Bu yazımızda büyük edebiyat ve dil konusunda büyük otorite olarak kabul ettiğimiz ve milli hassasiyetlerini de takdirle karşılayıp kendimize kılavuz yaptığımız Necmettin Hacıeminoğlu’nun [1]bir yazısından alıntılar yapacağım.
Bu yazı Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü tarafından ayda bir çıkartılan “Türk Kültürü” dergisinde 1963 yılında yayınlanan ve Üniversitede bir asistanken yazdığı yazı bugün dahi önemini korumaktadır.
Hacıeminoğlu; halk-aydın arasındaki yabancılaşma ve kültür değişmeleri konularına açıklık getirmektedir.
“Bir milletin esas unsurunu teşkil eden ve daima çoğunlukta bulunan halk kitlelerinde kültür değişmeleri oldukça yavaş meydana gelmektedir. Üstün vasıfları ve maddi faydaları çok çabuk dikkati çeken, yaşama şartlarını değiştirmesi bakımından hayati değer taşıyan teknik araçlarla makineler hariç, yabancı menşeli diğer kültür ve medeniyet unsurları halk tarafından güçlükle benimsenmektedir. Mesela alışılagelmiş kılık-kıyafete, içtimai müesseselere, düğün, bayram, ölüm gibi olağanüstü günlerde yapılan törenlere ait alışılmış gelenek ve göreneklerin değiştirilip yeniden tanzim edilmesi uzun yılların geçmesine bağlıdır ve bu çeşit değişmelerde hiçbir zaman bir devrimden bahsedilemez. Çünkü doğrudan doğruya zevk ve duygu planında incelenmesi gereken ve ferdin hem iktisadi hem de kültürel durumu ile çok yakından ilgili olan yaşayış tarzının, kanun yolu ile değiştirip yeniden düzenlenmesine imkân yoktur. İmkân bulunsa dahi, ictimai esaslara ve insan tabiatına aykırı olan böyle bir davranıştan netice itibariyle, bir fayda temin edilemez.
Çoğunluğu teşkil eden halk için durum böyle olmakla beraber, aydın denilen küçük bir okur-yazar zümresi için tamamiyle farklıdır.
Halk, alışılmış şeylere sımsıkı bağlı olduğu halde, aydın öteden beri alışılagelmiş şeylerden kurtulmak, başkalarında gördüğü her türlü “yeni”yi kabullenmek temayülündedir. Halk çevresindekilerden farklı hareket etmekten, onlardan farklı yaşamaktan çekindiği, ”sürüden ayrılmak” istemediği halde, aydın bunun tam aksine, başkalarına ve etrafına benzememek, onlardan farklı olmak arzusundadır. Bundan dolayı halk her çeşit “yeni” ve “yenilik”e karşı temkinli, çekingen davrandığı halde, aydın daha acelecidir. Gördüğünü, çok defa, sınayıp tecrübe etmeden, sırf “yeni” olduğu için, alışılmıştan farklı olduğu için alır. Çevresinde bir “yenilik” yaratsın, bir “hususiyet” göstersin diye alır. Bu yüzden de seçmelerinde isabetsizlikler bulunabilir.
Halk ise, yavaş yavaş ve sayısız sınamalardan sonra üstünlüğüne kanaat getirdiği şeyleri benimser. Bu sayede de çok defa, aydından daha isabetli bir “seçme” yapabilir ve cemiyet hayatında kaydedilen asıl gelişme de budur. Ağır adımlarla ilerleyen böyle bir gelişme için, artık geriye dönme söz konusu olamayacağı gibi, herhangi bir isabetsizlik veya hatadan da bahsedilemez. Zira halk çeşitli hissi sebep ve heveslerle değil, sezgi ve sağduyusu ile karar vermiştir. Aydınlar gibi şekli ve “dışı” değil, muhtevayı ve “içi” kabul etmiştir.
Görülüyor ki büyük halk kitleleri, yaşayışlarını kolaylaştıran, imkânlarını artıran, elle tutulur maddi faydalar sağlayan medeniyet unsurlarını gayet çabuk benimsedikleri halde, gözle görülür maddi kazançlar sağlamayan, kendilerine yeni hayat ufukları açmayan kültür unsurlarına karşı ya direnmekte veya ilgisiz kalmaktadırlar. Rahat ve huzurunu artırmayan şeyleri, sırf “yeni”dir diye halk niçin benimsesin! Kaldı ki bütün yaşayışında kolay ve “pratik” şeyleri tercih eden halkın, manasını anlamadığı bir takım “yenilik”ler yüzünden rahatı da kaçabilir. Çünkü kabul edilen her yeni medeniyet unsuru, uyulması gereken bazı yeni nizamları da beraberinde getirmektedir. Çok defa mecburiyet halini alan bu kabil nizamlar da halkın “yenilik”lere karşı “soğuk” durmasına sebep olur.
