Çiçekle Aydilge kızımızı beklerken.
Mehmet Ali KALKAN
1984-1988 yılları arasında Eskişehir Belediyesi’nde inşaat mühendisi olarak çalışıyordum. Muharrem Kubat ismini biliyordum, ama, tanışmak nasip olmamıştı. Belediyede çalıştığım yıllarda bir işi için geldi Muharrem Hocam, kendimi tanıttım ve böylece tanıştık. Şiirden falan bahsedince bana İz Bırakanlar kitabını getirdi birkaç gün sonra. Bu kitabı 1982 yılında çıkarmıştı.
1998 yılında ilk defa Eskişehir Şairler Derneği’ne gittim. Israr üzerine yazmaya çalıştığım bir şiirimi dernek başkanı İbrahim Sağır’a okudum. Herhalde ümit görmüş olacak ki dernek başkanı İbrahim Sağır Ağabey Muharrem Hoca’ya telefon etmiş, benden bahsetmiş. Muharrem Hoca’da “sahip olun, bırakmayın” gibi şeyler söylemiş.
İşte bizim hikâyemizde bundan sonra başladı.
Muharrem Hocam, Afyon Emirdağ, Karacalar köyünde doğmuş, bir Yörük çocuğu. Her çocuk annesini sever, ama, Muharrem Hocam bir başka sever. Köyde penceresi bile kapatılmış bir göz odada geçmiş çocukluk yılları. O odada lamba bile yokmuş, anasının getirdiği çalı, çırpı ateşinde okumuş ilkokulu. Hatta köye öğretmen gelmeyince dört yıl ikinci sınıfta beklemişler. On altı yaşında girdiği Çifteler Köy Enstitüsünden yirmi iki yaşında mezun olmuş. Annesiyle ikisi birlikte yaşamışlar çileyi, yokluğu, çaresizliği. Muharrem Kubat Hocamın annesine yazdığı şiir şöyle;
Anama
Bir köy imamı olan babam,
Analığımla birlikte olmuş.
Boşamış
Otuzundayken seni.
Yitivermiş
Altı aylıkken beni.
1897 harbinde şehit düşen dedemin
Bir göz
Penceresiz
Toprak damı…
Böylece yıllar geçti aradan.
Ben büyüdüm.
Eşekle odun getirir oldum
Yapı’dan, Düğmecik’ten, Emir Dağı’ndan.
O zaman sen
Önüne gelene
“Görünen dağın uzağı mı olur bacım.
Bu, benim
Hem anam,
Hem babam,
Hem kocam,
Hem can yoldaşım.” derdin.
Arkasından da ellerini havaya kaldırır,
“Allah’ın bugünü de varmış.” diye
Tanrı’ya dua ederdin.
Ve bir gün geldi
Ben Çifteler Köy Enstitüsüne girdim.
Tarih gördüm,
Coğrafya gördüm,
Mezun oldum.
Seni yine eskisi gibi
Benim derdime yanar,
Yamalı giysilerle
Ayağı yalın buldum.
Sevgi, şefkat sözleri,
Ancak sende anlamını buluyor.
Sana her ‘’ana’’ deyişimde
Benim için yıllarca durmadan çektiğin
Mutsuzluklar aklıma geliyor.
“Ne olur ana!
Affet beni.
Asana karşı olan vazifemi
Yapamıyorum” diyorum.
Sen beni hala o çocuksu halimle görüyorsun.
Bu arada
Bir şeyler düşünüyor,
Kendi kendine dalıp gidiyorsun.
Ayılınca sevincinden gözlerin yaşarıyor,
Beni bağrına basıp
Gözlerimden delice öpüyorsun.
Beni her halimde seven
Sen
Yeryüzünün tek kadını.
Sana karşı olan borcumu ödeyebilmek için
Ölünce baş ucuma dikilecek mezar
Taşıma
Oydurarak yazdıracağım
İki heceli
Beş harfli adını!
