ETİK VE TASAVVUF -Felsefî Diyaloglar-
Kenan GÜRSOY, Sufî Kitap, 2008
Etik’ten Tasavvufa Gerçek Bir Yolculuğun Adımları…
Tıpkı Sokrates gibi, Kenan Gürsoy da öğrencileri ile bir taraftan sohbet ederken aslında ahlak felsefesinin, varoluşçuluğun ve tasavvufun önemli meselelerini çözümlüyor.
· Nefs, Etik, Ahlâk, Varoluşçuluk, Tasavvuf ortak bir kapta nasıl buluşur?
· Tasavvuf ve özgürlük arasındaki bağlantılar nelerdir?
· Sartre Varoluşçuluğu’nun tek eksiği Tanrı düşüncesi mi?
· Batı’da Varoluşçuluk’a atfedilen büyük anlam, Doğu’da Tasavvuf ile mi yer bulur?
Galatasaray Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi dekanı Prof. Dr. Kenan Gürsoy, bir taraftan öğrencileriyle etik ve tasavvuf ilişkisini konuşuyor, diğer taraftan cümleleriyle etik ve tasavvuf ilişkisine yepyeni bir bakış açısı sunuyor. Tasavvuf düşüncesi ve felsefe geleneğini ortak bir kavramsal çerçeve ile ele alarak çetrefilli bir konuyu sade bir anlatımla inceliyor. Evrensellikle ahlâkı, etikle tasavvufu, özgürlükle bilinci “kişi”den yola çıkarak “bir”leştirme ve bütünleştirmeye yöneliyor.
Ahlâk kavramını içkin ve aşkın ögelerle tanımlayan Etik ve Tasavvuf kitabı, tevhid, vicdan, bağlanma, insan-ı kâmil, edep, yakîn, philosophia perennis, metafizik, irade gibi pek çok kavramı Varoluşçuluk’tan Tasavvuf’a kadar teorik bir çerçevenin yanı sıra günlük hayattaki yerlerine de dikkat çekerek inceliyor. İnsanı merkeze alan ancak insana hapsetmeyen yönüyle dikkat çeken bir kadim felsefe geleneğinin izini sürüyor. “Hikmet, bilgisine ulaşılanı cesaret erdemi vasıtasıyla uygulayabilmek demektir.”
Aşağıdaki yazı Sayın Yakup ÖZKAN[*] (Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 17; 2008, s. 203-208)’ den alınmıştır.
Tasavvuf düşüncesinin ne olduğu, İslam düşüncesindeki yeri, farklı kül-türlerden ne ölçüde etkilendiği, İslam’la ilişkisinin mahiyetinin ne olduğu gibi konular üzerinde bir çok fikir ileri sürülmüştür. Aşağıda tanıtımını sunmaya çalışacağımız kitap bu konulara farklı bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Söz konusu eser, hem ahlakın ne olduğunu hem de tasavvuf-ahlak ilişkisini kura-rak tasavvufun ne olduğunu açıklamaya çalışmakla birlikte bu bağlamda da tevhid, vicdan, bağlanma, insan-ı kamil, edep, yakin, philosophia perennis, metafizik, irade gibi daha pek çok kavramı varoluşçuluktan tasavvufa kadar teorik bir çerçevede yorumlamaktadır.
İki önsöz ve altı diyalogdan oluşan bu eser, Kenan Gürsoy ve öğrencilerinin diyalog tarzındaki konuşmalarından meydana getirilmiştir. Bu diyaloglar ise, etik ve tasavvuf konusunda, yazılı sorulardan çok, irticalen konuşmaların belirlediği bir sohbetle gerçekleştirilmiştir. Birinci önsöz, Kenan Gürsoy’un öğrencilerine (Ahmet Sait Akçay, Itır Erhart, Semih Yücel) aittir. Onlara göre bu kitabın temel tezi, Platon’un idea kavramı çerçevesinde değerlendirilen tasavvufun, varoluşçuluk bağlamında yeniden okunmasıdır. İkinci önsöz ise, yazar diye atıfta bulunacağımız Kenan Gürsoy’a aittir.
