde yaşadığı toplumun tarihini, düşünce verimlerini ve kültürünü iyi bilen bir sosyologun neler üretebileceğini yaptığı çalışmalarla gösterdi.
Her kültürün klasikleri vardır ve bu klasikler mutlaka mühim bir insan potansiyeli tarafından bilinir, okunur ve tartışılır. Bizdeki okumuş insan kaynağı ise büyük çoğunlukla mesleki çalışmalarının vakit bırakmadığı mazeretine sığınır. Biz bu yoğun mesleki çalışmaların bilimsel neticelerini merak ederken bakın Erol Güngör bu konuyla ilgili neler söylüyor: “Bir vilayete İstanbul’dan bir vali geldiği zaman ilk 10-15 gün içerisinde oranın halkından, yerlilerden kendi etrafında gayet kuvvetli bir kültür çevresi topluyordu ve bunlarla birlikte orası için gerçekten bir meşale hizmeti görebiliyordu. Şimdi Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yüzlerce mühendisimiz, şu veya bu teknik sahasında yetişmiş gayet iyi insanlarımız vardır ama bu şekilde bir kültür çevresi meydana getirebilecek kimselerimiz yok denecek kadar azdır.”
Bir sahada uzmanlaşma meselesinin bir başka boyutu da aşırı sistematize edilmiş bir bilgi çerçevesinin içine gömülerek, sahip olduğumuz birikime modernite’nin kalıplarıyla yaklaşmaktır. “Bilimsel ve rasyonel olalım” derken iş öyle bir yere gidiyor ki neredeyse bütün kavramlar batıdaki varlıkları ölçüsünde dikkate alınıyor.
Topkapı Sarayının Farkı Ne ?
Erol Güngör’de sosyoloji ve tarihin birlikteliğine net bir örnek olarak Topkapı Sarayının ismiyle müsemma bir saray değil her parçasıyla orada yaşayanların mütevazılığını yansıtan bir yönetim merkezi olduğu tespiti gösterilebilir. Erol Güngör, Topkapı Sarayı için şöyle diyor: “Turistlere bilgi ve istikamet vermek üzere konulan levhalar olmasa Topkapı Sarayında padişahların yaşamış oldukları bile kolay anlaşılmaz. Bu adamlar kendi şahsiyetlerini inandıkları kıymet sistemi uğrunda silmekle uğraşmış gibidirler. Topkapı Sarayı Tanrı’ya ve onun kullarına hizmet etmek için kurulmuş mütevazi bir tekkedir. İslam dünyasının en büyük mabedini yaptırmış olan hükümdarın burada kendisi için yaptırdığı yer, bir dervişin çilehanesinden büyük değildir”. Bu tespit bir mekanın sadece maddesiyle değil işleviyle ve ona emsal zannedilenlerle mukayese edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Uzun yıllar tartışılıp bir çözüme varılamayan bir çok konuya orijinal tespitleriyle açıklık getiren Erol Güngör, pek çok okuyucusunun zihninde “düşünmeyi öğreten adam” olarak yer etmiştir.
Böyle büyük beyinlerin hayatlarını sadece okumak-düşünmek ve yazmakla geçirmesi gerektiği genel bir kanaattir, fakat Erol Güngör gibi biraz evvel sıraladığımız üç faaliyeti hayatının vazgeçilmezleri halinde benimsemiş ve uygulamış bir ilim adamının hayatı, şahit olan herkesin başarısını takdir ettiği bir idarecilik görevindeyken son bulmuştur. O, Selçuk Üniversitesinin rektörü olarak Konya halkının gönlünü kazanmış, halkla üniversiteyi bütünleştirerek şehirde büyük bir canlanmayı meydana getirmiştir. “Camideki Rektör”e duyulan sevgi şehirdeki bütün otobüslerin cenazesi için tahsis edilmesine sebep olmuştur.