Muharrem Hocamın şiirlerini anlatmak, tahlil etmek bize düşmez. Bu yüzden yaşadıklarımızı, hatıralarımızı anlatacağım, aralara da Muharrem Kubat Hocamın şiirlerini serpiştireceğim.
Muharrem Hocam kendi halinde, samimi, çalışkan bir güzel insan. Yaptıklarını hiç saklamadan samimiyetle anlatır. Ufak çapta trafik kazaları yapmış mesela. “Mehmet Ali beyciğim yaptığım kazaların yüzde yüzünde suç benim, karşı tarafın hiçbir kabahati yok.” diyecek kadar samimi. “Yine bir kaza sonrası insanlar toplandı, bende aralarına karıştım bakalım ne diyorlar diye, yahu bu adam amma da beceriksizmiş hiç böyle şey olur mu? diyordu birisi.” Kelime beceriksiz değil ama olsun.
Muharrem Kubat Hocam diğer dernek mensubu arkadaşlar gibi dalgın, ince hesap yapmayan, saf, samimi bir insan. İçi dışı bir insan gösterin deseler Muharrem Hocamı kesin gösteririm.
Bir gün Ankara’da şiir şöleni var, trenle gideceğiz. İbrahim Sağır, Muharrem Kubat, Rasim Köroğlu, Lütfü Kılıç ve ben. İbrahim Ağabey ile Muharrem Hocama yaşlı bileti aldık, indirimli. Trene bindik, bir müddet sonra biletleri kontrol edecek görevli geldi. Rasim, Lütfü ve ben de mesele yok, tam biletliyiz. İbrahim Ağabey’de aradı, taradı kimliğini buldu gösterdi, ama Muharrem Hocamın kimliği yok. Muharrem Hocam yıllarca yaptığı devlet memuru ciddiyeti içinde gravatsız gezmez, elinde de muhakkak çantası olur. Ceketinin, pantolonunun ceplerine tekrar tekrar baktı, boşalttı kimliği, yok. Çantayı alt-üst etti yok. Kondüktörde ‘’ hadi benim işim var oyalamayın’’tavrı var. Yolcuların ‘’ucuz biletle yolculuk yapmaya çalışan uyanık’’ bakışları hepimizin üzerine sinmiş durumda. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Hoca birden şiir kitabını eline aldı. Kitabın arkasında Muharrem Hocanın resmi ve kısa bir özgeçmişi var. Kitabın arka tarafını kondüktör görecek şekilde yüzüne dayadı. ‘’işte bu benim’’’dedi. Görevli arkadaş şaşırdı, uzaklaştı, diğer yolculara doğru gitti. Bizde rahatladık tabi.
Şiir toplantısına katıldık, akşam oldu acıktık. Dönüş treni saat 23:00 civarında. Muharrem Hocam birer çorba içelim deyince yer aramaya başladık. Gençlik Parkının civarında lokantalar var ama hepsi lüks.
Ben içeri girip çorba var mı diye sormaya utanıyorum. Simide benzer bir şeyler alalım diyorum. Arkadaşlar “yok yok sıcak bir çorba içelim” diyorlar. Neyse bir lokantada çorba varmış, onlar önde, ben arkada girdik. Çorbaları söyledik. Gösterişli bir yer, hepimizin başında birer garson bekliyor. Rasim “çorbaları almayalım da yediğiniz ekmeklerin parasını ödeyin yeter derlerse adamlar daha kârlı” diyor. Garsonlar ara sıcak, ara yemek bahsederken çıktık dışarı…
Tren vakti geldi, bindik Eskişehir’e geri dönüyoruz. Aynı kondüktör değil mi, sabah biletimizin kontrolünü yapan kişi. Muharrem Hoca çantasındaki kitabı da Ankara’da hediye etmiş. Sevinçle kendini takdim etti “yine ben yine ben…” dedi.
Yollar
Seninle geçerim ırmağı, çayı,
Gurbeti sılaya bağlayan yollar.
Senden seyrederim hep dolunayı,
Nehir gibi coşan, çağlayan yollar.
