Her zaman doğduğum topraklara tutkuyla bağlı oldum. Tek bir hayalim olmadı içinde Adapazarı’nın olmadığı. Orada okumayı hayal ettim, orada iş güç sahibi olmayı, orada yaşamayı, orada kök salmayı… Kader, içimdeki gurbet fidanı, özlem denizi kurumasın, duygularım yaydaki ok gibi sürekli gerili kalsın diye, içinde bu şehrin bulunduğu hayallerime hep ket vurdu. Nerden bilebilirdim bir gün, vatanın gurbet, gurbetin vatan olacağını.
Birkaç sağa sola savruluştan sonra hayata yeniden tutunduğum yerdir Eskişehir. Çok şey borçluyum bu şehre. Ne ilginçtir ki, hayatımın hiçbir dönem, evre, kısım ve sürecinde bu şehre gitmek, burada kalmak, burada yaşamak düşüncesi geçmemişti aklımdan. Bana göre ters yöndeydi burası. Bizim coğrafyamızda bütün yollar İstanbul’a çıkardı çünkü. İstanbul’a giderken bindiğimiz otobüslerin, trenlerin tam karşısından kalkardı Eskişehir otobüs ve trenleri. İstanbul’a gidenler ne kadar dolu, hareketli ve renkliyse; diğerleri o kadar boş, sönük ve cansızdı. “Karşı”, “öte” demekti biraz da Eskişehir. Yaşadığım bir olaydan mütevellit, olumsuz ön yargılarım da vardı bu şehirle ilgili, neyse sonra anlatırım.
Bartın’da öğretmenim, okula bir telefon geldi. Arayan bir dostumdu İstanbul’dan, aratan Hocam. “Eskişehir’e gidecekmişsin, bir sınav varmış ona girecekmişsin…” Emrivakiydi bu ve emir büyük yerdendi. Arkasından da kibarca bir tehdit, “Oraya gitmezse, bir daha buraya da gelmesin…” Ya olursa, ya Adapazarı hayallerimden vaz geçmek zorunda kalırsam? Ya iki gün önce bakıp ev sahibiyle hemen hemen anlaştığım ve taşınmayı düşündüğüm yeni ev… Ya alıştığım ve alıştıkça daha da ısındığım, sevdiğim Bartın. Hâsılı, “kavşak” suyunu bırakıp “kalabak” suyuna gitmek kolay değildi.
Eskişehir’e ilk gidişim Ankara üzerinden oldu. Sivrihisar yakınlarından itibaren yeni doğan güneş gözümün içine içine bakıyor, kendi diliyle âdeta “Seni bir daha bırakmam.” diyor ve ekliyordu: “Biraz yeşile ara ver ve bozkırı keşfet…” Bir süre sonra mola verdik. İçimdeki merakı daha da katmerleyen bu molada, iç dünyamda patlak veren fırtınaları hiç unutmam. Bu yolculuk, üniversite okumak için çıktığım ve gurbeti ilk defa hissettiğim Edirne yolculuğuna benziyordu. İçimden bir ses “geri dön” diyordu sürekli “geri dön”, hayallerinden vaz geçme.
Eskişehir’e ikinci gidişim Bilecik üzerinden oldu. Kendimi bildim bileli gözümün önünden hiç çekilmeyen, köyümün ortasındaki asfalttan sürekli akıp duran İsmailayaz’a bu sefer yolcu olarak binecektim. Ne gariptir ki, İstanbul’a giderken otobüs beklediğim durağın tam karşısındaydım. Sabahın bu erken vaktinde beni ters yönde araba bekler görenler yanıma gelip, “hayırdır” diye soruyorlar. Şemsi Dayım “hayırdır”la yetinmiyor, “Nereye yeğen?” diyor, “Eskişehir’e dayı.” diyorum. Arabayı kaçırma korkusuyla kesik kesik cümlelerle devam ediyor sohbet ve Şemsi Dayı’mın ısrarlı sorularıyla zoraki ilerliyor. “Ne işin var Eskişehir’de?”… “Hoca oldum üniversitede dayı.”… Şaşırıyor. “Allah Allah” diyor, “Sen saf bir çocuktun, ne işin var üniversitede, çok şaşırdım…” Hafiften gülümsüyoruz birbirimize. (Birkaç ay önce Hakk’ın rahmetine kavuştu Şemsi Dayı. Mekanı cennet olsun.)
“Ön yargı” demiştim. Evet ön yargılıydım bu şehre karşı. Hayatımdaki en temel kırılmalardan birinin arkasında Açıköğretim Fakültesi vardı çünkü. Üniversite sınavında, cevap kâğıdındaki bir yuvarlağı dikkatle okumadan doldurmamın bedeli çok ağır olmuştu benim için. Sınavı kaybetmiş, ama Açıköğretim Fakültesi’ni kazanmıştım. Üniversiteye yerleşmiş ve kayıt yaptırmamış göründüğüm için bir sonraki yıl hatırı sayılır bir puan kırılmıştı benden. Normalde puanım Hukuk Fakültesi’ne bile yeterken sonuncu olarak girebilmiştim kazandığım bölüme…
İlk günler. Çamlık Kampüsü’ndeyiz. Bir gün postacı çıkıp geliyor yanıma elinde “sarı zarf”. Devlet memurluğu yapanlar bilerler “sarı zarf”taki “sarı”nın mazrufunu. Zarfı elime alıyorum, üzerinde “Bartın Valiliği”nin kaşesi var. “Tamam”, diyorum, “Bir terslik var ama hadi hayırlısı.” Açtığımda bir de ne göreyim…
Hikâyesi ilginçtir: Bartın’da arkadaşlarla öğretmenevinde oturuyoruz. Gazetenin birinde “çevre” konulu bir slogan yarışması ilânı. İlânın altında hiç de fena sayılmayacak bir para ödülü. Hemen orada onlarca “slogan” karalayıveriyorum, üşenmeden postahaneye gidiyorum ve unutuyorum böyle bir yarışmaya katıldığımı. İkinci olmuşum “En kolay temizlik, kirletmemektir.” sloganıyla.
Derin bir oh çekiyor ve hayatımın ilk bilgisayarına bu sloganın himmetiyle kavuşuyorum. Sonrasında Dostum Metin Erdoğan’dan aldığım bilgisayar dersleri. Bu “sarı zarf” hayatımda aldığım en yararlı ve Hızır edalı “sarı zarf”tı. Hey gidi günler hey.
İstanbul’dan sonra yeni ve ikinci bir kültür merkezi keşfetmiştim Anadolu’nun bağrında. İstanbul’un çevre illeri içinde eritmesi gibi Eskişehir de başta Kütahya, Afyon, Bilecik olmak üzere Emirdağ, Bolvadin ve Bozüyük gibi yerlerin ilgi ve dikkatini üzerine çekmişti. Bir deniz gibiydi bu şehir, yakın çevresindeki bütün ırmaklar ona akıyor, ona dökülüyor, ona dönüşüyordu. Bu bağlamda elbette okyanustu İstanbul.
Bana bu şehrin kapılarını Can Özgür Hocam açtı, kendisine minnettarım. Birçok insan tanıdım bu şehirde. Kiminden sabrı öğrendim, kiminden sadakati, kiminden dostluğu, kiminden paylaşmayı, kiminden hırsı… Aslında benim için değişen fazla bir şey olmayacaktı bu şehirde. Ama bir gün hiç ummadığım ve beklemediğim bir şey oldu. İki Dede Korkut çıkageldiler bölümümüze. Biri “eski” yüzüne bakıyordu dilin, kültürün, edebiyatın diğeri “yeni” yüzüne. Başta hocalık olmak üzere, edebiyata, edebî metne nasıl bakılır onu öğrendik bu insanlardan. Bununla bitseydi bu etki alanı teşekkür edilir geçilirdi belki, ama biz bu insanlardan “dürüstlüğü, sadakati, şefkati, karşılıksız sevgiyi” de öğrendik. Her günümüz bir bilgi ve görgü şölenine dönüştü onlarla. Tam da bu noktada benim şehrim oldu Eskişehir. Rüyalarımın şehri oldu. Bilenler anladı ama tarihe not düşmek lâzım, adını yazmak istiyorum bu insanların, hoşgörülerine sığınarak: Saadettin Yıldız ve Hanefi Yontar. Ben onlara hep anamın duaları gözüyle baktım, bakıyorum, bakacağım. (“Metin”ler, “İsmet”ler, “Tuba”lar, “Dilek”ler, “Eylem”ler, “Hilmi”ler, “Alper”ler… şahidimdir.)
(Hanefi Yontar Hocamı da Hakk’a uğurladık. Onun da mekanı cennet olsun. Bu iki güzel insanın hem içimizdeki hem de bölümümüzdeki yeri hiç dolmadı, dolacak gibi de görünmüyor.)
Önceden de eserlerini okumuştum ama Eskişehir, Yunus Emre, Nasrettin Hoca ve Mehmet Kaplan’ı yeni bir dikkatle tekrar hayatıma soktu. Çünkü bu toprakların insanlığa sunduğu bilgi ve irfan meyveleriydi bunlar. Yazdıklarıyla beni zenginleştirdiler, iç dünyama nizam verdiler. Hepsiyle ilgili ciddi okumalar yaptım, nitelikleri tartışılır ama kitaplık çapta yazılarım, denemelerim oldu. Bu üç şahsiyetle ilgili Sivrihisar’da yaptığımız bilimsel programları hiç unutmayacağım. Unutulmaması gereken biri daha var ki o da bu süreçte Sivrihisar Kaymakamlığı görevini sürdüren ve hâlâ adına yeni atanan valiler arasında rastlayamadığım dost insan Ahmet Katırcı. Güler yüzü ve samimi haliyle peşimizi hiç bırakmayan Katırcı’yı, biz de nefes aldıkça gönlümüzde misafir edeceğiz. Yeri gelmişken söyleyeyim, fahri bir Sivrihisarlıyım ben, ikinci vatanım burası. Nasıl unuturum Sivrihisar’ın yetiştirdiği vakıf insan Orhan Amcamı (Orhan Keskin) ve yeğeni Kardeşim Kemal Biçerli’yi?
“Şule” burada doğdu, “Şamil” burada büyüdü. Porsuklu kaderimiz sıradan bir iz olmaktan çıkıp hayatın kendisine dönüştü. Ya öğrencilerim? Türkiye’nin hatta dünyanın hemen her köşesine gönderdiğim mektuplar. Bizim gözümüzle, bizim gönlümüzle dünyaya bakan sevgi ve vefalarını hiç esirgemeyen sevgi-bilgi pınarlarım. Sizlerle ortak paydam olduğu için bir kere daha benim şehrim oldu Eskişehir.