Ön Safta Çarpışan Muharip Gibi…
Aslında kendisi de Erzurum Atatürk Üniversitesi için büyük emek sarf etmiş olan Prof. Mehmet Kaplan, Erol Güngör’ün ölümünden sonra, “Şahsen bir fikir adamının idareci olmasını doğru bulmadığımı kendisine yazdım. Fakat o, kendisini bir savaşın içinde ön safta çarpışan bir muharip gibi hissediyordu.” diye yazmıştı. Bütün çalışmalarını “Bu Ülke”nin terkibini yakalayabilmek için yürüten Erol Güngör bulunduğu her yerde kendi orijinalitesini ortaya koyan bir aydındı. Erol Güngör İstanbul Üniversitesinin koridorlarını, Marmara kıraathanesiyle birleştirmiş, yıllarca okumuş, dinlemiş, düşünmüş ve yazmıştır. Teoriyle pratiği birarada götürüp kendi ifadesiyle “Çağdaş bir Türk milli kültürünün kurulması”nda katkıda bulunabilmek için zihninin ve zamanının bütün imkanlarıyla çalışmıştır. Erol Güngör’ün ilim ve düşünce aşkı en yakınlarına dahi “Vaktimiz az, konuşmayı ona göre yapmak lazım.” demesine sebep olan bir hassasiyet seviyesindeydi. Ne yaptığı doktora çalışmasından kimsenin haberi oluyor ne de profesör olduğu gün bunu aynı binada çalıştığı eşine söyleme gereği duymuyor. Onun bu iddiasız, sadece kendi yolunda yürüyen ve dolayısıyla kendi gündemini oluşturabilen, ünvanlara ve mevkilere değil sadece ne üretildiğine önem veren kişiliğinden alacağımız çok büyük dersler var.
Paradigmanın Dışında Bir Adam
Erol Güngör henüz ortaokul çağlarındayken Osmanlıca öğrenmiş,daha üniversite öğrencisi olmadan, yerli-yabancı klasikleri hafızasına yerleştirmiş; bu çabaları dolayısıyla geleceğinin işaretini vermiştir. Onun eski yazıyı öğrendiği yıllar, Türkiye’nin bürokrasisinde ve eğitim müesseselerinde körü körüne batıcılığın hüküm sürdüğü yıllardı. Batılı insanın “Über Mensch”, kalanların “Mensch” olarak nitelendirildiği o yılların ortamında ve kamuoyunda Batı’nın dışında bir insan modeli olabileceğini söylemek adeta zeka yoksunluğuyla bir tutuluyordu. Batı uygarlığını ‘tek seçenek’ telakki eden ‘standart aydın’ımız yerli kültürün imkanlarını kullanmamış ısrarla üzerini örtmüştür. Aslında dünyanın hiçbir yerinde toplumu birarada tutan değerler tartışma veya ideolojik kamplaşma konusu haline getirilmez. Hiç kimse varoluş sebebini bu değerleri yozlaştırmakta veya ortadan kaldırmakta bulmaz. Erol Güngör, bu toplumun birlikte yaşama iradesini ortaya çıkaran “asli değerler”in, “ideal değerler” haline gelmemesi için çabalıyordu.
Erol Güngör ve onun gibi az sayıda aydın işte bu zor zamanlarda sorgulanamaz, yanlışlanamaz zannedilen batılı bilgiyi sahip oldukları alternatif değerler sistemi ve medeniyet birikiminin verdiği özgüvenle sigaya çekmeye başladılar. Aynı zaman diliminde istisnalar haricinde yayıncılık anlamında ne varsa bunların birinci özelliği kaliteli olmak değil yerli olmamaktı. 20. yüzyılın Türkiye’sine baktığımızda, Nurettin Topçu’nun “Hareket”, Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu”, Peyami Safa’nın “Türk Düşüncesi”, Nihal Atsız’ın “Ötüken” gibi dergiler çıkararak, yanlarında az sayıda insanla birlikte yerli düşünceyi yeniden inşa etmek ve kamuoyu oluşturmak mücadelesini verdiğini görüyoruz. Erol Güngör de bu mücadeleyi akademik sahada veren en önemli isimlerden biridir. O, “Kültürde kesiklik, kopukluk olmaz, devamlılık esastır” diyor, eski ve yeni deyince birbirinden farklı iki ayrı yapıyı değil, bir süreklilik içinde değişen kültür formlarını kastediyordu. Biz milletimize ait tarihi kültür birikimiyle, mevcut yüzeyselliği ve kalıpları aşıp sağlam bağlar kuramadığımız için geçmişte üretilerek uygulanan ancak kavramlaştırılmayan çözüm yollarını da bilmiyoruz. Erol Güngör kendisini takip edenler için bu nevi bir “köklü düşünme” ortamını oluşturmaya çalıştı.
“Her Değere Dost, Her Sahteye Düşman”
Hafızasını kaybetmiş bir insan sokağa bırakılsa, ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeden döner, dolaşır. Tarihini, tecrübelerini unutmuş bir toplum da sağlam bir duruşa sahip olamaz, yaşadığı hayata da hakim olamaz. Asıl yapılması gereken asırların biriktirdiği büyük tarih tecrübesiyle ilgili bir bakış açısı geliştirmek ve yaşadığımız kültür şokunun sancılarını ortadan kaldırmaya yarayacak zerre kadar bilginin peşine düşmektir. Bilmediğini ve anlayamadığını yok sayan bir yarı-aydın topluluğu arasında, karşılaştığı her meseleyi anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan Erol Güngör şu satırlarıyla anlayışa, itidale, sağlam bir bakış açısına ne kadar ihtiyacımız olduğunu ifade ediyordu: “Türk münevveri yüz yıl önceki Türkçeyi kullanmayacak ama bin yıl önceki metinleri bile anlayacak, yeni harfleri kullanacak ama üniversite kapısı önündeki kitabeyi görünce alık alık bakmayacak, demokrat olacak ama atalarının siyasi ve idari dehasından faydalanmasını bilecek; bir Osmanlı Türk’ü gibi ayakları yerde başı dik, gönlü geniş, kalbi metin olacak hiç bir zaman basitliğe düşmeyecek.”
İnsanın, yani düşünen bir beynin, hisseden bir ruhun bulunduğu yerde, burası ulaşabileceğimiz en son noktadır, demek kendi kendini tahribi başlatır. Gerçek kültür ortaya bir insan modeli koymaktır. Şahsiyetin yani ferdi sorumluluk bilincinin ortaya konulmadığı yerde, gelişmek ve ilerlemek ancak slogan olabilir. Bununla birlikte kültür canlılığını kaybettiği için dayandığı temeller, gelecek nesillıkl sağlıklı bir biçimde aktarılamaz. Kelimelerin manaları yaşanan kültürün çerçevesinde yüklenir. Yaşanabilirlik ortadan kalktığında kullanılan bir çok kelime kafalardaki mana yükünü kaybetmeye başlar.
Erol Güngör’ün her satırı okuyana ‘kendi kafasıyla düşünen insan’ olmayı tavsiye ediyordu. Erol Güngör, her yerden alınması gerekeni alıp kendi çizdiği yolda yürümesini bilen aydınların yetişmesini hayati bir mesele olarak görüyordu.
“Gençler ideoloji yerine fikir sahibi olmalı” derken okuyucusunu kendi zihninin imkanlarını harekete geçirmeye, kendi kendisini ciddiye almaya çağırıyordu. Erol Güngör hayatını Türkiye’de ciddi bir ilim ve düşünce geleneğinin kurulmasına hasretmişti. O, yaşadığı devre hakim olan günlük tartışmaların ve yüzeyselliklerin etkisinde kalmadan çalışmalarını yürütüyor, en çok dillerde dolaşan kavramların dahi içinin boşaltıldığı bu ortamda geleneği düşünerek ve gelenekten hareketle düşünerek taşları yerine oturtuyordu. Aynı kelimelerden farklı anlamlar çıkarma ve dolayısıyla ortaya çıkan kavram kargaşası bugün de devam ediyor ve Türk fikir hayatı Erol Güngör gibi ‘anlamayı’ ve ‘inşa etmeyi’ karakteri haline getirmiş aydınlara ihtiyaç duyuyor…
————————————————-
Kaynak:
Bu yazı aşağıdaki kaynaktan alınmıştır:
http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:bg_gaJF0EREJ:www.turkyorum.com/erol-gungor-siradisi-bir-akademisyen/+&cd=11&hl=tr&ct=clnk&gl=tr