Dünyası bilinmez, sırla doludur,
Sevginin yüreği, aşkın dilidir.
Hoşgörü yağmuru, sevgi selidir,
Yurdu iplik iplik tığlayan yollar.
Şeritler çekilir, yazı yazılır,
Bazen düzeltilir, bazen kazılır,
Zaman zaman geçit vermez, bozulur,
Hakimi, hekimi eğleyen yollar.
Ovayı selamlar, yamaca bakar,
Dolana dolana dağlara çıkar,
Konaklar, ah eder, derdini döker,
Hıçkıra hıçkara ağlayan yollar.
Bulunmaz boş vaktin, yoğundur işin,
Tarihi simgeler toprağın, taşın,
Gizlidir doğumun, bilinmez yaşın,
Hizmeti sessizce sağlayan yollar.
Yeryüzünde senden güzel yol derim,
Diyardan diyara uçar giderim,
Aşk şiirleri yazar, sohbet ederim,
Çırpınan yüreği dağlayan yollar.
Molalar verilir, çıkın açılır,
Çörekler yenilir, çaylar içilir,
Sarı yıldız doğar, çevre seçilir,
Gündüzü geceye yeğleyen yollar.
Muharrem Hocamın yolculukta yaşadıkları normal hayatında yaşadıklarından farksız.
Yine bir gün İzmir’e gidiyor, platosunu katlamış otobüsün üst tarafına koymuş. Yolda –herhalde bir bayan- kendi mantosu zannederek Muharrem Hocamın paltosunu alıp inmiş. İzmir’de iniyor bir bakıyor kendinin değil. Giymiş belki ceket yaptırırım ‘’olmuyor besbelli kadınlara ait olduğu’’demişti.
Yıllar sonra yolu İzmir’e düştüğünde o otobüsün yazıhanesine gitmiş paltosunu sormuş. O otobüs firması kapanalı şu kadar yıl oldu diye cevap vermişler. Muharrem Hocam ‘’Mehmet Ali beyciğim çok iyi bir paltoydu, Hatemoğlu’ydu’’diye hala hayıflanır, durur. Markası Hatemoğlu’ymuş da…
Adana’ya Karacaoğlan Şenliklerine, şiir şölenine gidiyorlar. Otobüs “falan yerden gelip falan yere gitmekte olan falan turizmin sayın yolcuları kaptanınız yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir. Tuvalet ve lokanta içerdedir, afiyet olsun.” dedikleri bir yerde duruyor. Arkadaşlar vakit gelince yerlerine oturuyorlar ama bakıyorlar ki Muharrem Hoca yok. Otobüs kalkacak, diğer yolcular huzursuzlanıyor, arkadaşlar kendilerini suçlu hissediyor. Nice zaman sonra aynı firmanın başka yöne giden bir otobüsüne aynı numaralı koltuğuna oturmuş beklerken görüyorlar Muharrem Hocayı.
İbrahim Sağır Ağabey’i yazarken daha sonra bahsederim dediğim yolculuk başlangıcı da şöyleydi.
Feyzi Halıcı Hocamın Konya Aşıklar Bayramı’na daveti üzerine Muharrem Kubat, İbrahim Sağır, Rasim Köroğlu Konya’ya gitmeye karar veriyorlar. Gidilecek araba Muharrem Kubat’ın ama Rasim Köroğlu kullanacak. Günü ve saati kararlaştırıp Muharrem Hocamın Kubat Kültür Evi’nde buluşuyorlar. Muharrem Hoca garajdan arabasını çıkarmaya gidiyor ki arabası yok. Acaba civardaki sokaklara mı park ettim diyor, arıyorlar yok. Bir müddet önce kızının yanına İzmir’e gitmiş, acaba oraya arabayla gidip otobüsle dönmüş olma ihtimaline karşı İzmir’e telefon ediyorlar, orada da yok. Polise haber veriyorlar. Nice sonra belediyenin yanındaki otoparkta olduğu ortaya çıkıyor. Meğer bir hafta önce Muharrem Hocam arabası ile belediyeye gitmiş, oradan da yaya dönmüş, araba da orada kalmış.
Selam Duruyor
Uçan turna, esen rüzgar,
Sizden bir dileğim var:
İki kalpte,
İki yıllanmış selam duruyor.
Ne olur,
Şunları,
Yerlerine bir ulaştırsanıza…
Türk Ocağı Edirne Şubesi’nin daveti üzerine Eskişehir’den kalktık, Edirne’ye şiir şölenine gittik. Herhalde on kişi kadar vardık. Edirne’de öğretmen evinde kalacaktık. Oraya vardığımızda elimize birer program verdiler. Ama çok dakik. Şöyle yazıyor mesela programda 9:30 Edirne’ye iniş, 9:52 öğretmen evine varış, 10:17 kahvaltıya başlama, 10:48 dinlenme gibi. İlgi çok iyi, arkadaşlar seferber oluyor bizim için ama bizi bilmiyorlar ki. Rasim “program çok dakik ama bırakın dakikaları biz saatleri şaşırırız’’ dedi doğruydu tabi. Muharrem Hocam ‘’çantamı otobüste unuttum” dedi, otogar kaldığımız yere epey uzak, bir arkadaş arabasıyla gitti, otobüs hareket etmiş. Gittiği yere telefon ettik, otobüste yok. Bu arada Rasim Köroğlu kayıp çanta için “bir de odayı arayalım” dedi. Hakikaten oda arandığında çanta kalorifer peteğinin arkasından bulundu.
Şiir şöleni Cumartesi akşamıydı. Pazar günü bizi Kırklareli’ne gezmeye götürdüler. İkişer, üçer dağılıp dolaşmaya başladık. Bizde Rasim’le dolaştık. Vakit gelince toplanacağımız yere ulaştık Rasim’le. Baktık İbrahim Ağabey ile Muharrem Hocam bir banka oturmuşlar kara kara düşünüyorlar, sebebini merak edince “burası vilayet mi?” diye sordular.
Kırklareli’nde şair Yaşar Faruk İnal var, buraya kadar varmışken, onu da görelim demişler. Muharrem Hoca ile İbrahim Ağabey PTT’ye gidip bilinmeyen numaraları arayıp Yaşar Faruk İnal’ın telefonunu istiyorlar ama şöyle;
– Biz Yaşar Faruk İnal’ın telefon numarasını istiyoruz.
– Nerede Yaşar Bey?
– Kırklareli ilçesinde.
– Beyefendi Kırklareli il.
– Olur mu ilçe işte, biz Edirne’den buraya gezmeye geldik. Ya Edirne’nin ya da Tekirdağ’ın ilçesi burası.
Bilinmeyen numaralardaki hanım bizimkilerin şair olduğunu anlamış herhalde fazla uzatmamış, telefon numarasını vermiş. Vermiş ama bizimkiler inanamıyorlar bir türlü. Orada bir delikanlı bulup “burası vilayet mi” diye sormuşlar. ‘’Elbette’’ demiş delikanlı. ‘’Ne zamandan beri?’’ O sıralar ilçeler il yapılıyor. Biz Cuma akşamı Eskişehir’den çıktık arada Cumartesi geçmiş, şimdi Pazar. Bu süre zarfında haberleri de dinleyemiyoruz. Acaba bu iki günde mi il oldu şüphesi içine girmişler.
“Baktım, çocuk, dik duruyor. Bir de, ben bildiğim bileli” deyince fazla üstelemedim dedi Muharrem Hocam.
Bizden yok burası il değil diye bekledikleri bakışlarına Rasim “elbette il Muharrem Hocam, bak karşıdaki bina vilayet binası kapısının üzerinde de ‘Kırklareli Valiliği’diye yazıyor” diye binayı gösterdi ama yine de tereddütleri gitmedi.
Bir sene sonra Lütfü ile İbrahim Ağabey Eskişehir’de dernek binasında bulmaca çözüyor. Bir ilimiz cevabı olarak Kırklareli çıkınca İbrahim Ağabey “Yaa hakikaten İl’miş” demişti.
Muharrem Kubat Hocam CHP yönetim kurulunda idi, aynı zamanda meclis üyeliği yapmıştı. Edirne’deki şiir şöleni Türk Ocağınındı, şiir okuduğumuz kürsüde de kurt başı vardı. Muharrem Hocam şiir okurken fotoğrafını çektim, Eskişehir’e gelince o fotoğraftan çoğalttım, ne kadar bildiğim CHP’li varsa dağıttım. Hatta bir gün ortaokul müdürüm İzzet Yolal bir arkadaşıyla işyerime ziyarete geldi, ellerinde Cumhuriyet Gazetesi var. Konu şiirden açıldı. Muharrem Hocam ile ortaokul müdürüm hemşehri aynı zamanda. Ben de konuyu Edirne’ye getirdim, Muharrem Hocamın resmini de verdim. Resme şaşkın şaşkın bakıyorlar, inanamıyorlar. “Bizim Muharrem mi?” diye birbirlerine gösteriyorlar. Fotoğrafı geri verdiler almadım tabi, sizde hatıra kalsın diye. Bende daha çok vardı çünkü.
Daha sonra Muharrem Hocamı da disiplin kuruluna vermişlerdi zaten.
Dağlar
Yeşildir baharın, serindir yazın,
Baktıkça hasretlik çekerim dağlar.
Kekiktir koyağın, çiçektir düzün,
Toplar, sevinç yaşı dökerim dağlar.
Ağustos ayında karlıdır başın,
Her zaman tipidir, borandır kışın,
Çağlara tanıktır, bilinmez yaşın,
Uğruna dünyayı yıkarım dağlar.
Al beni sinene, koynunda yatır,
Yaylana konuk et, yücene götür,
Sendedir büyüklük, sendedir hatır,
Sana yan bakanı yakarım dağlar.
Tutmuyor dizlerim çoktan yorgunum,
Kahrettim dünyaya gayri kırgınım,
Yürekten tutkunum, candan vurgunum,
Övüncüm, gururum, vakarım dağlar.
Kurt kuş, börtü böcek saklanır sende,
Değerin, önemin başkadır bende,
Özledim, gel gayri dediğin anda,
Hemen doruğuna çıkarım dağlar.
Bir gün Faika Hanım telefon etmiş, “kızım Aydilge konser vermeye Eskişehir’e geliyor” diye. Faika Hanım şölenlerden bildiğimiz, Eskişehir’e davet ettiğimiz sevdiğimiz şair bir hanımefendi. Muharrem Hocam da herkese haber vermiş. İbrahim Sağır, Rasim Köroğlu, Lütfü Kılıç ve elbette Muharrem Kubat Hocam takım elbiselerini giymişler, gravatlarını takmışlar bir buket de çiçek yaptırmışlar, beraberce konser yerine gittik. Tabi bizim hiç gitmediğimiz, bilmediğimiz bir yer. Beş tane kocaman adam, ellerinde çiçek görünce bizi hayli yadırgayan bakışlar. Saat 14:00 civarıydı. Aydilge’yi sorduk “daha gelmez, şu anda otelinde” dediler. Muharrem Hocamın elinde çiçek, yağmur bütün şiddetiyle yağıyor, beş kişi hızlı hızlı yürüyoruz. Otele geldik, görevliler telefon ettiler. Aydilge ve ekip arkadaşları geldi ama dövmeli, küpeli gençler. Bize tam zıt. Aydilge bilgili, ağırbaşlı ve saygılı bir hanım. Elimizde çiçekle bizi görünce şaşırdı tabi. Muharrem Hocam “sizin geleceğinizi anneniz söyleyince arkadaşlarla hoş geldin demek istedik” dedi. Ardından da ne zaman şarkı söyleyeceğini sordu. “Gece on ikiden sonra sahne alacağım” deyince Muharrem Hoca “Haa Öyle mi? Altı da falan olsaydı biz seni dinleyecektik, bizim dokuzda uykumuz geliyor kızım, biz ihtiyarız.” cevabını verdi.