İctimai ve ruhi açıdan bakıldığı zaman meselenin esası böyle olmakla beraber. Bu gerçekleri hesaba katmayan ve insan tabiatını tanımayan bazı aydınlar halktaki bu tabii direnme ve ilgisizlik karşısında telaşa kapılırlar. Hatta milletin geleceğine endişe ile bakarlar. Kendi hayatlarının sadece kabuğunda meydana gelmiş olan hızlı değişmenin, halkın yaşayışında da hemen vuku bulmasını isterler. Bazen daha da ileri giderek, günlük yaşayış ve muaşeretteki yeniliklere karşı ürkek ve ilgisiz duran halka kızarlar. Onu cemiyetin topyekün ilerlemesine engel olan gerici bir unsur sayarlar ve böylece, günün birinde aynı milletin aydını ile halk arasında derin bir uçurum belirir. Halk ile kendileri arasındaki farklı şartları hesap edemiyen, halkın ictimai değer ve itibar anlayışı ile kendilerinin değer ve itibar anlayışları arasındaki tabii farkı sezemeyen okur-yazar zümresi gittikçe, sinesinden çıkmış olduğu halkı küçümsemeğe başlar, hor görür, basit bulur. Halk da aydına yabancı gözü ile bakar, ona güvenmez, ona inanmaz ve kendisini ona “açamaz”. Bu cemiyetler için arzu edilmeyen bir sonuçtur. Fakat hızlı ilerleme ve medeniyet değiştirme çabası içinde olan topluluklarda böyle durumlara sık sık rastlanılabilir.
Oysaki halk asıl kalkınma ve ilerlemeyi temin eden hiçbir “yeni”ye karşı değildir. Tabii ve zaruri ihtiyaçları temin edilmeden, gelenek, görenek ve muaşerete ait alışılmış, bazı şeyleri bırakmasını halktan nasıl isteyebiliriz!
Yeni maddi imkânlar temin etmeyen şeyleri benimsemek için, bunların manevi değerini takdir etmek, mana ve önemini kavramak lazımdır. Bu ise halkın belirli bir medeniyet seviyesine ulaşmasına bağlıdır. Kültürel gelişme de geniş ölçüde iktisadi şartlara dayandığına göre, maddi temeli ve muhtevayı değiştirmeden dış görünüş ile günlük hayat tarzını yenileştirmek mümkün olamaz.
Demek ki halk aslında gerici bir unsur değil, temkinli bir unsurdur. Gerçek ilerleme ve topyekün kalkınmaya hiçbir zaman engel olmaz. Şekli değişikliklere karşı gösterdiği ilgisizlik ictimai esasların, ruhi alışkanlıkların ve insan tabiatının icabıdır.”[2]
Görüldüğü gibi halk yenileşmeye, yeni şeylere ve yeni gelişmelere her zaman daha temkinli davranmaktadır. Buna karşılık aydın kesin yeni olan her şeye sanki bir hevesle, sanki tüm yanlışlar düzelecek gibi sarılmakta ve halkın bu temkini ve denemeden kabullenmeme itiyadını çoğu kez anlamaz ve onu geri kafalılıkla suçlar.
Bize göre halkımız aydın olarak kabul edilenlere pek de inanmayıp güvenmemektedir. Halk inandığı değerler ve inandığı liderler için her zaman öne atılır ve desteğini de verir. Aydına düşen görev halka kızmak yerine onun yaklaşımlarını ve bakış açısını yakalamak ve ona göre davranmak olmalıdır.
[1]Necmettin Hacıeminoğlu, Türk dilbilimci, yazar ve fikir adamıdır.
Doğum: 10 Kasım 1932, Kahramanmaraş
Ölüm tarihi ve yeri: 26 Haziran 1996, Ankara
Eserleri:
Necmettin Hacıeminoğlu, birçok farklı alanda yayın yapmış bir isimdir. Akademik anlamdaki yayınlarına bakıldığında, onun özellikle başta Türk dili ve edebiyatı olmak üzere Türkoloji’nin farklı sahalarında çalışmalar yaptığı görülür. Belli başlı çalışmalarını kronolojik olarak aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:
Lehcetü’l-hakâyık, (Ankara, 1962).
Kutb’un Hüsrev ü Şirin’i ve Dil Hususiyetleri (İstanbul, 1968).
Dokuz Işık’ta Eğitim Sistemi (Ankara, 1971).
Türk Dilinde Edatlar (İstanbul, 1972).
Milliyetçi Eğitim Sistemi (İstanbul, 1972).
Türkçenin Karanlık Günleri (İstanbul 1972).
Fuzûlî (İstanbul 1972).
Milliyetçilik-Ülkücülük-Aydınlar (Ankara 1975).
Türkiye’nin Çıkmazları (İstanbul 1975).
Yeni Bir Dünya (Hikâye Kitabı) (İstanbul 1976).
Yapı Bakımından Türk Dilinde Fiiller (1984).
Karahanlı Türkçesi Grameri (Ankara 1996).
Harezm Türkçesi ve Grameri (Ankara 1997
[2] M. Necmettin Hacıeminoğlu, “Kültür Değişmeleri Karşısında Türk Halkı”, Türk Kültürü dergisi, Aylık dergi, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü yayını, Ayyıldız Matbaası Ankara, Şubat 1963, sayı:4, s:29-30
Yayına Hazırlayan: Kenan EROĞLU