Kırım Devlet Pedagoji Üniversitesinde, sevgili kardeşim Erdoğan Altınkaynak’ın gayretleriyle düzenlenen bir sempozyum dolayısıyla Kırım’da bulunuyor idik. (2003)
Sempozyumun bilimsel programları kadar sosyal ve kültürel yani da çok nitelikli ve takdire şayan idi. Düzenlenen sosyal programlar ve geziler vesilesiyle Kırım’ın birçok yerini gezip görme, bilgi edinme imkânı bulduk.
Sempozyum Akmesçit’te (Simferepol) idi. Ancak, Bahçesaray’ı, Sivastopol’u, Gezleve’yi, Eski Kırım’ı, Yalta’yı, Aluşta’yı, Sudak’ı da gezip gördük. Bu yerleri ve daha başka mekânların bir bölümünü de sempozyumdan sonra bir hafta daha Kırım’da birlikte kaldığımız aziz dostum Ramazan Korkmaz ile ayrıca gezdik.
Yalta gezimiz sırasında idi. Araçlardan indik ve ikili üçlü gruplar halinde yürüyerek sahile doğru gidiyorduk. Benim yanımda Ege Üniversitesinden, değerli Hocamız Fikret Türkmen vardı. Yürürken yol kenarında tezgâh açan bir satıcının tezgâhındaki meyveler arasında çok güzel bir çilek dikkatimi çekti. Şu çileğin tadına bakmadan gitmemeliyiz, diye düşündüm ve Fikret Beye, “hocam çilek çok güzel görünüyor, dönüşte şuradan biraz çilek alalım da yiyelim” dedim…
Dönüşte tam tezgâha yaklaştığımızda “Hocam işte çilek” dedim. Fikret Bey, “Ahmet ya, gel boş ver alma ondan, o Ermeniye benziyor” dedi.
Ben tereddüt ettim, alsam mı almasam mı? Çilek çok güzel görünüyor… Tam hevesim kursağımda kaldı diye düşünürken, satıcı adam, birden Türkçe olarak “Salam, Siz Türksüz mü?” dedi. Yitik hazinemi bulmuş gibi sevindim. Birincisi, adamın Türkçe konuşması, ikincisi ise bu vesileyle içimde kalmak üzere olan çilek ile müşerref olacağım içindi…
Evet, dedik, Türküz. “Türkiye’den mi geldiniz” dedi. “Evet” dedik. “Ben de Azerbaycanlıyam” dedi. Yanındaki genci göstererek “bu da oğlum” dedi.
Durduk, epeyce sohbet ettik ve ben bütün bu olup bitenleri kameraya kaydediyordum.
Ayrılma vakti geldiğinde, bir kilo çilek alacaktım, “İki kilo çilek verir misin” dedim. Çileği tartıp bir poşete koydu, verdi. Parasını uzattım, “almam, siz misafirsiniz” dedi. “Yahu yapma, etme olmaz, bak biz bir kilo alacaktık, senin Azerbaycanlı olduğunu öğrenince iki kilo aldık ki para verelim” desek de hayır almam diye tutturdu. Parayı almazsan bu çileği almayacağız dedik. Israr ettik ve sonunda, gönülsüz de olsa parayı aldı.
Ayrılırken, “kameraya bir el salla bakalım, Türkiye’ye bir sözün var mı” dedim. “Türkiye ye bütün Türklere selam söylüyorum” dedi. Bir de dedi “bir isteğim var”, “nedir” dedim. Türkiye kamandası (futbol milli takımı) herkesi yensin” dedi. Tüylerim diken diken oldu…
Milli futbol takımımızın dünya üçüncüsü olduğu (2002) dünya kupası maçlarından kısa bir süre sonraydı. Azerbaycan kökenli olup Kırım’da yaşayan bir soydaşımız, Türk milli takımının başarısıyla gurur duyuyor ve herkesi yenmesini istiyordu.
Türkiye’ye gittin mi dedim, ” yok, hiç gidemedim, ama gitmeyi çok istiyorum” dedi. “Türkiye’de tanıdığın kimse var mı”, dedim, “yok” , ama “biz de Türkük daa” dedi.
İşte Türklük, işte Türkiye sevgisi…
Ahmet BURAN; Prof.Dr. Elazığ Fırat Üniversitesi, İnsani ve Sosyal Bilimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi