Yıkılan ahşap evlere ve kaybolan hatıralara…
Çok önceleri dünyayı köyümü çevreleyen dağlardan ibaret zannediyordum. Yollar, patikalar, mısır tarlaları, fındık bahçeleri, dereler ve tepeler bize fazlasıyla yetiyor ve sahip olduğumuz bütün bu imkânlar, sevincini içimize sığdıramadığımız büyük nimetler gibi geliyordu. Benim için belki en güzeli, bir ucundan diğer ucuna bitmez tükenmez mesafelerin sâhibi ahşap evimizdi. İçimden koparak gelen basit fakat samîmî her hamleye onda bir mâkes bulabiliyordum.
Sonra biz mi büyüdük, dünya mı küçüldü ne, eskilerin “evren” ve “ucu görünmez kervan” dediği o iklime sığamaz olduk. Artık kervanın ucu görünüyordu. Evin bir ucundan diğer ucuna iki adımda gidebiliyorduk. Hânemizin, o kadar büyük olmadığını anladığımda bir hayal kırıklığı yaşamış mıydım, hatırlamıyorum. Fakat kalbin en derinlerinden yükselen ve hayatı firkat duygularıyla bezeyen titrek bir hüznü dâimâ hissetmiş ve onu gönlümde uzun bir süre yaşamıştım.
Aradan, bize koca devirler gibi gelen uzun zamanlar geçmişti. Mekân bir acziyete bürünmüş yani kendini ele vermişti çoktan. Düğüm çözülmüştü. Dünyanın köyümü çevreleyen dağlardan ibaret olmadığını da biliyordum artık. Şu yücelen dağlardan sonra başka diyarlar başka memleketler başlıyordu. Peki, neye yaradı bunları bilmek? Küçücük bir dünyanın kendi kendine hâkimi iken, her gün karşıma çıkan ve beni alabildiğine yoran bilinmezlerin kulu kölesi olmayı niçin istemeliydim! Bir yenilgiydi bu. Zihnimin bilinmezlere ve hatıralarımın geleceğe mağlup oluşuydu.
Bu her gün büyüyen ve kendine yeni cihetler temin eden mağlûbiyet, şimdi Karadeniz’de yıkılan ahşap evlerin yok olan hatıralarında oynanıyor. Her biri derin bir umursamazlığa kurban giden bedbahtlar gibi kadir kıymet bilmez ellerin kendileri hakkında vereceği acımasız hükmü bekliyor. Yeni evler, onların mûsıkîsini ve sıcaklığını aksettirmekten öylesine uzak ki, bazen bu ruhsuzluktan kalbim kaskatı kesiliyor. O eski, dirayetli, şahsiyetli ahşap evlerde, bizi çepeçevre kuşatan bir mahrumiyetin esiri bulunmuş olsak bile bir gönül saltanatı diyebileceğimiz derin bir muhabbetin ve renkli bir mazinin tadına varabilme imkânına sahiptik biz.
Bunlarla beraber onları evren yapan bir şey daha vardı. O da ahşap evlerin, gönlü insan şahsiyetinin en girift yanlarıyla buluşturan samimiyeti ve gönülleri rikkatle bezeyen mütevazı halleriydi. Peki, mekâna ruhunu veren insan, yani bu “ezel ve ebed yolcusu”, kadim bir mânâyı yaşatmak üzere dimdik ayakta bekleyen kimseler gibi varlığına âşina kalabilen bu dostun neresindeydi?
Eski insanların şahsiyetinin bir yanını yapan şey biraz da bu evlerdi. Yaşayan ve içinde yaşanan mekân aynı membadan gelmiş, aynı kaynaktan beslenmişti. Ev yapılırken gürgenin, kestanenin, meşenin ve hür ormanlarda âzâde, vakur göğe yükselen ağaçların devrilip bir evin malzemesi hâline geldiğine şahit olmuş; güneşin ve yağmurun altında bir saadethanenin yükselişini görmüş, nihayet o mekânda kendi eliyle büyüttüğü bir hayatın neşvesini duymuştur.
Bu yüzden, kadim bir âşinalık eski insanların hallerinde kendini hemen belli eder, en azından hürmet bekleyen tavırları bu saadethaneye hemencecik dâhil olurdu. Meselâ bazen onlar yoldan geçen birine seslenir, bir muhabbet faslı aralamak için bahane bulmak isterlerdi. Zamana ve mekâna tesir eden bu hâkimiyetlerini duyurmak, belki de paylaşmak isterlerdi. Bu konuşmalar onların sessiz ve külfetsiz hayatı için demirin tavı, çayın demi gibi vazgeçilmezdi. Ekseri, oturdukları “çıkma”nın üzerindeki sandalyede tahakküm eden nazarlarla etrafı kolaçan eden bu insanlar yoldan geçenleri tarassut etmeyi, kimdir ne değildir diye bilmeyi hayatlarında kendileri için en büyük lezzet, hiç olmazsa bir vazife addederlerdi. Evin çevresi de onları buna davet ederdi zaten. Zira tarladan yeni kaldırılmış ve “dartamı”lara yerleştirilmiş mısırlar; pekmez, konserve şişeleri; harmandan henüz kalkmış ve çuvallanmış fındıklar; evin odunluğuna yığılmış dağ gibi odunlar göz kulak olunması gereken şeylerdendi.
Hayata bir yerden dâhil olabilmeyi can u gönülden isteyen bu insanın izzet-i nefsi ne kadar ağır basardı! Ve onlar ne kadar da heybetliydi! Şahsiyetleri kadar bedenleri de sağlamdı eski zaman adamının. Çelik gibi bir irade, gür bir iman ve bütün kederlere karşı sabırla vasıflanmıştı onlar. Dizlerinin dibinde olmak asırlık çınarlar ve yüce dağlar gibi insana tesir ederdi. Gür ve beyaz sakalları yahut saçlarını zarafetle örten yazmalarıyla huzur âbidesi o kimseler, yaşatmamız gereken bütün zenginliklerin ete kemiğe bürünmüş ifadeleriydi. Onları evlerinden ayırmamamız gerekirdi, tıpkı toprağından koparmamamız gereken çiçekler, filizler gibi. Oraya aitti onlar. İnsanı ait olduğu yerden kopardık; toprakla arasına taşlar, vatanıyla arasına mesafeler yerleştirdik. Sonra sönüp gittiler. Beton ve gurbet, iyi gelmedi onlara.
Ben, onların etrafına yadırgayan nazarlarla nüfuz etmeye çalışan hâllerini ve yaşadıkları bu gurbeti henüz çok küçük yaşlarda gördüm, fakat bunu şimdi fark ediyorum. Çocuk kalbimle kaderinin zirvesini yaşayan böyle bir ayrılığı nasıl anlayabilirdim. Ben, hep öyle olacak, onlar hep durduğu yerde kalacak zannediyordum. Yanılmışım, hem de nasıl yanılmışım! Bilemedim. Her gelen günle beraber toprağa koyduğumuz ihtiyarların hasreti, ait oldukları dünyanın yıkılışıyla beraber yüreğimi acıtıyor. Her şey bu kadar fâni olmalı mıydı, bilemiyorum. Ahşap evler zengin hatıraları, samimiyeti ve ihtişamıyla beraber o ihtiyarlar ve eski âlemler gibi böyle yıkılıp gitmeli miydi anlayamıyorum. Havsalam, giderek daha az tahammül ediyor her şeye. Anlıyorum ki bu yok oluş kalbimi ve ruhumu çok tedirgin etmiş.
Artık yaşadığı mekâna yabancı kalmış biri gibi merdivenleri tırmanırken “badal”ları çıktığım kadar lezzet aldığımı söyleyemem. Balkonlar da “çıkma”lar kadar safalı değil. Yeni evlerin koridorları ahşap evlerin “horsa”ları gibi davetkâr olamıyor. Ne kiremitleri tutacak “halastar”lar ne de insana taht misali mekân olacak “köşk”ler kaldı hayatımızda. Yeni evlerin kapısını kilitlerken, o boyuma göre dev gibi kalan kapıları “çıngırtlama”nın lezzetine ve mûsıkîsine ulaşamıyorum. İçlerinde koca koca dünyalar besleyen bu evlere ait sesler ve kelimeler çekilip gittikçe sessiz ama derin bir iç sızısını her gün yudum yudum içiyorum.
Kaybolan kelimeleriyle beraber Karadeniz’in eski evlerini, bir de kış boyunca yağan karın lezzetiyle hatırlıyorum ben. Bir sabah uyandığımda gözün alabildiği her yerin bembeyaz bir sükûnete erişmesi esrarlı ve cezp edici bir hadiseydi. Her sabah, hayalin avuçlarına bırakılması hasretle istenen o beyaz sessizliği büyük bir şevkle bekler ve özlerdik! Geceye kahverenginin çeşitli tonlarında emanet ettiğimiz o nefis tabiatın sabahleyin bembeyaz olduğunu görmek, kalbin ifadede aciz kalacağı sevinç zamanlarındandı. Tepeler, dağlar, harmanlar, ağaçlar beyaza mahkûm ve bir bekleyişin sessizliği içinde mütevekkil idiler. Bir mesajı vardı onların. Ruhu dolduran, kalbi kanatlandıran, zihni alabildiğine hafifleten bir mesajdı bu. Şimdi hissediyorum da biz, o çocuk ruhumuzla bile evimizin küçücük penceresinden tabiatın hal lisanıyla söylediği bir hikmeti dakikalarca dinler, dışarının birdenbire değişen şu hâline vâkıf olabilmek için tefekkürü ve hayâli kalbimize mekân edinirdik.
Yıllar sonra her şey gibi bu evler de zamana yenik düşünce içimden koca bir çığ kopuverdi. Her yıkılan ve sonra ekmek fırınlarında yakılan tahtalarının çığlık çığlığa kaldığını, sönen yıldızlar misali ateşin içinde kaybolup giden hatıraların yok olduğunu duymamak kâbil miydi? O evler, o masal devleri bir bir çekilip giderken yahut haklarında verilecek nihâî ve acımasız hükmü beklerken vefasızlığın ve kadir bilmezliğin yok ettiği onca hatıranın ağıt tutanı yine içimdeki şu çocuktu.
Yasin ŞEN