1. Diyalog ’da etik açıdan ahlakın temellendirilmesi konusu ve bu bağ-lamda kişilik, özgürlük, sorumluluk ve değer kavramları ele alınır. Yazara göre, ahlakta iki unsur söz konusudur. Birincisi, içkin ögedir. Yani insanın kendisidir. Gürsoy’a göre ahlak insanla alakalıdır. İnsanın bir özne olmasıyla, daha da ötesinde bir kişi olmasıyla alakalıdır. Eğer, ahlak kişisi yoksa, ahlakın öznesi, ahlaklı davranışın öznesi olan ahlak kişisi yoksa, orada ahlaki hayat da yoktur. Dolayısıyla ona göre, asıl önemli olan unsur içkin ögedir. İkinci unsur ise, aşkın ögedir. Ona göre aşkın öge, ahlak kişisinin, kendisini karşısın-da ahlak kişisi olarak bulduğu, sorumluluğunu yaşadığı ödevler, değerler ve normlar alanıdır. Kişiye nazaran dışta kaldığı için buna aşkın öge adı verilir. Yazara göre değerleri kendimiz oluşturamayız. Ona göre “ben değerleri toplumdan almam, kendim yaratırım ve bunlara uyarım demek” egoizmin bir türevi ya da bir türüdür. Dolayısıyla diyor Gürsoy, egoizm halinde, bir ahlakiliğin olamayacağını düşünüyorum. Tekrar birinci ögeye dönecek olursak, Gürsoy’a göre içkin öge olan ahlak kişisi bilinçlidir. O, dıştakini ve kendisini, dıştaki ve kendisi olarak fark eden bir farkındalık halindedir. Ayrıca bu farkındalık (bilinç) sadece epistemik bir bilinç de değildir. Bu aynı zamanda gerçekleştirilmesi gereken davranışa ilişkin bir farkındalıktır. Yani bu bilincin sahibi, neyi, niçin yaptığını bilen bir öznedir. Bu bağlamda ona göre, neyi niçin yaptığını fark eden, bu-nun hakkında farkındalığı olan bir ahlaki bilinç, Türkçe’deki ifadesiyle bir vicdandır. Sonuç olarak, yazara göre iki ögenin birbirleri karşısında konumlanmaları, birbirleri karşısında kendileri açısından bir tür denge oluşturmaları gerekiyor. Çünkü bilince dayalı bir özgürlüğe, sorumluluğa bağlı olmayan, yani kişiye ait olmayan bir davranış ahlaki davranış değildir. Diğer taraftan da, eğer bu bilinç, kendine nazaran aşkın bir değeri hedef almadıysa, burada da ahlakilikten bahsedemiyoruz. Kısaca ahlaki bir davranışta her iki öge de denge halinde gereklidir.
2. Diyalog ’un konusu ise, tasavvuf ve ahlak ilişkisinin insan ve bağlanma kavramları üzerinden konumlandırılmasıdır. Yazara göre tasavvuf düşüncesi, doğrudan doğruya İslami iman anlayışının uzantısındadır. Temelini vahye dayalı bir din olan İslam’dan alır. Ayrıca, peygamberimiz, özellikle tasavvuf anlayışında son derece temeldir. Çünkü o, bir önderdir. Yaşayan bir Kur’an-ı Kerim’dir. Dini kendisinden öğrendiğimizdir. Gürsoy’a göre, en önemlisi, hem tasavvufi açıdan, hem ahlaki açıdan, mahiyeti itibariyle o bir in-san-ı kamildir. Çünkü diyor yazar, Hz. Peygamber, “Ben ahlakı tamamlamak için geldim” diyorsa, dinler tarihi içinde ortaya çıkan sürekliliğin sonundaki tamamlanmanın, büyük ölçüde ahlakla alakalı bir tamamlanma olduğu kanaatini taşıyoruz. Yazara 204
göre tasavvuf bunu çok daha derinleştirecektir. Ona göre neredeyse kainat, böyle kamil bir insanın oluşabilmesi gibi bir amaç taşımaktadır. Yaratılış, neredeyse insanın ve insan olmaklığın bütün özelliklerini taşımanın amaç olduğu bir süreçtir. Bu anlamda diyor yazar, Hz. Muhammed, ahlakını, mahiye-tini ve manasını kendi açımızdan düşünmemiz gereken önder ve örnek bir insandır.
Yazara göre insanlık tarihi, bilim üretmeye, tefekkür etmeye başladığı andan itibaren, bu tefekkürün insan hayatı açısından da yerini ve değerini sorgulamaya başlamıştır. Yani tefekkür tarihinde, bilinmeye çalışılan o Hakikatle bütünleşme anlamında bir de bilgelik geleneği vardır. Gürsoy’a göre bilgelik, yani hikmet genel mahiyetiyle, içinde felsefenin, ahlakın, egzistansiyel, yani varoluşsal olgunlaşmanın bulunduğu bir bilme ve olma şeklidir. Ona göre evrensel anlamda, düşünce ve dinler tarihi çerçevesinde nasıl bir mistik ya-şama tarzı arayışı varsa, o dinlerle iç içe olarak, fakat biraz da onlara nazaran aşkın bir pozisyonda kalarak, bir hikmet geleneği vardır. Bu bağlamda diyor Gürsoy, tasavvuf, adeta hikmet, din ve mistik yaşama halini bütünleştirerek gelen bu tefekkür çizgisinin uzantısında da kendisini bulur. Ona göre tasavvuf, kaynağı İslami olmakla beraber, bir manada da bununla bütünleşebilir. Kısaca tasavvuf birinci noktada, tamamen İslam’a dayalı bir temele dayalıdır. Yazara göre bu noktaya ters düşmeksizin tasavvuf, Doğu Hikmet geleneğinin ve mistik yaşayışın uzantısında da bir anlam kazanmaktadır. Bu bağlamda ona göre tasavvufi görüş taraftarları için, nasıl peygamberler tarihinde, ortaya konan Hakikat, şimdi en olgun haliyle ifade edilmiş ise, aynı şekilde tasavvuf da kendisinden evvelki benzer geleneklerin uzantısında, şimdi en olgun şekliyle ifade edilmektedir.
Diğer taraftan yazar, tasavvuf anlamında, Mistisizm ’den çok tasavvuf ke-limesinin kullanılmasının daha doğru olduğunu ifade etmektedir. Ona göre çünkü tasavvuf, aynı zamanda bir “dünya içinde oluş”la alakalıdır. Yani, dünyadan el etek çekip asetik bir hayat yaşamak ve sadece birtakım içsel deneyimler şeklinde bir hayat sürmek değildir. Tasavvuf kendini bu dünyada, estetik, musiki, şiir, edebiyat ve özellikle ahlak olarak açacaktır. Dolayısıyla diyor Gürsoy, ben , her ne kadar dinlerdeki ve din dışı alanlardaki mistik gelişimi, sürekliliği gündeme getirmiş olsam da tasavvuf, onlara daha üst bir anlam kazandırıyor. Ayrıca felsefeyle hesaplaşıyor.
Tasavvuf ve ahlak ilişkisi bağlamında insan ve bağlanma kavramlarına gelince, yazara göre bağlanma bir değere bağlanma olarak düşünülecekse, en temel değer Allah’tır. Aşkın öge olarak en temel noktada Allah olacaktır.
Ona göre eğer bu bağlanma bir aşk hali olarak düşünülecek olursa, en temel noktada bu aşk Allah’a yöneliş demek olan bir aşktır. Bu “Ancak Allah’a kulluk ederim, O’na bağlıyım, O’na bağlanırım,” değerlendirmesi, bütün bir İslam’ın, akli ya da kalbi, fıkhi ya da diğer bütün sistematikleri için geneldir. Bu anlamda Gürsoy’a göre, yeryüzü hayatı, bu ahdin, yani bu bağlanmanın, sınan-dığı yerdir. Bu bağlamda yazara göre insan için mutlak manada bir özgürlük bu şekilde sağlanır. Çünkü insanın mahiyeti itibariyle kendisini, özgürlük, sorumluluk ve ancak Allah’a bağlanma şeklinde bir belirleyişi var. Ayrıca Allah kendisi’ni insana özgür ve sorumlu bir bağlanma noktasında fark etti-riyor. Dolayısıyla, insan ancak bu bağlanma halinde özgürdür. Ve insanı tanımlayan da bu bağlanma halidir. Ona göre bu özgürlük, özgürlüğe dayalı sorumluluk, tasavvufta ahlak halinde de yaşanacak ve yavaş yavaş aşk haline gelecektir. Yani aşk ancak Allah içindir. Ve Allah böyle bir aşkın muhatabıdır. Kısaca tasavvufta bu özgür bağlanma hali “aşk”ı ifade ediyor.
Diyalog ‘da ise, varoluş (Egzistans) felsefesi ve tasavvuf arasındaki ilişki tartışılmaktadır. Gürsoy, bu noktada, ilk olarak, iki düşünce arasında bir yakınlaşmadan söz eder. Ona göre tasavvufta Tanrı ve insan sevgisi olduğu gibi, egzistansiyel felsefeler içerisinde de (Karl Jaspers, Martin Buber, Gabriel Marcel ve Emmanuel Mouiner)Tanrı sevgisi ve insaniyetin özellikle var olduğu görüşler söz konusudur. Bu bakımdan yazara göre, her ikisinin birleştiği bir düşünür olarak Sokrates’i gösterebiliriz. Gürsoy’a göre egzistans bir varlıkta olma halidir. Ama bu varlıkta olma hali insanın kendisidir. Kendi içinde, kendi tecrübeleri çerçevesinde kendisini fark edişi ve dünya içindeki bu fark edişten hareketle kendi içinde derinleşmesi söz konusudur. Bu açıdan da her iki düşünce arasında bir benzerlik kurulur. Yazara göre tasavvuf da, yaşayan insanı kendisine konu edinir. Dolayısıyla tasavvufun ilgi alanı “olduğum insan”dır. Ona göre tasavvufun konu edindiği insan, benlikle mücadele edecek ya da bu benliği daha üst bir prensibe doğru aşacak olsa da, yine “ben” den hareketle, “ben”den geçerek bunu gerçekleştirmeye çalışır. Bununla birlikte tasavvuf için, somut anlamda gerçekleştirilen insan tecrübeleri soyut mahiyetlere da-yandırılarak açıklanmazlar. Gürsoy’a göre bir diğer bakımdan da bu tecrübe bizi her iki düşüncede de “varlık”la karşılaştırır, ya da tam ifadesiyle “varlık”la bütünleştirir. Yazar bu ortak durumu, şu ifadeleriyle daha fazla açık hale getirmeye çalışmaktadır: “Her ikisinde de bu Varlığın fark edilişi, kendimden ama, kendimdeki O’nun (Hakiki Varlığın) yansımasından ya da kendimdeki O’nun (Ha-kiki Varlığın) tezahüründen hareketledir. Dolayısıyla bu spekülatif değil, dıştan bir tanıklık değil, doğrudan doğruya yaşanılan bir şeydir. Ayrıca somut olarak kendim olduğum bu varlık, mutlak olan varlığın bir tür zuhuru olmak dolayısıyla kutsanır.” Yazar bu durumla Sokratik felsefe arasındaki ilişkiyi tekrar kurar. O, Sokrates’in ifade ettiği, kendini bil sözünün, aşağı yukarı tasavvuf düşüncesinin temele aldığı bir hadiste de (Nefsini bil, kim ki nefsini bilir, aslında Rabb’ını bilir) mevcut olduğunu söyler. Bununla birlikte Gürsoy’a göre her iki düşün-cede de, önemli olan soyut anlamda bilmek değildir. Önemli olan oluştur. Kendindeki varoluşu, kendindeki varlığı hissediştir.
Bunlara ilave olarak, yazar, varoluşçu felsefe ile tasavvuf arasında ortak nokta bulmaya devam eder. Bu bağlamda Gürsoy, varoluşçu filozof Sartre’nin “Varoluş özden önce gelir” sözünü tasavvufi düşünceye yakın bulur. Yazar, bu ifadeyi tasavvuf için yeniden düşünerek şöyle formüle eder: “Öz, benim varlıktaki kendi kaynağıma doğru yürümemdir. Ondan olduğumu fark etmektir ve hayatımın bütününü bu kaynak dolayısıyla inşa etmek, algılamak, manalandırmaktır”. Gürsoy’a göre her iki düşünce için de bu bir egzistansiyel tecrübedir. Yani, insanın varlığının hakikatini onun uzağında fark etmesi ve onunla bir bütünleşmeye doğru yönelmenin güzel bir şey olduğunu yakalamasıdır. Ancak bu metafizik tecrübede, Camus ve Sartre için, mutlak bir hedef yoktur. Yani bu tecrübede varlığının hakikatine doğru bir yönelme var, fakat kendisinin ötesinde bir muhatap yoktur. Mutlak bir varlık olmadığı için, bu yönelme, yönelememe durumuna indirgenmiş oluyor. Çünkü yönelmenin kendisine ait bir “öte” si yok. O zaman bunun muhatabı yok. Konuya aşk açısından bakıldığında diyor yazar, içte öyle bir aşk potansiyeli var ki, o hiçbir zaman maşuka yönelen bir aşk haline gelemiyor. Dolayısıyla yönelimsellik dediğimiz şey bir kapalı devre oluyor ve kendi içinde çöküyor, bu nedenle bütünlük oluşamıyor, çünkü öteye dokunması lazım. Dolayısıyla Gürsoy’a göre Camus ve Sartre seviyesinde bu yönelme istidadı kendi içine hapsolduğundan, ortaya bir tedirginlik, ruh çöküntüsü ya da gönül daralması çıkmaktadır. Halbuki, yazara göre tasavvufta bu, bir aşk haline dönüşüyor. Hasrette oluş, yönelişin muhatabının farkında olunduğu bir oluş-tur. Yani tasavvufun bu tecrübesinde Mutlak bir varlık olan Allah var. Dolayısıyla bir ilahi aşk var. Gürsoy’a göre tasavvufta hoşluk veren bu aşktır. Ona göre bu aşkta bir hasretin fark edilmesi, bir hicran duygusu var, fakat bir mutsuzluk hali yoktur. Yazara göre kendinden kendine, asıl varlık temeline doğru bu yitiklik hali, aşkın yaşanması halidir. Ve ona göre bu, sadece Tanrı’ya doğru, yani asıl varlık temeline doğru değil, kendisinin öteki parçası olan diğer insanlara doğru da yaşanır. Bu noktada tekrar Sartre tecrübesine dönersek, yazara göre, onun tecrübesinde vuslatın kendisi için arandığı o varlık, yani Allah fikri olmadığı için onun sistemi şu manada çöküyor: yöneliş bir yönelmeyişe, özgürlük bir mahkumiyete, varoluşçuluk bir var olamayışçılığa dönüşüyor.
Sonuç olarak kendine özgü bu çalışma, evrensellikle ahlakı, etikle tasavvufu, özgürlükle bilinci kişilik kavramının bütünlüğünde farklı bir senteze götürmektedir. Ayrıca Tasavvuf düşüncesi ve felsefe geleneğini ortak bir kavramsal çerçeve ile ele alarak zor bir konuyu sade bir anlatımla incelemektedir.
[*] Sakarya Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Felsefesi Bilim Dalı Yüksek L. Öğrencisi