Turgut GÜLER
Yolda yürürken önünüzde, arkanızda, sağınızda, solunuzda, ağzının bütün adalelerini kullanarak yere tüküren birini gördünüz mü? Elbette görmüşsünüzdür. Nâdiratdan değil. Bu “müstekreh” hareket, artık o kadar yaygın ve sârî bir hâle geldi ki, yakında, yere tükürmeyen veyâ balgam yapıştırmayanları sınır dışı bile edebilirler. Zîrâ, ağız yoluyla çıkan ifrâzâtı, cadde ve sokakların süslenmesinde kullanmayan insan, bu mümtaz vasfımızdan mahrûm demektir ve memleketimiz dâhilinde bulunması, uygun değildir.
“Arabesk” kelimesinin delâlet ettiği, mîmârî başta olmak üzere, muhtelif san’at şûbelerine konu olan mânâyı saklı tutarak ve bu mânâya saygı duyarak, gündelik hayâtımıza hükmeden “arabesk” tavır ve zevklerin, bu “tükürme, sümkürme, geniz kazıyarak balgam yapıştırma” fiillerini beslediğine inanıyorum.
Bir zamanlar inceliği, nezâketi, rekâketi imbiklerden geçirerek huy edinen, bu huyları millî hasletler zümresine dâhil edip nesilden nesile aktaran insanlar, bizim dedelerimiz, ninelerimizdi.
Bırakın sokağa tükürmek gibi “kaba” kelimesini sevimli kılacak iğrençliği, insanlık îcâbı ağızlarına gelen mâyiyi, mendil kullanarak dışarı çıkarmayı bile medeniyet dışı gören bu nezâket haddecisi insanlar, bol kesim elbiselerinin içinde, “ifrâzât hokkası” denilen, ağzında vidalı kapak bulunan cam kaplar taşıyorlardı. Hokka kullanılacağı zaman, kalabalık içinde bulunuluyorsa, bir kabâhat işleniyormuşcasına, arkaya dönülür, sessiz ve yavaş hareketlerle çıkarılan hokkaya, yine aynı sükûnet içinde, ifrâzât boşaltılırdı. Londra’nın, Paris’in bulaşıcı hastalıklarla sarsılıp, pul pul döküldükleri yıllarda, Türk şehirlerinde ve bilhassa Istanbul’da, sağlık ve âfiyetin ber-devâm oluşunda, bu ifrâzât hokkalarının pek büyük rolü vardı.
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın, Istanbul’un Fethi’ni tâkib eden günlerde, şehri “Türk” boyasıyla boyamaya gayret ederken hazırlattığı bir vakıfnâmede, bu “azîz” şehrin bütün tükürüklerini örtecek projeyi, şahsına âit vakıf gelirleriyle desteklediğini görüyoruz. Kılıç elde, şâha kalkmış beyaz atını Boğaz sularına süren Fâtih, ne kadar “muhteşem” ve “epik” görünüyorsa, İstanbul sokaklarındaki tükürük ve balgamı kireçle kapattıran Fâtih de, aynı derecede “ahlâkî, hikemî” görünüyor.
Evet, yollara tükürmek, bir ahlâk mes’elesidir. Ahlâkî duruşumuzdaki gevşeme ve yalama olma yüzünden; tüküren insanlar, bu işi yaparken ve yaptıktan sonra, muzaffer kumandan edâlarıyla, efelene efelene yollarına devâm ediyorlar.
Böyle bir netîcenin ortaya çıkmasında, ana sınıfı seviyesindeki eğitim anlayışından, üniversite hocası bakışına kadar, hepimizin ihmâli, kusûru ve kabâhati var. Mehmed Âkif, bir def’â daha haklı çıktı:
Bizde leşden daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza!
Tükürün; belki biraz duygu gelir ârımıza!