Karacaoğlan’ım Ben
Dumanlı dağlarda, serin yaylada,
Kekiğim, yavşanım, çamım, dalım ben.
Pamuk tarlasında, Çukurova’da,
Denizim, ırmağım, çayım, selim ben.
Diyar diyar gezdim, coştum çağladım,
Gördüm güzelleri türkü söyledim,
Sevmek oldu işim, kime neyledim,
Çiğdemim, sümbülüm, morum, gülüm ben.
Yakılan ateşte, tüten bacada,
Sevinçli günlerde, sessiz gecede,
Yaşamda, sohbette, sözde, hecede,
Düğünüm, derneğim, sazım, telim ben.
Yüce dağ başında, tozlu yollarda,
Kardeşsiz, bacısız gurbet ellerde,
Kimim kimsede yok ki diyen dillerde,
Selamım, sevgiyim, sesim, yelim ben.
Kurulan sofrada ekmeğim, aşım,
Yapılan evlerde toprağım, taşım,
Her an güzellerle derttedir başım,
Oyayım, ipliğim, tığım, tülüm ben.
Toros Dağları’nda, Mersin düzünde,
Yanık yanık çalan aşık sazında,
Ondördüne basmış Türkmen kızında,
Duyguyum, sevdayım, aşkım, dilim ben.
Elimde telli saz, sırtımda aba,
Yüreğimde sevgi, gönlümde oba,
Tüm dünyaya derim içten merhaba
Birliğim, barışım, dostum, yolum ben.
Muharrem Hocam çok dalgın biri aynı zamanda… Kubat Kültür Evi’nde oturuyoruz… Kubat Kültür Evi deyince aklıma geldi. Muharrem Hocam oturduğu apartmanın zemin katındaki bir bölümü, asma katını kendine ayırmış. Masalar, sandalyeler, yatma bölümü, mutfak, tuvalet, banyodan ibaret. Yüz metrekare vardır. Bazen gelen misafirlerimizi burada yatırırdık. Muharrem Kubat Hocamın büyüdüğü o tek gözlü evinde gelen misafirlere anası bir bulgur pilavı pişirerek karnını doyururmuş, ardından da “Ağam kendine yatacak yer bul” dermiş. Kubat Kültür Evi anasının hatırına düzenlenen bir yer. Sadece Atatürk ve anasının resminin olduğu bir güzel mekan.Bazen şiir toplantıları yapar ya da toplanır yemek yerdik. Otuz–kırk kişi rahatlıkla oturabilir şekilde düzenlenmiş. Burada evlerinde kullanılmış bir vitrin var. Muharrem Hocam anlatıyor.” Hanım evdeki vitrini değiştirecek, yenisini alacak, eskiyi de satarım diyor. Benim de aklımda eski vitrini buraya almak var, “para etmez, edeceği bir iki bin TL falan” diyorum. Bir akşam eve geldiğimde hanım, baktım neşeli. “ben vitrini beş bin TL’ye kapıcı Nuri’ye sattım dedi. Canım sıkıldı tabi, ben bedavaya alacaktım. Ertesi gün gidip görevliyi buldum sen aradan çekil Nuri dedim, o parayı verip ben aldım.”
Muharrem Hocam 32 yıl Milli Eğitime hizmet etmiş, 29 yıl okul müdürlüğü yapmış, bazen hatıralarını anlatır, onun ağzından dinlemek bir zevk…
Köyümüzde Bayram Kalkan,İbrahim Sağır,Feyzi Halıcı,
Osman Gemicigil, Muharrem Kubat, Rasim Köroğlu, Mehmet Ali Kalkan
Okulda birine canı sıkılmış, burnumdan soluyormuş. Bir öğretmen arkadaşı içeri girmiş, ne olduğunu sorunca “bir cahile sinirlendim atıştık, demiş. Hırsla “okumuşu da böyle hocam okumuşu da” diye cevap vermiş. Meğer o sabah hanımıyla tartışmış, hanımı da bizim okulda öğretmen.”
Eskiden ortaokula başlarken torbadan kura ile hangi yabancı dili okuyacağınızı seçiyordunuz. Üç tercih vardı; İngilizce, Almanca, Fransızca. Her velinin öğrencinin farklı istekleri var yabancı dil istemedikleri çıkanlar Muharrem Kubat’tan değiştirmesini istiyorlar. Muharrem Hoca da bıkmış, usanmış, yorulmuş. Oralarda gezen bir çocukla bahçede oyun oynamaya çıkmış. Oyun dediği şu; okulun bir duvarından küçük kızcağız geliyor, diğer taraftan Muharrem Hocam. Köşede buluşunca hocam “Ceee” diyor, çocuğun hoşuna gidiyor, gülüyor, geri gidiyor. Tekrarlayıp duruyorlar bu sahneyi. Yine çocuğun pıt pıt ayak seslerini duyunca Muharrem Hocam benim av yine geliyor diye köşeye doğru yürüyor. Geldiğini düşündüğü anda yine ellerini uzatarak “ceee” diyor ama gelen bir kadın. Muharrem Hocamın elleri kadının göğsünde. Şaşırıyor tabi, kıpkırmızı oluyor. Gelen hanım Muharrem Hocam bizim çocuğun yabancı dil meselesi falan diyecek oluyor. Muharrem Hocam ‘’git be kadın ben de hal mi kaldı’’ diye içeriye giriyor.
Bunu öğretmen arkadaşlarına anlatınca, onlarda, birbirleriyle aylarca “ceee”diye şakalaşmışlar.
Ayşe’de
Kırmızı yanakta üzümleşmiş ben,
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
Kardan ak, bembeyaz pamuklaşmış ten,
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
Adem’le Havva’ya yakışır sop soy,
Mütenasip çehre yerinde bos boy,
Melekleşmiş tavır, hal, söz sohbet huy,
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
Kara kış altında sürmeli gözler,
Ak gerdan üstünde gamzeli yüzler,
İnsanı mest eden sihirli sözler,
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
İki tek karanfil küpe takışlar,
On dördün mahsulü ahu bakışlar,
Hayranını cayır cayır yakışlar,
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
Yanaklar açıkmış sanki gül olmuş,
Boy serpilmiş, ince, uzun dal olmuş,
Dudaklar petekte sırlı bal olmuş,
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
İnciden farkı yok, dizilmiş dişler,
Kirpikler ok olmuş, yayı da bakışlar,
Hakikat oluyor hayaller, düşler,
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
Beraber konuşup beraber gülmek,
Beraber ağlayıp beraber silmek,
Beraber yaşayıp beraber ölmek,
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
Böyle mi olurmuş güzel yörükte.
Tek çiçek örneği yeşil erikte.
Sırmalaşmış samur saçlar örükte,
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
Dillerin, sözlerin şeker mi, bal mı?
Yüzün kırmızı mı, pembe mi, al mı?
Yarabbi gördüğüm düş mü, hayal mi?
Çiçekli yaylanın Ayşe kızında.
Yine Kubat Kültür Evi’nde oturduğumuz bir gün Muharrem hocam masadaki telefondan bir arkadaşını arayacak. Nedim Uçar Ağabey’de arayacağı numarayı söylüyor. Ama söylediği Muharrem Hocamın kendi aradığı, elindeki telefonun numarası. Arıyor meşgul, tekrar arıyor meşgul. Belki on defa tekrarlandı bu. Muharrem Hocam çevirdiği numaranın kendi telefonu olduğunun farkında değil. Sonra da sinirlendi ‘’telefon bu kadar meşgul edilir mi canım’’
Muharrem Kubat’ın ağzından kötü bir söz duyamazsınız. Küfür etmez, hakaret etmez, daha doğrusu böyle kelimeler lugatında yoktur. Konu anlatırken söyleyemediği kelimelere yakın bir şey söylerim ‘’sen daha iyi vurguladın’’der. Herkese yardımcı olmaya çalışır. Epey arkadaştan, -bende dahil – düğünde, cenazede ya da bir şey olacağı zaman, sıkışıklıklarında Muharrem Hocamın yanına gelerek, bu denli ihtiyaçlarını bildirdiklerinde Hocam ‘’evet’’ der karşılar. Hatta telefon ederek ihtiyaçlarını sorduğunu biliyorum.
Karacaoğlan şiiri yazmış Muharrem Hocam, yazdığı şiiri de Eskişehir’de yaşayan – şimdi vefat etmiş- büyüklerine göstermiş, beğenmemişler. O sıralarda Yunus Emre Şiir Şölenine gelen rahmetli Ahmet Tufan Şentürk Ağabey aynı şiiri çok beğenmiş ‘’yalnız şu mısra acaba şöyle değişirse daha mı iyi olur’’ demiş. Bu şevkle de iki defa Karacaoğlan Şenliklerine katılıp iki defa ödül almış. Kendileri şiire, edebiyat ortamına girmeye çalıştıkları zaman bazılarının önlerini kestiklerinden bahisle her gence yardım etmeyi görev bilmiştir. Muharrem Hocam şiirlerinden bazılarını, yeğeni Kubat, türkü haline getirip kasetlerinde okumuştur. Türkiye’m şiiri ortaöğrenim edebiyat kitaplarına girmiştir. Muharrem Kubat için söylenen her güzel söz eksik olacaktır. Yazımızı Türkiye’m şiiriyle bitirelim.
Türkiyem’e Sesleniş
Diz boyu çayırlar, sıralı dağlar,
Yaylana, çölüne kurban olayım.
Tanıktır tarihler, ses verir çağlar,
Tozuna, külüne kurban olayım.
Mevlana’ya uğrar, divan dururum,
Hoşgörüyü tadar, huzur bulurum,
Anadolum, ülkem, yurdum, gururum,
Şivene, diline kurban olayım.
Dörtyol’da portakal, İzmir’de üzüm,
Ağrı Dağı’nda kış, Mersin’de yazım,
Kalpte yanan ateş, yürekte közüm,
Selvine, çalına kurban olayım.
Kırka’da boraksım, Oltu’da taşım,
Yağmurludur ovam, sislidir başım,
Zümrüttür Fethiye’m, cennettir Kaş’ım,
Arına, balına kurban olayım.
Tekir’de villayım, Erdek’te yazlık,
Isparta’da gülüm, Eber’de sazlık,
Maçka’da yaylayım, Urfa’da düzlük,
Düzüne, beline kurban olayım.
Bünyan’da halıyım, Antep’te kilim,
Bursa’da yeşilim, bayrakta alım,
Keban’da barajım, Harran’da selim,
Damlana, gölüne kurban olayım.
Her zaman geçilmez Külek Boğazı,
Sivas’ta yükselir Veysel’in sazı,
Başkadır Çakıt’ın baharı, yazı,
Ayına, yılına kurban olayım.
Afyon’da kaymağım, Anzer’de balım,
Çat’ta patikayım, Keşan’da yolum,
İncitirsem seni çürüsün dilim,
Tavrına, haline kurban olayım.
Bitektir toprağın, yücedir dağın,
Salkım salkım üzüm yüklüdür bağın,
Koca Yunus olmuş sevgi yumağın,
Çayına, seline kurban olayım.
Trabzon’da horon, Çorum’da halay,
Uludağ’da çilek, Konya’da buğday,
Yerde mavi deniz, gökte dolunay,
Moruna, alına kurban olayım.
Emirdağları’nda sütüm, ayranım,
Sana sevdalıyım, sana hayranım,
Çıldırırım sensiz çıkarsa canım,
Çöpüne, dalına kurban olayım.