Erol Güngör ve Cemil Meriç’e İlişkin Son Tartışmalara Dâir 

Efendim, bir adam hakkında hüküm verebilmek için hayatına ve tüm eserlerine vâkıf olmak gerekir. Cemil Meriç İslâmcı değildir; İslâm’a ve bâhusus onun en büyük temsilcisi olarak gördüğü Osmanlı’ya hürmetkârdır. Sağa yanaşmasına ve hatta sağa sığınmasına rağmen hiçbir zaman sağı içine tam sindirmemiştir. “Türbe bekçisi” “aptallar, beyinsizler”, “okumayan câhiller” diye tazyif ve tahkir eder. Muhatap almak istediği ve kendini en yakın hissettiği de geçmişe hürmetkâr Attilâ İlhan, Kemâl Tahir gibi sol aydınlardır.

Muhafazakâr aydınlara göre, geçmişle kopuşta en önemli merhalelerden birini teşkil eden hâdiseler arasında, “I. Türk Tarih Kongresi” ayrıcalıklı yere sahiptir. Ve tabiî o dönemde Türk Tarih Cemiyeti’nin başında Akçura gibi, Meşrutiyet ve erken Cumhuriyet döneminin siyasî ve fikrî hayatında derin izler bırakan bir isim vardır. Osmanlı’nın yok sayıldığı ve âdeta “kubura atıldığı” bir kongrenin riyâsetini üstlenen; “Tarih yazmak ve Tarih Yapmak Usûllerine Dâir”, “Nutuk”, “Aydınlara Düşen Vazife” adlı makaleleriyle jakoben bir tavır benimseyen Akçura merhumu, takdir ederseniz muhafazakâr bir zihniyetin içine sindirmesi kolay değildir. Ama bu ne Akçura’ya ne de muhafazakâr damara halel getirir. Her zihniyetin, herkesi kabullenmesi veya affetmesi beklenemez. Tarihi kendi bağlamında değerlendirmek gerekir. Zihniyetleri de öyle. Bugün savunulan veya yanlış görülüp eleştirilen münevverlere de bir zihniyet, bir ideolojik zaviyeden bakılmıyor mu? Eleştirenlerin kendinde hak gördüğü şeyi, münevverlere yakıştıramaması tuhaf değil midir?

Muhafazakâr zihniyetin affetmediği bir isim de Ağaoğlu’dur. Meşrutiyet döneminde Türkçülüğün en yetkin kalemi ve muhataplarınca sözcüsü kabul edilen Ağaoğlu, Malta sonrası “Üç Medeniyet” adıyla kaleme aldığı eserde Abdullah Cevdet çizgisine çok yakın hatta çoğu zaman onu aşan söylemler benimser. “Avrupa Medeniyeti’ni gülüyle dikeniyle isticnas” Cevdet’in söylemi ise, bunu sistemleştirip bir fikre dönüştüren Ağaoğlu olmuştur. Eh tabiidir ki, Cevdet’e küfür eden, onu küfürle itham eden muhafazakârların Ağaoğlu’na da sıcak bakması beklenemez.

Ali Kemâl, bu ülkede İttihatçı düşmanlığı yüzünden Millî Mücadele’ye karşı çıkan ve en sert eleştiren isimlerden biridir. Ama “günah keçisi” ilân edilmesi, başkalarının milliyetçiliğini ispatlamak için referans kabul edilmesi doğru değildir. Onun öyle yazıları var ki ne Akçura ve ne de Gökalp böyle Türkçü yazılar kaleme alabilmiştir. Üç Tarz-ı Siyaset’in yayımlandığı Mısır’daki Türk gazetesinin sermuharrirlerinden biridir. “Ali Kemal bile” derken durup düşünmek gerekir. Evet, Millî Mücadele içtihadında yanılmıştır. Millî Mücadele başarılı olunca “ben başarılı olunacağına inanmamıştım” diye pişmanlığını dile getirmiştir. Ama kim başarılacağına inanıyordu ki… Anadolu’ya geçen nice aydının “Wilson Prensipleri Cemiyeti” üyeliği, düşündürücü. Anadolu’daki mücadeleyi bir kumar gibi görülmüş; başarısız olunması hâlinde Wilson amca yedekte bekletilmiştir. Ali Kemal’i siyasî içtihadı yerine keşke birbirinden değerli edebî ve millî tarihimizle alakalı makaleleriyle bilsek. Ne yazık ki hakkında ancak yerleşik kalıplarla konuşuyoruz.

Cemil Meriç yakın dönem Türk fikir hayatında derin izler bırakan ve bizleri de etkileyen önemli bir figür. Ama sistematik bir düşünür değildir. Oysa Erol Güngör’ü mühim kılan sistematik düşünmesidir. İstese ve arzulasa bile formasyonu, Meriç’in “Bu Ülke”si tarzında bir eser vücuda getirmesine engeldir. Güngör’ün en başta eleştirdiği husus, erken dönem Türk milliyetçiliğine Durkheim sosyolojisi ile giren katı pozitivizmdir aslında. Türkiye’de bu mektebin en mühim temsilcisi, “yerli peygamber” addedilen Gökalp’tir. 1950 sonrası Türk milliyetçiliğinin pozitivizmle ciddi bir sorunu vardır. Zirâ pozitivizmin bir tık ötesi materyalizm olabilir endişesi hâkimdir. Bunun olmaması için de hiçbir engel yoktur o dönemde. Tek Parti iktidarı, buna gidecek yolları da devlet eliyle döşemiştir üstelik.

Dolayısıyla Güngör’ün Gökalp eleştirilerini okurken bu Durkheimci millî kanadı göz önünde bulundurmak gerekir. Aslında pek dikkat edilmeyen ve atlanan bir husus var ki, 1930 ve 40’ların arada kalmış, yönünü bulamamış silik bir Türkçü kanadının, bugün gençler arasındaki söylemlere tesiridir. Ben o dönemin bu silik tiplerindeki milliyetçiliği “piç bir milliyetçilik” olarak değerlendiririm. Osmanlı’ya ve maneviyata mutlak düşmanlık, milliyetçilik adına Kemalizm’den devşirilmiş yeni bir toplum ve din yaratma projesi. Eğer o isimler nazarıdikkate alınırsa, bugün milliyetçilikteki maneviyatçı ve muhafazakâr kanada yönelik tazyif ve tahkirleri anlamak daha kolay olur. “Kemalist Türk’ün Amentüsü”nü yazacak; Sakarya yahut Anıtkabir’i Ka’be kabul edecek kadar ileri giden bir damardır bu. Tarihe ve dine bu kadar ağır hakaret edenler, ırkçılık yapmakta da beis görmezler. Atsız merhum bütün söylemlerine rağmen tarihi ile barışık ve dine hürmetkârdır. Bu “piç milliyeçilik” mensupları gibi ırkçı da değildir üstelik. Oysa bu kanat, çok daha ileri bir damardır. Bugün bilinmemekle birlikte sanırım yükselen yeni Türkçülüğün izlerini bunlarda aramak gerekir.

Güngör merhum tarihçi değildir. Tarihte Türkler adlı o dönem bir hap vazifesi gören eserini esas alıp ve Sünnici diye nitelendirip oradan merhuma çatmak da yanlıştır. Zira onun tarihçiliğini değerlendirirken müdavimi olduğu Marmara Kıraathânesi’nin pür-Osmanlıcı ve “din ü devletçi” tarihçi ve siyasetçilerini de dikkate almak gerekir. Mükremin Halil, Ziya Nur ve bâhusus “fenâ fi’d-devle ve mille” dediğimiz merhum Taşer. Bunlar olmadan Güngör merhumun tarihçiliğinden yapılan istihraçlar yanlış ve eksik olur.

Türkçülüğü isimler üzerinden bir kantarla ölçmeye çalışırsak yanılırız. Pantürkizmin babası Akçura, Millî Mücadele yıllarında Turancılıktan sapan ve “Demokrat Türkçülük”ten bahseden ilk kişidir. İttihatçılara karşı Millî Demokrat Fırka’yı kuranlardandır. Gökalp’in savrulmaları çok daha fazladır. Osmanlıcı, İslâmcı, Turancı, Enverci ve nihayet Mustafa Kemâlci’dir. Osmanlılık’tan Türk-Arap İmparatorluğu’na, Turancılığa ve nihayet Anadolu Türklüğüne müthiş fikrî tahavvüller yaşamıştır. Ama münevver (aydın değil) olmanın şiârı da o tahavvüller değil midir?

Bir insan hakkında, hele bu bir münevver ise hüküm verebilmek için yaşadığı dönemin siyasî ve sosyal şartlarını, hangi şartlar altında eser verdiğini, muhitini ve ona tesir eden isimleri de dikkate almak gerekir. Hiç biri çevresinden ve döneminden müstakil değerlendirilemez. Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Cemil Meriç, Erol Güngör, Arvasi merhum, Ahmet Kabaklı dönemleri, zihniyetleri, sosyal-siyasî şartların tesiri ile değerlendirilmelidir. Son dört isim, Osmanlı geçmişiyle çok barışık, maneviyatçı tiplerdir. Bu özellikleri de “erken Cumhuriyet döneminin uygulamaları ve sonraki komünizm tehlikesi”yle daha da palazlanmıştır ve benzer düşünceler sergilemeleri tabiîdir.

Fikrî tahavvüllerin ihanet, Türklüğü tahkir, hainlik, düşmanlık olarak değerlendirilmesi evvelâ felsefenin özüne ve sâniyen aydın sosyolojisine terstir. Söylemler, bağlamından ayrı değerlendirilirse herkesi hain ilân etmek mümkündür. Türkçülük diğer ideolojiler gibi bir dünyaya bakıştır ama ilmî kıstas değildir. İlimde duygusallık ağır basar ise, mev’izeye, menkıbeye dönüşür. Epistemik cemaatlerin kendine göre tarih ve tarihçileri vardır ve maalesef her ideoloji, mensuplarına bu tarihten devşirdiği meşruiyetle bir hayat alanı yaratır. Bizim işimiz; araştırır ve eleştirirken o gözlüğü bir kenara koyup bakmak olmalıdır.

Çok uzun oldu sabrınızı zorladım. Ama eleştirirken bu hususların bilinmesi gerektiği kanaatindeyim. 

Yahya Kemal Taştan; Doç.Dr., Ege Üniversitesi, Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Türk Dünyası Araştırmaları Bölümü, Sosyal Ekonomik ve Siyasal İlişkiler Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

Yazar
Yahya Kemal TAŞTAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen