Eş’arîliğin Kuruluş Dönemine Tarihi Bir Bakış

Eş’arîliğin Kuruluş Dönemine Tarihi Bir Bakış[i]

bedir savasi2

Doç.Dr. Hüseyin GÜNEŞ[ii]

 

Giriş

Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail, Yemen’deki Eş’ar Kabilesine mensup olan sahabi Ebû Musa el-Eş’arî’nin soyundandır. Yaygın kanaate göre 260/873 yılında Basra’da doğ­muş ve 324/936 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir.[1]

Küçük yaşta kaybettiği babasının vasiyeti üzerine Eş’arî, sünnî bir âlim olan Yahya b. Zekeriya es-Sacî’den ders aldı. Annesinin, Mu’tezile âlimlerinden Ebû Ali el-Cübbaî (303/915) ile evlenmesinden sonra onun himayesinde yetişti ve kelâm ilmini onun ya­nında tahsil etti. Diğer taraftan Abdullah b. Halef, Ebû Halife el-Cumahî, Sehl b. Nûh ve Muhammed b. Ya’kûb gibi sünnî âlimlerden hadis ve fıkıh dersleri aldı.[2] Basra’da oturduğu yıllarda zaman zaman Bağdat’a giderek Ebû İshak el-Mervezî’nin Mansûr Camiî’ndeki cuma derslerine katıldı ve ondan Şafiî fıkhını aldı.[3]

Hocası Cübbaî’nin etkisiyle kırk yaşına kadar Mu’tezilî görüşleri benimsemesine, hatta bu görüşleri savunan eserler yazmasına rağmen 300/912 yılı civarında, bir cuma günü Basra Camiî’nde minbere çıkarak Mu’tezile’den ayrılıp Ehl-i Sünnet’e katıldı­ğını ve Ahmed b. Hanbel ile diğer hadis âlimlerince temsil edilen Selef itikâdını be­nimsediğini açıkladı.[4]

Eş’aıî’nin, girdiği bu yeni merhalede “el-İbâne” adlı eserini kaleme aldığını görüyo­ruz. Bu eserinde yeni ayrılmış olduğu Mu’tezile’nin görüşlerini hararetle eleştirmekte ve eserin hemen başında Ahmed b. Hanbel’in görüşlerini benimsediğini belirterek onun için övgü dolu ifadelerde bulunmaktadır.[5] Eş’arî, Mu’tezile’nin aşırı akılcılığına karşı çıkışının etkisiyle olacaktır ki önce Ahmed b. Hanbel’e karşı teslimiyetçi bir tavır ta­kınmış; fakat kısa bir süre sonra, itikadi esasları aklın ilkeleriyle destekleyerek nassları ön plana çıkaran üçüncü bir merhaleye ulaşmıştır ki bu, Mâturidî paralelinde “Sünnî Kelâm Metodu”nun başlangıç dönemini oluşturur.[6] Bu üçüncü dönemde Eş’arî, el- Luma’ adlı eserini yazdı. el-İbâne’de Ahmed b. Hanbel’e bağlılığını açıkça ifade eden ve onun metodunu savunan; el, yüz, istiva gibi haberi sıfatları “keyfiyetsiz” olarak Al­lah Teâlâ için kabul eden[7] Eş’arî, el-Luma’da ise Ahmed b. Hanbel’den hiç söz etme­diği gibi onun metodunu da savunmuyor. Aksine nazar ve istidlâlde daralan Hanbelîleri eleştiriyor;[8] el, yüz, istiva gibi haberi sıfatlardan söz etmiyor. Bu konularda tamamen sessiz kalarak bunların yerine Allah (a.c.)’ın cismaniyetten münezzeh olduğu, yaratı­lanlara benzemediği konusu üzerinde geniş bir şekilde duruyor.[9]

Hicrî üçüncü asrın müceddidi olarak kabul edilen Eş’arî,[10] genelde İslâm düşüncesi, özelde de Kelâm ilmi için bir dönüm noktasıdır. Zira onunla Ehl-i Sünnet, hâkimiyeti ele geçirdi, ki halkın çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Kelâm ilimi de onun sayesinde meşruiyet kazanarak diğer dinî ilimler arasındaki yerini aldı.[11]

Eş’arîliğin, zaman ve zemin olarak Abbasî devletinin kalbinde zuhur ettiğini söy­leyebiliriz. Zira mezhebin kurucusu Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, devletin merkezi konu­munda olan Bağdat’ta doğmuş ve hayat sürdüğü 260-324 (873-936) yılları Abbasî hâkimiyetinin ortalarına denk gelmektedir. Beş asır boyunca Müslümanların gerek siyasi gerekse manevi önderliğini temsil eden Abbasiler devri çok farklı şekillerde iş­lenmekle birlikte genel olarak iki dönem haline ele alınmaktadır. Devletin kuruluşun­dan (132/750) onuncu halife Mütevekkil’in (232-247/847-861) iktidara geçmesine kadar geçen süre birinci dönem, devletin yıkıldığı 656/1258 yılına kadar geçen süre de ikinci dönem olarak nitelendirilmektedir. Zira Mütevekkil dönemi devletin yıkıl­masıyla sonuçlanan çözülme sürecinin başlangıcı olarak görülür.[12] Artık merkezi oto­rite ve onun temsilcisi konumunda olan halife gittikçe güç kaybetmiş, devlet sınırları dâhilinde çok sayıda bağımsız veya yarı bağımsız devlet ve hanedanlıklar zuhur et­miştir. Bunun yanı sıra hem siyasi iktidarı hem de toplumu tehdit eden isyanlar ek­sik olmamıştır.

Diğer yandan Eş’arî’nin yaşadığı 260-324 (873-936) yılları arasında altı adet Abbasî halifesi değişmiştir: el-Mu’temid Alellah, el-Mu’tazıd Billah, el-Müktefî Billah, el- Muktedir Billah, el-Kahir Billah ve er-Razî Billah. Bu yıllarda öne çıkan gelişmeleri üç başlık halinde inceleyebiliriz.

1.  Halifelerin Otorite Problemi ve Türk Nüfuzu

Me’mûn (198-218/813-833), iktidarının son yıllarında Türklere yer vermeye baş­lamış ve orduya aldığı Türkleri Mu’tasım’ın maiyetine vermişti. Mu’tasım halife olunca (218-227/833-842), devlet gücünü elinde bulundurmaya çalışan Arap ve İran unsuruna karşı Türkleri öne çıkardı. Muhafız kıtalarını Türklerden seçti ve devletin önemli mevkilerini onlara verdi. Aralarında Afşin, Eşnas, Vasif, İnak gibi meşhur ku­mandanların olduğu Bağdat’taki Türkleri etrafına topladı.[13] Ardından Türklerden oluş­turduğu bu yeni elit sınıfa toprak ve ekonomik imkânlar sağlayabilmek için geniş top­raklara sahip Samarra şehrini kurarak Türk askerleriyle birlikte hilafet merkezini oraya taşıdı.[14] Halife yeni başkentin en güzel yerlerini onlara ayırdı. Abbasî tarihinde “Sa­marra Devri” (836-892) diye bilinen bu dönemde Türkler yalnız askeri alanda değil, siyasi ve idari alanda da devlette etkili oldular; önemli vilayetlerin başına getirildiler.[15] Nitekim Vasık döneminde (227-232/842-847) valilik ve merkezdeki bazı idari ma­kamlara getirilen Türkler, sonraki halife Mütevekkil’i (232-247/847-861) bizzat ken­dileri belirlediler.[16] Mütevekkil kendisini iktidara taşıyan Türklerden çekiniyor, onlara karşı koşulsuz bir güven taşımıyordu. Onun için kendisinden sonra en kudretli şahıs olarak nam salan, halife ordularının başkomutanı ve aynı zamanda bazı bölgelerin valiliği ve haciplik görevini yürüten İnak’ı katletti. Akabinde muhafız birliklerinden Türkleri uzaklaştırmaya ve onların yerine Araplarla diğer unsurları almaya başladı. Ancak bu girişimi onun Türkler tarafından katledilmesine yol açtı.[17] Bu olay, Türklerin Abbasî İmparatorluğunda tamamen iktidarı ellerine geçirdikleri ve karşılarında hiçbir kuvvetin bulunmadığını göstermektedir.[18] Türkler, Muntasır (247-248/861-862) ve Müstain (248-252/862-866) dönemlerinde de siyasi iktidarı ellerinde tuttular. An­cak onların halifelere karşı tutumları halkı isyan noktasına getirdi. Nitekim 249/863 yılında Bağdat ve Samarra’da çıkan isyanda halk ele geçirdikleri Türkleri öldürerek öfkesini dışa vurdu.[19]

İktidar hırsı Türkleri de karşı karşıya getirmişti. Bu çekişme sırasında Samarra’yı terk etmek zorunda kalan Müstain’e karşı Türkler Mu’tez (252-255/866-869)’i yeni halife olarak öne sürdüler. Ancak Mu’tez, rakip Türk komutanların yarattığı kaos or­tamında maaşlarının verilmemesini bahane ederek isyan çıkaran askerler tarafından işkence edilerek öldürüldü.[20] Sonraki halife Mühtedî (255-256/869-870)’nin de Türk nüfuzunu kırmaya çalışması hayatına mal oldu.[21] Mu’temid (256-279/870-892), ha­life olduğunda merkezdeki karışıklıklar sona erdi. Ancak merkezi otoritenin oldukça zayıflamış olması, vilayetlerdeki huzursuzluğun artmasına yol açıyordu.[22]

Mu’temid döneminin ilk yıllarında devlet idaresinde Türk nüfuzunun etkinliği de­vam etti. Ordu içinde Musa b. Boğa başkomutanlık görevini sürdürüyordu. Askeri bir­likler içinde üst rütbeliler arasında ekseriyet hala Türklerin elindeydi.[23] Ancak yine de gerek askerî, gerekse siyasi alanda Türklerin nüfuzunda yavaş yavaş bir zayıflama kendini gösteriyordu. Bu dönemin sonlarına doğru 276/889 yılında hilafet merkezinin Samarra’dan Bağdat’a taşınması ise bu süreci hızlandırdı. Aslında Mütevekkil’in baş­lattığı Türk karşıtı siyaset, yeni Türk birliklerin ordu saflarına dâhil edilmesine mani olunca ordu içindeki kaynakları kurumuştu. Sonraki halifeler devrinde vuku bulan dâhili mücadeleler sırasında verilen kayıplar, isyanların bastırılması ve Bizans seferle­rinde yaşanan kayıplar sürecin Türkler aleyhinde işlemesine yol açıyordu. Diğer yan­dan Türk komutanları ile Abbasî halifeleri arasında sürüp giden mücadeleler, her iki tarafın büyük kayıplara uğramasına sebep oluyordu. Bir taraftan halifeler taht ve can­larını kaybederken, diğer taraftan Türk komutanların önde gelen simaları, saray kavgaları ve kendi aralarındaki rekabet sebebiyle teker teker ortadan kayboluyordu. Eşnas ve Boğa el-Kebir hariç Abbasî tarihinde önemli roller oynamış diğer bütün Türk komutanların bir şekilde katledildiği dikkate alındığında söz konusu mücadelenin sa­dece halifelere değil, Türklere de pahalıya mal olduğu açıkça görülmektedir.[24]

Mu’tazıd (279-289/892-902) da orduda yeni bir yapılanmaya gitti. Her biri özel vazife icra edecek şekilde orduyu üç ana sınıfa ayırdı. Farklı unsurlara yer vermekle birlikte üst sınıflara Arapları yerleştirmeye çalıştı. Ordunun sorumluluk ve başkomu­tanlık görevini veziri Ubeydullah b. Süleyman’a verdi.[25] Farklı bölgelerde bağımsız hareket etmeye çalışan vali ve hanedanları itaat altına almaya çalışarak önceki halife­lere nazaran daha otoriter bir profil çizdi.[26]

Müktefî (289-295/902-908), önceki halifenin oğlu olup onun Çiçek adındaki Türk cariyesinden dünyaya gelmiştir. O da babası gibi merkezi otoriteyi güçlendirmeye ça­lıştı. Bir yandan Karmati isyanlarını bastırmakla uğraşırken diğer yandan bağımsız hareket eden eyalet valilerini etkisiz hale getirmeye çalıştı. Bu kapsamda Muham- med b. Süleyman komutasında hazırladığı ordu vasıtasıyla 292/905 yılında Mısır ve Suriye’de hüküm süren Türk hanedanı Tolunoğullarını ortadan kaldırdı ve buraları doğrudan Abbasî halifeliğine bağladı.[27] Bu dönemde Kasım b. Ubeydullah, Fâtik ve Abbas b. Hasan el-Cerceraî gibi vezir ve üst düzey bürokratların halife üzerinde et­kisi olduğu söylenmektedir.[28]

Halifenin ölümü üzerine onun çocuk yaştaki kardeşi Muktedir (295-320/908-932) vezirler tarafından tahta oturtuldu. Yeni halifenin küçüklüğünden istifade eden vezir Abbas b. Hasan el-Cerceraî ülkeyi tek başına yönetiyordu. Ancak bu durum saraydaki bürokratlar arasında bölünmelere ve yeni halife arayışlarını beraberinde getirdi. Nite­kim Muktedir, kısa bir süre tahtta kaldıktan sonra darbeye maruz kalarak tahttan indi­rildi ve bu sırada veziri Abbas öldürüldü. Yerine Mu’tez’in oğlu Abdullah halife ilan edildi. Ancak kısa bir süre sonra Türk asıllı komutan Munis’in desteğini alan Mukte­dir hassa birliklerinin karşı darbesiyle tekrar halifelik makamına oturtuldu. Yeni vezir Ali b. Furat sınırsız yetkilerle donatıldı.[29]

Hilafet sarayını elinde bulunduran sivil bürokrasinin sürüp giden rekabeti ekono­mik çöküntüleri ve beraberinde birçok isyanı getirdi. Nitekim Karmatilerin eylemlerine hız verdiği kargaşa ortamında ücretlerinin zamanında ödenmemesini bahane ederek başkaldıran askerler, halifeyi bir süreliğine tahttan uzaklaştırdı. Ardından da halifeyle güven sorunu yaşayan komutan Munis başkaldırdı. Muktedir, Munis’e karşı savaşmak üzere çıktığı seferde kendi askerleri tarafından öldürüldü.[30] Yerine kardeşi Kahir (320- 322/932-934) tahta oturdu. Ebû Ali b. Mukle vezirlik makamına getirildi. Munis ve adamları askeri gücü ve haracı kontrolleri altında tutmayı umuyorlardı. Ancak hali­fenin başkalarıyla anlaşma yaptığını duymaları üzerine pozisyonlarının tehdit altında olduğunu düşünüp onu azletmeye karar verdiler. Vezir İbn Mukle de onlarla beraber hareket ediyordu. Fakat halife onlardan önce davranıp tecrübeli komutan Munis’i öl­dürttü, İbn Mukle’yi de görevinden aldı.[31] Bununla birlikte halife aleyhine çalışmaya devam eden İbn Mukle, bir komplo ile Kahir’i tahttan indirmeyi başardı. Önce hapse atılan halife, tahttan feragat etmekte direnince gözlerine mil çekildi.[32]

Yeni halife Razî (322-329/934-940), başta vezirler olmak üzere sivil bürokrasi­nin ülkeyi iyi yönetemediğini düşünüyordu.[33] Onun için çözüm olarak merkezdeki otorite zaafını ortadan kaldırmak ve ülkenin daha iyi yönetilmesini sağlamak adına “Emiru’l-Ümeralık” kurumunu oluşturdu.[34] Başına da Türk asıllı Muhammed b.

Raik el-Hazaıî’yi getirdi. Ona geniş yetkiler verilmişti. Ordunun başkomutanlığı, ha­raç ve berid (posta/istihbarat) teşkilatının idaresi, valilerle vezirler dâhil yüksek dere­celi memurların tayini yetkisine sahipti. Hutbelerde onun ismi halifeninkiyle birlikte okunuyordu.[35] Hatta bu göreve daha sonra getirilen Cebkem et-Türkî’nin adı basılan dinarlara nakşedilmişti.[36] Böylece Türklerin Abbasî halifeleri üzerindeki nüfuzu tek­rar yükselişe geçti. Öyle ki Emiru’l-Umera’lık görevine getirilen Tüzün, halifeyi taht­tan indirip gözüne mil çekecek kadar kudret sahibiydi.[37] Abbasî idaresindeki Türk nü­fuzu, kısa süreli Hamdani ve Büveyhi müdahalesi dışında imparatorluğun yıkılışına kadar hep zirvedeki yerini korudu.[38]

2.  Devlet İçinde Devletlerin Kurulması

Abbasilerin ikinci devrinde bir takım mahalli hanedanlıklar zuhur etti. 206/822 yı­lında Me’mun’un Horasan valisi Tahir, Tahinler hanedanını temelin atmış bulunuyordu.[39] Halifeye bağlı olduğunu iddia etmesine rağmen, gerçekte bağımsız bir durumdaydı. Bu hanedan, daha sonra farklı yerlerde kurulan hanedanlıkların nüvesini teşkil eder. Nitekim Tahiriler’den sonra İran’da Saffariler Devleti (247-290/861-903) kuruldu.[40] Bunları da İslâm tarihinde önemli rolleri olan diğer hükümdarlıklar takip etti. Mı­sır ve Suriye’de Tolunoğullan (868-905) ile İhşidiler (935-929), Musul’da Hamda- niler (905-1004) ve Azerbaycan’da Sâcoğulları (890-929) ülke idaresinden koparak bağımsız birer devlet haline geldiler. Kuzey Afrika’da ise İdrisiler (789-985), Rüs- temiler (777-909), Midrariler (772-976) ve Fatimiler (909-1171) hüküm sürüyordu. Sadece Bağdat’la Irak’ın bir kısmı halifenin elindeydi.[41] Abbasî halifeliği, artık hadi­seleri kontrol eden ve yönlendiren değil, gelişmelere göre güçlü olanın hâkimiyetine boyun eğen bir siyaset takip etmek zorunda kalmıştı.[42]

Bu durum Abbasî devletinin siyasi gücünü zayıflattı ve münferit birçok devlet oluşmasıyla imparatorluğun parçalanma süreci tamamlandı. Esasında bütün bunlar genel itibariyle aynı imparatorluğun parçalarıydılar ve tek olan Abbasî halifesine bağ­lıydılar. Bu çözülme aynı zamanda müstakilleşen devletlere bağımsız bir mali yapı sağlamakla birlikte, hilafetten tamamen kopuk değillerdi. Yerel iktidar sahipleri, hali­fenin egemenlik haklarını kabul ederek camilerde halife adına hutbe okutur, bazı un­vanlarını ondan alır ve her sene hediyeler gönderirlerdi. Ancak yine de halife, bütün bu devletlerin üzerinde gerçek anlamda bir egemenlikten yoksundu. Bununla birlikte Bağdat’taki halifenin üstünlüğü vehmi hiçbir zaman terk edilmedi. Hilafet fikri ve ha­lifeye bağlılık o derece kuvvetli idi ki Endülüs Emevileri, Abbasilerden ayrı olmalarına ve onlardan çok eziyet görmüş olmalarına rağmen 138/755’ten 316/928 yılına kadar yaklaşık 174 yıl boyunca halifeye mahsus “emirulmüminin” unvanını kullanmaktan çekindiler. Ne zamanki Fatimiler kendilerini bu makama layık görerek bu sıfatı kul­lanmaya başladılar, Endülüs’te Abdurrahman aynı şekilde hareket ederek halifeliğini ilan etti. Böylece İslâm coğrafyasında sayısız emirliğin dışında aynı anda hüküm sü­ren üç adet halifenin varlığına şahitlik etmiş oldu.[43]

İslâm coğrafyasında muhtelif hanedanlıkların kurulmasıyla her ne kadar Abbasî otoritesinin etkisi azalmışsa da yeni hükümdarların başkentlerini birer ilim ve kültür merkezi haline getirmek için birbirleriyle yarışmaları ilmi ortamın zenginleşmesini sağladı. Zamanla çoğalan başkentler âlimleri cezbediyordu. Çünkü mali bağımsızlığı olan bu yapılar ilmi faaliyetlere bütçe ayırabiliyorlardı. Onun için Abbasilerin çözülme dönemi olan ikinci devre, siyasi açıdan pek parlak sayılmasa da ilim ve kültür açı­sından eşsiz bir dönem olmuştur.[44] Bununla birlikte Me’mun ile başlayan ulema üze­rindeki Mutezilî baskının sonraki dönemlerde Mütevekkil ile birlikte Selefî/Hanbelî baskıya dönüşmesi Müslümanlar arasında olması gereken hoşgörü, farklı fikir ve dü­şüncelere karşı müsamaha ilkesini zedelemiştir.[45]

3.  İsyan Hareketlerinin Had Safhaya Ulaşması

Eş’arî’nin yaşadığı çağda Abbasileri meşgul eden onlarca isyan hareketi çıktı. Bun­lardan hem uzun süreli olmaları hem de yıkıcı faaliyetleriyle öne çıkanları Zenc ve Karmati isyanlarıdır.

a.  Zenc İsyanı

Bu isyan, İmam Eş’arî’in çocukluk ve gençlik yıllannda, üstelik onun yaşadığı top­raklarda varlık göstermiştir. Mu’demid döneminin (256-279/870-892) en önemli ha­diselerinden biri olan bu olay, Basra taraflarındaki tarla ve madenlerde zor şartlarda çalıştırılan Zenci kölelerinin karıştığı bir isyandır. Basra civarında Hz. Ali ve Hz. Fa- tıma soyundan geldiğini iddia eden Ali b. Muhammed adındaki bir şahıs, bu bölgede kötü şartlar altında yaşayan zencileri zenginlik ve özgürlük vaadiyle ayaklandırmayı başardı (256/870). Zenci köleler, efendilerini hapsederek veya öldürerek, mallarına el koyarak bölgede kontrolü ellerine geçirdiler. Kısa zamanda yenilmez bir güç ha­line gelen zenciler, Basra, Übülle, Abadan ve Ehvaz’a saldırılar düzenlediler ve bu­ralarda büyük katliamlar yaptılar. Aynı şekilde farklı zamanlarda halifenin üzerlerine gönderdiği kuvvetleri mağlup ettiler.[46] Zaman zaman Bağdat’ın 140 km. güneyine ka­dar yaklaştılar. Zencilerin kendi adlarına para bastırmaları, hutbe okutmaları ve bay­rak kullanmaları dikkate alındığında âdeta bağımsız bir devlet haline geldikleri an­laşılır. Nihayet isyan halifenin kardeşi ve dirayetli bir komutan olan Muvaffak’ın üç yıllık mücadelesi sunucundan Tolunoğulları’nın da askerî ve malî desteğiyle bastırı- labildi (269/883).[47] İsyana katılan zencilerin çoğu bu savaşlarda öldürüldü, sağ ka­lanlar tekrar köle haline getirildi. İslâm kaynaklarındaki rivayetlere göre 300.000 ile 500.000 arasında zencinin katıldığı bu isyan İslâm tarihindeki en kanlı ve yıkıcı is­yanlardan biridir.[48] Zira Abbasî merkezî hazinesinin boşalmasına yol açtı, Basra kör­fezi ticaretini aksattı ve Sevad bölgesindeki tarımı olumsuz yönde etkiledi. Zenciler sahneden çekilirken aynı bölgede onların yerini içlerinde çok sayıda Afrika kökenli­nin bulunduğu Karmatiler aldı.[49]

b.  Karmati İsyanı

Abbasî hilafetini iki asra yakın meşgul eden ve İslâm coğrafyasını harabeye çevi­ren Karmati hareketi Mu’tazıd döneminde (279-289/892-902) ortaya çıktı. Karmati­ler, Şiî-İsmailî öğretiyi savunan ve İsmailiyye’nin Kufe Sevad’ında yaşayan baş da- isi Hamdan b. el-Eşas’ın Karmat lakabına nispetle bu adla anılmıştır. Eski kültürleri

İslâm’la buluşturan ve batini yorum geleneğini benimseyen bir akımdır. Zenc isya­nın bu bölgede uzun süren istikrarsızlığa neden oluşu ve imparatorluğun içinde bu­lunduğu sosyal buhran hareketin başarısına katkı sağladı. Propagandasını zengin fa­kir herkesin eşitliği söylemi üzerinden yürütmesi geniş halk kitleleri üzerinde etkili olmasını sağladı. Dini, ekonomik ve sosyal unsurlar içeren bu başkaldırı, kurulu dü­zene bir isyandı.[50]

Halife Mu’tazıd, uzun uğraşlar neticesinde Sevad bölgesindeki Karmati isyanını tamamen sona erdirmeyi başardı.[51] Ancak Bahreyn’e de sıçrayan hareket varlığını de­vam ettirdi.[52] Mu’tazıd’ın ölümü üzerine yerine geçen oğlu Müktefi (289-295/902-908) Karmati isyanlarıyla mücadeleyi sürdürdü. O da Suriye ve Irak bölgelerindeki isyan­ları bastırmaya muvaffak olduysa da Bahreyn’de Karmatiler tüm bölgenin kontrolle­rini ellerinde bulundurmaya devam ettiler.[53]

Müktefi’den sonra iktidara gelen kardeşi Muktedir (295-320/908-932) döneminde ise Karmatilerin Basra ve diğer yerlerde halkı hedef alan saldırıları hilafet merkezini zor durumda bıraktı. Hükümet güçlerini bir bir mağlup eden Karmatilerin faaliyetleri 316/928 yılında daha da tehlikeli bir hal aldı. Öyle ki liderleri Ebû Tahir, Fırat nehri boyunca ilerleyerek Daliye, Rahba gibi şehirlerin bir kısmını savaş sonucunda, bir kıs­mını da eman vermek suretiyle ele geçirdiler. Daha sonra Rasülayn ve Kefertusa şe­hirleri Karmatilere teslim olup yıllık vergi ödemek şartıyla anlaşma yaptılar. İsyancı Karmatiler, Abbasî halifesiyle alay edercesine onun hâkim olduğu bölgeler üzerinde di­ledikleri gibi hareket ediyorlardı.[54] 317/930 yılında Kâbe’yi hedef alarak önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçirdiler. Hacerülesved taşını yerinden sökerek merkezleri Ahsa’ya götürdüler. Senelerce yanlarında sakladıkları taşı 339/950 yılında geri verdiler.[55]

Karmatilerin Bahreyn’de kurdukları egemenlik, uzun yıllar sonra 469/1076’da sona erdirildi.[56] Mültan ve Sind bölgesindeki hâkimiyetine Gurlular’dan Muizzüddin Mu- hammed son verdi. 568/1173’te Gazne’yi alan ve ağabeyi Gıyâseddin Muhammed tarafından verilen sultan unvanıyla burayı idare eden Muizzüddin Muhammed, 571 (1175-76) yılında Mültan ve Yukarı Sind Karmati Krallığı’nın topraklarını ele geçirdi. Karmatilerin Mültan ve Yukarı Sind’den Aşağı Sind’e kaçmaları ve bölgede tehdit un­suru olmaya devam etmeleri üzerine Muizzüddin Muhammed 578’de (1182) Sind’e girdi. Debül Limanı dâhil bütün Aşağı Sind bölgesi Karmatilerden temizlendi.[57]

Sonuç

Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin yaşadığı dönemde genel itibariyle kargaşanın hâkim ol­duğu görülmektedir. Farklı fikir, düşünce ve inançların yaygınlık göstermesi bir yana toplumu bir arada tutan siyasi ve ekonomik istikrar bozulmuştur. Devlet otoritesini tem­sil eden Abbasî halifesine askeri ve sivil bürokrasiden gelen müdahaleler çok başlılığı beraberinde getirmiş, vesayet altındaki halifeler işlevsiz hale gelmiştir. Ayrıca devlet gücünü elinde bulundurmaya çalışan askeri ve sivil elit kesimin birbirleriyle mücade­leleri neticesinde üst üste gerçekleşen darbeler hem halifelerin hem de diğer üst dü­zey devlet ricalinin hayatına mal oluyordu. Diğer yandan Abbasî devleti parçalanma sürecine girmiş, çok sayıda bağımsız veya özerk yapılar devletin farklı bölgelerinde ortaya çıkmıştı. Senelerce devam eden isyan hareketleri de bu kaos ortamını daha da çekilmez bir hale sokmuştu. Doğrusu böyle bir ortamda Eş’arî’nin uzlaşmacı bir tu­tum takınması kaçınılmazdır. Onun için Eş’arî’nin devlet otoritesine karşı halkı itaat ve sükûnete çağırması, isyan hareketlerine katılmaktan halkı menetmeye çalışması ve uç fikirler arasında orta yolu bulma gayretleri, onun söz konusu kriz ortamından çık­mak adına gösterdiği çabanın ürünü olarak değerlendirmek gerekir. Siyasi ve dini ih­tilaflar karşısında Eş’arî’nin öne çıkardığı bu uzlaşmacı tutumun her dönemde toplu­mun huzur ve refahını sürdürmeye önemli katkılar sağladığı muhakkaktır.

Kaynakça

Apak, Adem, Anahatlarıyla İslâm Tarihi IV(Abbasiler Dönemi), Ensâr Neşriyat, İs­tanbul 2011.

Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmet b. Ali el-Hatip (463/1071), Tarih-i Bağdat, Beyrut 1988.

Bozkurt, Nahide, “Abbasiler”, İslâm Tarihi, edit. Eyüp Baş, Grafiker Yay., Ankara 2012, s. 459-524

Demirci, Mustafa, “Zenc”, DİA, İstanbul 2013, XXXXIV, 249-251.

Demirci, Mustafa, Siyah Öfke, Çizgi Kitapevi, Konya 2005.

Eş’arî, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail (324/936), el-İbâne ‘an Usûli’d-Diyâne, thk. Beşir M. Uyûn, Dımaşk 1990.

—— , Kitabu’l-Luma’ fi’r-Red alâ Ehli’z-Zeyğ ve’l-Bida’, thk. Hamûde Ğurâbe, Ka­hire 1975.

—— , Risâle fî İstihsâni’l-Havd fî İlmi’l-Kelâm, Haydarâbâd 1344.

Hasan İbrahim Hasan, Târîhu’l-İslâm, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1996.

Hizmetli, Sabri, “Karmatiler”, DİA, İstanbul 2001, XXIV, 510-514.

İbn Asâkir, Ebu’l-Kâsım Ali b. Hasan (571/1176), Tebyînu Kezibi’l-Müfterî, Beyrut 1991.

İbn Hallikân, Ebu’l-Abbâs Şemsuddîn b. Ahmed (681/1282), Vefeyâtu’l-A’yân ve Enbâu Ebnâi’z-Zemân, thk. İhsân Abbâs, Daru Sâdır, Beyrut 1968.

İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İsmail b. Ömer (774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye, thk. A. A. et-Türkî, Dâru Hicr, İmbabe 1997.

İbn Miskeveyh, Ebû Ali Ahmed b. Muhammed (421/1030), Tecâribu’l-Ümem, thk. S. K. Hasan, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2003.

İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Abdurrahman b. Ali (597/1200), el-Muntazam fî Târîhi’l- Mülûk ve’l-Ümem, thk. Muhammed A. Ata ve Mustafa A. Ata, Dârü’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut 1992.

İbnü’l-Esîr, Ebi’l-Hasan Ali b. Muhammed (630/1232), el-Kâmil fit-Târîh, thk. Ebü’l- Fidâ Abdullah el-Kâdî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1987.

İrfan Abdulhamid, “Eş’an”, DİA, İstanbul 1995, XI, 444-447.

Keskin, Mehmet, İmam Eş’arî ve Eş’arîlik, Düşün yay., İstanbul 2013.

Mes’ûdî, Ali b. Hüseyin (346/957), et-Tenbîh ve’l-İşrâf, thk. A. İsmail es-Sâvî, Ka­hire, 1938.

Mes’ûdî, Ali b. Hüseyin (346/957), Mürûcü’z-Zeheb ve Meâdinü’l-Cevher, thk. Ke­mal Hasan Mer’î, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut 2005.

Nasır-ı Hüsrev (481/1088), Sefernâme, çev. Yahya el-Haşşâb, Kahire 1993.

Söylemez, Mahfuz (Editör), Mihne Süreci ve İslâmi İlimlere Etkisi, Ankara Okulu Yay., Ankara 2012

Subhî, Ahmed Mahmûd, Fî İlmi’l-Kelâm, Daru’n-Nahda el-Arabiyye, Beyrut 1985.

Sübkî, Tacuddîn Ebu Nasr Abdülvehhab b. Ali, Tabâkâtu’ş-Şafi’iyye el-Kubrâ, thk. A.

M. el-Hulv – M. M. et-Tenâhî, Dâru İhyai’l-Kütübi’l-Arabiyye, Kahire 1976.

Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (310/922), Tarîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, thk. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim, Dârü’l-Meârif, 2. bs., Kahire 1969.

Usaymî, Salih b. Mukbil, el-İmam el-Eş’arîHayatuhu ve Etvaruhu’l-Akdiyye, Dârü’l- Fadila, ty.

Dipnotlar

[1] Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmet b. Ali el-Hatip (463/1071), Tarih-i Bağdat, Beyrut 1988, XI, 346; İbn Asâkir, Ebu’l-Kâsım Ali b. Hasen (571/1176), Tebyînu Kezibi’l-Müfterî, Beyrut 1991, s. 34, 36, 71, 102, 127, 324; İbn Hallikân, Ebu’l-Abbâs Şemsuddîn b. Ahmed (681/1282), Vefeyâtu’l-A’yân ve Enbâu Ebnâi’z-Zemân, thk. İhsân Abbâs, Daru Sâdır, Beyrut 1968, III, 284; İrfan Abdulhamid, “Eş‘arî”, DİA, XI, 444.

[2] Bağdadî, Tarih-i Bağdat, XI, 347; İrfan Abdülhamid, agm, s. 444.

[3] Bağdadî, Tarih-i Bağdat, XI, 347; İbn Asâkir, Tebyîn, s. 35; İrfan Abdülhamid, agm, s. 444.

[4] İbn Asâkir, Tebyîn, s. 38-43; Sübkî, Tacuddîn Ebu Nasr Abdülvehhab b. Ali, Tabâkâtu’ş-Şafi’iyye

el-Kubrâ, thk. A. M. el-Hulv – M. M. et-Tenâhî, Dâru İhyai’l-Kütübi’l-Arabiyye, Kahire 1976, III,

347-348; İrfan Abdülhamid, agm, s. 444.

[5] Bkz. Eş‘arî, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail (324/936), el-İbâne ‘an Usûli’d-Diyâne, thk. Beşir M. Uyûn, Dımaşk 1990, s. 43

[6] İrfan Abdülhamid, a.g.m, s. 445

[7] Bkz. Eş‘arî, İbâne, s. 97-112

[8] Bkz. Eş‘arî, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail (324/936), Kitabu’l-Luma’ fi’r-Red alâ Ehli’z-Zeyğ ve’l- Bida’, thk. Hamûde Ğurâbe, Kahire 1975, s. 22-23; Eş‘arî, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail (324/936), Risâle fiİstihsâni’l-Havd fîİlmi’l-Kelâm, Haydarâbâd 1344, s. 1-2.

[9] Ğurâbe, Hamûde, “Takdîm”, Luma’, Eş‘arî, s. 4-5.

[10] İbn Asâkir, Tebyîn, s. 53; Sübkî, Tabâkât, III, 398

[11] Subhî, Ahmed Mahmûd, Fî İlmi’l-Kelâm, Daru’n-Nahda el-Arabiyye, Beyrut 1985, II, 43

[12] Hasan İbrahim Hasan, Târîhu’l-İslâm, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1996, III, 22; Apak, Adem, Anahatla- rıyla İslâm Tarihi IV(Abbasiler Dönemi), Ensâr Neşriyat, İstanbul 2011, 11; Usaymî, Salih b. Muk- bil, el-İmam el-Eş‘arîHayatuhu ve Etvaruhu’l-Akdiyye, Dârü’l-Fadila, ty., s. 62; Keskin, Mehmet, İmam Eş‘arî ve Eş‘arîlik, Düşün yay., İstanbul 2013, s. 49-50.

[13]    Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (310/922), Tarîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, thk. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim, Dârü’l-Meârif, 2. bs., Kahire 1969, VIII, 558; İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Ab­durrahman b. Ali (597/1200), el-Muntazam fî Târîhi’l-Mülûk ve’l-Ümem, thk. Muhammed A. Ata ve Mustafa A. Ata, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1992, XI, 27.

[14]    Taberî, Tarih, IXI, 16-20; İbnü’l-Esîr, Ebi’l-Hasen Ali b. Muhammed (630/1232), el-Kâmil fi’t- Târîh, thk. Ebü’l-Fidâ Abdullah el-Kâdî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1987, V, 21.

[15]   Bozkurt, Nahide, “Abbasiler”, İslâm Tarihi, edit. Eyüp Baş, Grafiker Yay., Ankara 2012, s. 475.

[16]   Taberî, Tarih, IX, 154-155; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VI, 94.

[17]    Mes’ûdî, Ali b. Hüseyin (346/957), et-Tenbîh ve’l-lşrâf, thk. A. İsmail es-Sâvî, Kahire, 1938, 360­361.

[18]   Bozkurt, agm, s. 477.

[19]   Taberî, Tarih, IX, 261-263; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VI, 153-154.

[20] Taberî, Tarih, XI, 389-390; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XII, 79-80.

[21] Taberî, Tarih, XI, 457-469; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XII, 102.

[22]   Bozkurt, agm, s. 477.

[23]   Taberî, Tarih, IX, 474; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VI, 224.

[24]   Apak, Abbasiler Dönemi, s. 326-327.

[25]   Taberî, Tarih, X, 45.

[26]   Taberî, Tarih, X, 37-38; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XII, 340.

[27]   Taberî, Tarih, X, 115-116. Ayrıca bk. Apak, Abbasiler Dönemi, s. 362-363.

[28]   Mes’ûdî, Ali b. Hüseyin (346/957), Mürûcü’z-Zeheb ve Meâdinü’l-Cevher, I-IV, thk. Kemal Ha­san Mer’î, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut 2005, IV, 219.

[29]   Taberî, Tarih, X, 140-141.

[30]   Taberî, Tarih, X, 148-153.

[31]   İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VII, 80-86.

[32]   Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, IV 248; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XIII, 334-335; İbn Kesîr, Ebü’l- Fidâ İsmail b. Ömer (774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye, thk. A. A. et-Türkî, Dâru Hicr, İmbabe 1997, XV 79-80.

[33]   Bozkurt, agm, s. 481.

[34]   Emiru’l-Ümeralık sistemi hakkında bk. Apak, Abbasiler Dönemi, 391-.

[35]   İbn Kesîr, el-Bidâye, XV, 95.

[36]   Bozkurt, agm, s. 482.

[37]   İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XV, 39.

[38]   Krş. Hasan İbrahim Hasan, Târîhu’l-İslâm, III, 12.

[39]   Taberî, Tarih, XII, 582

[40]   İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VI, 114-115.

[41]   İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XIII, 366.

[42]   Krş. Apak, Abbasiler Dönemi, 344.

[43]   Hasan İbrahim Hasan, Târîhu’l-İslâm, III, 257; Keskin, İmam Eş‘arî, s. 55.

[44]   Keskin, İmam Eş‘arî, s. 56.

[45]   Ayrıntılı bilgi için bk. Söylemez, Mahfuz (Editör), Mihne Süreci ve İslâmi İlimlere Etkisi, Ankara Okulu Yay., Ankara 2012.

[46]   Taberî, Tarih, IX, 470-474; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, IV, 256; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VI, 225-226.

Geniş bilgi için bk. Demirci, Mustafa, Siyah Öfke, Çizgi Kitapevi, Konya 2005.

[47] Taberî, Tarih, IX, 477-490, 503-504; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VI, 226-232, 236-242.

[48]   Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, IV 267; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XII, 212.

[49]   Demirci, Mustafa, “Zenc”, DÎA, İstanbul 2013, XXXXIV 250.

[50] Taberî, Tarih, X, 23-27; İbn Miskeveyh, Ebû Ali Ahmed b. Muhammed (421/1030), Tecâribu’l- Ümem, I-VII, thk. S. K. Hasan, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2003, IV, 353-357; Nasır-ı Hüsrev (481/1088), Sefernâme, çev. Yahya el-Haşşâb, Kahire 1993, s. 159-160; Bozkurt, agm, s. 479.

[51]   Taberî, Tarih, X, 82-86.

[52]   İbn Miskeveyh, Tecâribu’l-Ümem, IV 382.

[53]   Taberî, Tarih, X, 99-107.

[54] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VII, 15, 22, 31-35, 38. Ayrıca bk. Apak, Abbasiler Dönemi, s. 374.

[55]   İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VII, 53-54, 234.

[56]   Bozkurt, agm, s. 479-480.

[57]   Hizmetli, Sabri, “Karmatiler”, DA İstanbul 2001, XXIV; 512 (510-514)

————————————————–

[i] Uluslararası İmam Eş‘arî ve Eş‘arîlik Sempozyumu Bildirileri, 1. Cilt, Editörler; Prof. Dr. Cemalettin ERDEMCİ – Yrd. Doç. Dr. Fadıl AYĞAN, Beyan Yayınları, Ekim 2015, İstanbul, ISBN 978-975-473-647-2, Sertifika No: 14723

[ii] Doç. Dr., Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Yazar
Hüseyin GÜNEŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen