Eskimeyen Yazılar; “Halk ve Mili Kültür”

 

Biz yazılarımıza Türk aydını ve Türk aydını olarak kabul edilen insanların topluma yabancılaşmaları, içinde yaşadıkları toplumu hor görmeleridir. Hatta içinden çıktıkları ve pek çoğu annesi, babası, akrabası ve aynı şehirde veya köyde yaşayan insanlar olmasına rağmen onları “geri, sürü, koyun, iki paket makarnaya satıldı” diyerek aşağılama yaklaşımı içinde olmalarıdır. Okuduğum ve fikirlerinden istifade ettiğim geçmişte yaşamış büyüklerimizin yolunda öğrendiklerime dayanarak aydın kesime birtakım eleştiriler getiriyorum.

Konu ile ilgili olması bakımından bu günkü yazımızda Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü tarafından ayda bir kez yayınlanan “Türk Kültürü” dergisinin birinci sayısında “Amacımız ve yolumuz” başlıklı yazıdan bazı bölümleri aktarıyorum.

Bizim bu gibi alıntılar yoluyla yazılar yayınlamaktaki asıl amacımız, bizden önce yaşamış bulunan büyüklerimizin milliyetçilik yolunda verdikleri mücadelenin yanı sıra olay ve durumlara nasıl baktıklarını ve neler düşündüklerini ortaya koymak ve bunlardan ders alarak faydalanmaktır.

Biz inanıyoruz ki, geçmişini bilmeyenler geleceklerini kuramazlar.

Şimdi; Türk Kültürü dergisinin 1. Sayısında çıkan yazıdan bir bölüme geçiyoruz. Bundan 61 yıl önce yazılan ve bir derginin prensiplerini ihtiva eden yazı bugün de güncelliğini korumaktadır. Bugün bile en çok ihtiyacımız olan konuların ele alınmış olması bile kayda değer bir durumdur ve yazının okunması gerektiğinin bir ispatıdır.

“… Ülkülü aydın ve ülküsüz aydın zümreler yanında, bir de az tahsilli veya tahsilsiz, fakat milli kültürün canlı bir müzesi olan halk tabakası gelir ki, bunlar da işlenmemiş bir şekilde muayyen seviyede ülkü sahibidirler. Kültür buhranına karşı mücadelede halkın durumu önemli bir rol oynar. Aydınlar neye malik ve neden mahrum olduklarını ve aynı zamanda halkın neye muhtaç ve ve ne ile mücehhez bulunduğunu bilmelidirler. Aydınların en büyük hatası, halk gerçekliği ve gerçek halk değerleri bakımından nazari bilgi ve tek taraflı tecrübelerine aşırı güven beslemeleri, gurura kapılarak hüküm yürütmeleridir.

Aydınlık (münevverlik) öğretimle kazanılan bir özelliktir. Öğretim ise, kitaplar, dersler, ders tatbikatı, laboratuarlar ve bunlardaki çalışmalarla milletlerarası müşterek fikir, metod ve tekniklerin elde edilmesine yarar. Aydınlar zümresinden büyük bir çoğunluğun kültür adına malik olduğu kıymetler bunlardır, yani milli kültürden ziyade medeniyettir. Tahsilsiz olanlar bu medeni mazhariyetlerden mahrum iseler de buna karşılık, cemiyetin tarihi değerlerini, teamül ve adetlerini benimsemişlerdir. Milli hayatın din, ahlak, hukuk, iktisat, dil ve sanat kaynaklarına daha yakındırlar. Halkın dünya görüşü bu kaynaklarda gizlidir. Kullandığı sözler, yaptığı cümleler, söylediği meseller, naklettiği hikâyeler ve ortaya koyduğu hikmetler ile belirir. Aydınlar onun düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki üslubu ele alarak, şiirini, müziğini dinleyerek, raksını, oyunlarını seyrederek, inanış ve ahlak prensiplerine nüfuz edebilir. Halkın giyinişinde, evinin mimarisinde, mobilyalarının sadeliğindeki güzellikleri tatmak, masallarını, fıkralarını, menkıbelerini, eski törenlerden kalma akidelerini öğrenmek, halk kitaplarını okumak. Coşkun bayramlarını canlandırmak, milli müzeler vücuda getirmek suretiyle halkın vicdanına girebilirler. Kültür müzeleri ve halk ruhuna intibak ederek millileşebilirler. Kültürün temeli halktadır. Kültür davası tek cepheden halka okuyup yazma öğretmek, maarif götürmekle halledilemez.

Halkla kaynaşmak ve halka hizmet etmek iki cepheden yürütülebilir: 1-Halktan kültür terbiyesi almak için halka gitmek, 2- Halka medeniyet götürmek için halka doğru gitmek. Halka doğru gitmek aynı zamanda kültüre doğru gitmek demektir. Çünkü halk milli kültürün canlı bir müzesidir. 

Millet, Milliyetçilik ve Eğitim:

Milliyet fikri, insan toplulukları arasında fertlerin muayyen bir zümreye bağlı bulunması şuurudur, fertlerin milli benliklerini idrak etmesidir. Fertler kendi hayatlarının, kendi nesillerinin, adet ve geleneklerinin, dillerinin, şeref ve bağımsızlık gibi her türlü kıymetlerin ancak kuvvetli bir toplum varlığı ile yaşayabileceğine kanaat getirirlerse, milli şuur derinleşerek ve hislerle birleşerek iman ve ülkü haline gelir.

“Millet, sadece birbirine fizyolojik bakımdan benziyen fertlerin az veya çok sayıda bir mekân üzerinde birleşmeleri değil, daha ziyade bu fertler arasındaki şuur iştirakidir. Bu iştirak dosdoğru ifadesini ancak müşterek dilde bulur” (Schelling). Şuur birliği, ifadelerde ayrılıklar bulunmakla beraber, büyük fikir adamlarının millet konusunda kabul ettikleri müşterek bir esastır.

Biz de milliyetçiliği ırkçılıkla değil, bu şekilde, yani şuur birliği esasında mütalaa ediyoruz: Bize göre Türkçe konuşan, Türk milli şuuruna sahip olan, kendini Türk olarak duyan, Türk olarak düşünen ve yaşayan herkes Türk’tür.

Milletleri hangi yönden incelersek inceleyelim, onun birçok kısımlara bölünen bir bütün ve birçok cemiyet bağlarının düğümlendiği bir merkez olduğunu görürüz: Yukarıda, ancak milletlere dayanarak kurulabilecek bir beşeriyet, aşağıda her türlü sosyal bölümler, teşekküller bulunur. Fakat bütün bunlar, kendilerini saran üstün bir bütünün parçalarıdırlar ve ancak mille realitesi içinde var olabilirler. Millet, yaşamanın gerektirdiği bütün beşeri fonksiyonları içinde toplayan tam bir bütündür.

Milliyetçiliğin prensiplerini işleyen ve inceleyen Avrupalı tarihçi, dilci ve filozofların tuttuğu yol “tabii hukuka dayanan milliyetçilik”tir, yani: Milletler eşit haklara maliktir, hiçbir milletin diğerini ezmeye ve tahakkümü altına almaya hakkı yoktur. Her millet kendi tarzında umumi kültüre yardım etmelidir. Bununla beraber her milletin birinci vazifesi, kendi kültür işlerini en iyi şekilde düzenlemek ve tamamlamaktır.

Bu tabii yoldan gidilmezse, insanlığın çıkmazlara saplanması mukadderdir. Dünyada bütün milletler komşularının tecavüzünden tamamiyle kurtulur, hala esaret hayatı yaşayan milletler hürriyete kavuşur ve her millet kendi yurdunda yaradılışına uygun faaliyetlerle serbest ve bağımsız bir tarzda gelişirse, ancak o zaman insanlığın ve kültürün daha ziyade mükemmelleşmesi beklenebilir. İnsanların muayyen bir millete mensup olması ve bu millet içinde rahatça ve serbestçe çalışıp gelişmesi, dünyada mevcut bütün kıymetlerden daha üstündür. İnsanların tekâmül tarihleri açıkça gösteriyor ki, milliyet hisleri en iptidaisinden en mükemmeline kadar milletlerde hayatın esasıdır ve insanların tabii temayüllerine de uygundur.

Gördük ki, millet dediğimiz topluluğun özelliğini, birbirine perçinleyen insanların taşıdıkları müşterek şuurda aramak gerekir. Bu şuur, milleti teşkil eden fertlerin hareket ve fikir birliğinde, müşterek his, görüş, düşünüş ve değerlerin taşıyıcısı olan müşterek dilde ifadesini bulur. Fakat unutmamalıyız ki, bu şuur birliği yalnız harp esnasında değil, sonsuz bir savaş alanı olan sulh zamanında da her an tehdit altında bulunmaktadır: Ölüm dediğimiz kaçınılmaz akıbet, yalnız fertleri değil millet içinde kurulmuş olan birliği de onlarla beraber silip süpürmek ve yok etmek ister. Fertlerin birlik şuuru bakımından kazanmış oldukları manevi değerleri de maddi varlıkları ile birlikte mezara sürükler. Nihayet bunun neticesinde cemiyet ve millet de tarihten silinebilir. Bundan yetmiş yıl önce bir milleti teşkil eden fertlerin hemen hiçbiri hayatta değildir. Kurumların, meslek derneklerinin, kulüplerin yetmiş yıl önceki üyeleri göçmüş gitmişlerdir. Hâlbuki bütün bu meseleler ve onları çeviren millet ayaktadır. İlerleme farkları bir tarafa, hisler, görüşler, tavırlar, adetler, dil, yani milli şuur ve ruh hala yaşamaktadır ve yaşayacaktır da. Acaba nesillerin kaçınılmaz akıbetlerine bakmadan milletlere ölmezliği veren vasıta ve kuvvet nedir? Bunu yalnızca yeni doğumlara ve yeni nesillere bağlamak mümkün değildir. Çünkü veraset ancak uzvi ve ruhi varlıkları intikal ettirir. Çocukların yeryüzüne getirdikleri şey bundan ibarettir. Şu hâlde bu kuvvet ve kudreti başka bir vasıtada aramak lazımdır ki, bu da eğitimdir. Eğitim nesillerin değişmesi karşısında bir bütün olan millete devamı sağlayan esas vasıtadır. Bilime dayanan eğitimle, milli kültür nesilden nesle intikal eder ve milletin ölmezliğini sağlar. 

Ülkü:

Ülkü, henüz mevcut olmayan, fakat gelecekte nasıl olması gerektiğini düşündüğümüz bir şeydir. Ülkü, yüksek bir gaye etrafında fikir his ve irade kuvvetlerinin muvazeneli ve derin bir şekilde kişinin bütün ruhunu sarması ile teşekkül eder.

Fertlerin de kendi sahalarına göre birer ülküsü olabilir. Mesela, ahlak ilmini hedef edinen bir kimse için ülkü, mükemmelliktir; bilimde ülkü hakikatin ortaya çıkartılmasıdır, Güzel sanatlarda ülkü, yüksek güzelliğin bulunmasıdır.

Ülküler bilgi değildir, bilgiye ve ilme dayanarak muhayyile ve mantık yardımı ile kurulan umumi tasavvurlardır. Bütün dini ve felsefi hayat görüşleri bu gibi umumi tasavvurlardan çıkar.

Cemiyetlerin hayatına daha mükemmel bir şekil vermek iddiasıyla ortaya atılan içtimai ülküler de vardır, mesela Alman filozofu Fr. Nietzche için ülkü üstün insan yaratmaktı. Fichte’nin ideali milliyetçilikti. Görülüyor ki, içtimai hayata yeni yön veren amil iktisat ve teknoloji değildir. Belki insanların olaylar ve şeyler üzerine yarattıkları çok umumi birtakım tasavvurlar, ideallerdir.

Ülkü öyle bir sıcaklık kaynağıdır ki, bununla tutuşan kalplerde irade akıllara hayret verecek derecede kuvvet kazanır, ahlaki istidatlar üstün bir şekilde gelişir. Müşterek ülküye malik olan cemiyetlerin harikalar yaratacak kudret kazandıkları malumdur. Dünya tarihinde ad kazanmış olan milletler, şöhretlerini her şeyden önce müşterek ülkülere borçludurlar.

Şu hâlde bizim için önemli olan nokta böyle müşterek bir ülkünün tesbiti ve felsefesinin işlenip geliştirilmesidir. Ülkümüz öyle olmalıdır ki, bunu herkes tabii saysın, tereddüde düşmeden kolayca benimsesin.

Buna göre en tabii yol, ülkümüzü millet sevgisinden almak olacaktır. Bu asırda milliyet ülküsü, millet uzuvları arasında müşterek bir bağ ve ahlak karakteri için kaynak olarak başta gelmektedir.

Böylece Enstitümüzün ilmi araştırmalarında kültürle ilgili bilim dalları temel teşkil edecek ve bunun bir neticesi olarak, millet ve milliyetçilik felsefeleri, Türk milliyetçiliği, tarihi, bu günkü durumu, kültür ve ülkü buhranları, Türk dünyasında fikir ve ülkü ayrılıkları, bunların sebepleri, kültür, ülkü, fikir ve iş birliğine ulaşmak için tutulması gereken yolun tesbiti… gibi konuların da günün icaplarına göre bilim açısından incelenmesine çalışılacaktır.”

Not: Bu yazı;

Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü tarafından yayımlanan “Türk Kültürü” dergisinin Kasım 1962 yılında çıkan ilk sayısında derginin takip edeceği yol ile ilgili “Amacımız ve yolumuz” adlı makale. “Türk Kültürü” Dergisi, Ayyıldız Matbaası, Kasım 1962 Ankara, Yıl:1, sayı:1, s:10-13’den alınmıştır.

Yazar
Kenan EROĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen