Son zamanlarda bakıyorum, Avrupa Türk toplumu iki karşıt gruba ayrılmış. Her geçen gün bu ayrışma yaklaşacağına, sınırlar çiziliyor; birinin düzenlediği toplantıya diğeri katılmıyor. Birinin düzenlediği kutlamaya karşı diğeri alternatif kutlama programı düzenliyor. Biri laik demokratik cumhuriyeti ve onun kazanımlarını savunurken, diğeri ısrarla Osmanlı diyor başka bir şey demiyor.
Avrupa’daki bu inatlaşmayı, bu ayrışmayı, anlamak mümkün değil. Hâlbuki bizim adımız Türk; devlet-i ebed-müddet Türk devletidir. Lakin tarih bilinci olmayanlar, bu gerçekten habersiz, tartışmaya, tartıştıkça da ayrışmaya devam ediyor. Hâlbuki biz biiznillah (Allah’ın yaratması ile), ervah-ı ezelden beri Türküz; devlet-i ebed müddet de Türk olarak yaşayacağız.
Devlet-i ebed müddet
Kültürümüzde devlet-i ebed müddet diye bir söz var. Bu söz; Türklerin tarih boyunca ezelden ebede kurduğu devletleri anlatıyor. Bugün medeni milletler olarak karşımıza çıkan Gotları, Frankları, Tötonları, Vandalları Slavları kültürel bakımdan etkilemiş; Latin ve Elenlerin kadim kültürlerinde izler bırakan milletimizin (Bkz.: Arık 2020) Avrasya’da geniş bir coğrafyada kesintisiz bir devlet geleneği vardır. Türkiye Cumhuriyeti; Nihal Atsız’ın deyişi ile “Gökten zembille inmemiştir”. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. “Osmanlı İmparatorluğu ise İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti de Anadolu’daki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu Devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar Devleti Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu Devleti; Karahanlıların, Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparlar, Aparların Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır. Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün halinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz” (Urfallı 2016). Biz; bütün bu devletleri kuran milletin evlatları olarak ezelden ebede Türk’üz. Bugünkü vatanımız ise topyekün verilen bir kurtuluş mücadelesinden sonra Türk Milletinin hukuksal bir oluşumu olarak kurulmuş, geçmişin emaneti, gelecek kuşakların mirası bir “milli vatandır”.
Bugünkü Türk’ten anladığımız etnik olmaktan ziyade kültürel bağlılığa dayalı bir birlikteliktir (Osmanlının mirasını devralmış; Anadolu ana yurdu olan, birçok etnisiteyi bir araya getiren, kolektif bilinç oluşturmuş bir millettir. Türk; Hakkâri’de yaşayan Kürt, Sakarya’da yaşayan Boşnak, Samsun’da yaşayan Çerkez, Hemşin’de yaşayan Müslüman Ermeni’dir. Türk; cumhuriyetle birlikte anayasal bir kavram haline gelmiştir ve Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan veya bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi kucaklar; ayrıştırıcı değil, birleştiricidir. Bu anlamıyla Türk; toplumsal bilinçlenme, özgürlüğü sağlayacak bir idealdir (Çağatay 2009, s. 103 vö). Türklük bir bütünü oluşturan parçaların toplamı değildir ve milleti bu unsurların toplamından ibaret saymak yeterli değildir. Dolayısı ile Türklüğü tanımlayan kavramlardan hiçbiri ne ırk, ne toprak, ne dil tek başına bu görevi üstlenebilir. Türkiye’nin dışında, kendini Türk sayan nice topluluklar vardır. Bunlar da kendini öyle hissediyor ise Türk’tür. Aliya İzzet Begoviç; “Sırplar bize Türk derdi.” diyor. Çünkü dün Bosna’da kim Müslümansa Türk’tü; bugün de değişen bir şey yok. Müslüman iseniz Avrupalılar nezdinde zaten sarazensiniz, ötekisiniz, Türk’sünüz. Bu topraklarda öteki olmak, sizi mahzunlaştırmasın. Biz Türk olduğumuzu okuldaki öğretmenden, sokaktaki ırkçılardan öğrenmedik; mazlumun yanında, zalimin karşısında ol diyen; kanında yiğitlik, ruhunda mertlik olan bir milletin ferdi olarak doğduk; bizim için Türk olmak onur ve gurur vesilesidir.
Türk olduğunu söylemek ırkçılık değildir
Türklüğünüzü ne etnik bir kıyaslama içerisine alın ne de Türklüğünüzden uzak durun. Türklüğünü unutan, zorluklarla başa çıkma becerisini de mücadele gücünü de kaybeder. Göktürk Kağanlığının bilge veziri, İlteriş Kağan (Kutluk), Kapagan Kağan, Bögü Han ve Bilge Kağan’a baş vezirlik yapan Bilge Tonyukuk, çağlar ötesinden “Çoklar diye niye korkuyoruz ki, azız diye niye çekiniyoruz ki, hücum edelim!” derken, kendine güvenin diye mesaj veriyordu. Bu çağrıya kulak verin; kendinize güvenin. Türk olmanın ezikliğini değil, atalarımız gibi gururunu ve özgüvenini yaşayın. Bu duygu sizin kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacaktır. Türk ve Türkçülük ile uğraşanların; bu düşünceyi ayrı ayrı yerlere çekmeye çalışarak emperyalistlerin değirmenlerine su taşıyanların yanlış, ama kolaylıkla değiştirilemeyecek düşünce ve inanışlarına, hezeyanlarına aldırmayın. Ibn-i Sina’nın “İnsan, erdemli ya da rezil yaratılmamıştır. Ama ikisine de eğilimlidir; hangisi kolayına gelirse ona yönelir.” sözünü unutmayın. Türk olduğunu söylemek, ırkçılık değil; bir kimliğin ifadesi, özgüvenin dışa vurumudur.
Türk olmanın ayrıcalığı
Türk olmanın imtiyazı ve ayrıcalığı bireyin kendini Türk olarak kabul etmesinden, adaletinden, hoşgörüsü ve ahlakındangelir. Türk olmak için bir kan bağı aranmaz; aksine kederde sevinçte tasada ve kıvançta ortak hareket etme hissiyatına dayalı bir ülküdür. Kayıtsız, şartsız ve mutlak surette fedakârlık talep eden, itaat isteyen kutsal bir amaçtır (Mehmet İzzet 1969, s. 14). Dünyanın neresine giderseniz gidin, mutlaka bir yerlerde geçmişinde Anadolu kültürünün izini taşıyan, kendine Türk diyen birini bulursunuz. Türk olmasa da gittiğiniz yerde karşılaşacağınız her hangi biri ile konuşabilecek ortak bir geçmişinizin, tarihinizin, kültürel mirasınızın, milli ve manevi değerinizin olduğunu görür; asırlardır töresini ayakta tutmayı başarmış, savaşta dahi düşmanına karşı saygı ve nezaketi elden bırakmamış medeni bir milletin ferdi olmanın haklı gururunu hissedersiniz. Millet ülküdür; medeniyet ise milletler arasında ortak noktaları olan bir kavramdır. Hayatınızı ilkine göre düzenlerken ülkünüzü, ikincisinden makul olana göre tercih edersiniz.
Türk atasını, tarihini iyi öğrenmeli
Siz Türk olmanın ayrıcalığını, Türk’ün özel durumunu bilmezseniz; atanızı tanımaz, tarihinizi öğrenmezseniz, her gelen mevsimde kendisine daha sıcak bir kışlak aramaya devam eden turnalar gibi oradan oraya göç ederek yaşar gidersiniz. Bir çocuk tarihini, dilini, kültürünü atasından iyi öğrenmeli ki kökünü, ait olduğu yeri unutmasın; kendine dayatılan öğretilmeye çalışılan çaresizliğe inanıp, boş inançların tutsağı olmasın. Kişi kendini, özünü bilmez, tarihini öğrenmez ve bu yolla kimliğini oluşturamazsa, bulunduğu ortamlarda Türk olduğunu söylemekten gurur duymaz; çekinir; altından kalkamadığı hesapların tutsağı olur; zihnini kurcalayan bin bir hesabın içinden çıkamaz bulur kendini. Türk olduğunu söylerse başına gelebilecek olumsuzluklardan duyduğu endişeyle özgüvenini kaybeder; yüreği sıkılır, boğazı kurur, konuşurken dudakları titrer. Hâlbuki kim olduğunu bilir, ecdadının “Türkün kılıcı parladıkça düşmanın gözü onu görmez. Ancak Türkün kılıcı kesmez olursa düşman onu görmekle kalmaz. Ona tepeden bakar.” sözünü kulağına küpe ederse; her ortamda ve türlü şartlar altında çekinmeden “Elhamdülillah, Türk’üm!” diyecek özgüveni bulur. Bu sözü söyleyecek gücü de tertemiz mazisinden alır. Bu güç elbette bilimsel bilgiyle edinilir, eğitimle taçlanır. İyi eğitimli Türk çocuğu elde ettiği başarılar ile Ata’sının Onuncu Yıl Nutkunda dediği gibi “geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
Yurt sevgisi dikkat edilmezse, menfaat ve sömürü aracına dönüşebilir
Türk çocuğu içinde yaşadığımız çağda her zamankinden daha akıllı daha çalışkan ve daha uyanık olmak zorundadır. Yurt sevgisi, millet mefkûresi dikkat edilmezse ideolojiyle, ama çoğu zaman da inançla birleştirilerek menfaat ve sömürü aracına dönüşebilir. İnsanın maddi gerçekliği de menfaatten ibaret olduğuna göre; bu yüce duygular birleştirici değil ayrıştırıcı olmaya, millet üzerinde olumsuz etki uyandırmaya başlar. Türklerin yaşadığı bir ülkede, örneğin bir Kürt, “Kürdüm” derse, bu onun demokratik hakkı sayılır ki bu tartışılmaz, doğrudur. Arap, “Arap’ım” der sizinle inanç birliği üzerinden ümmet olur. Türk “Türk’üm” derse, ırkçı olarak değerlendirilmek bir yana, bir de kinayeli bir şekilde “İslam da Irkçılık yoktur” diye tariz edilir. Türk, Suriye’ye giderse “Uzak dur, burası Suriye toprakları” derler; ama milyonlarca Suriyeli Türk’ün yurduna gelince “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.” (Nur 42. Ayet) ayetinden hareketle “Mülk Allah’ındır; burada sadece sizin değil, bizim de yaşama hakkımız var” derler. Bir zamanlar ihanet ettikleri Osmanlının tebaası olduklarını, bu topraklarda yaşamaya hakları olduğunu söylerler.
Milliyetçilik; aidiyet hissi duyulan bir milleti sevme, milli ve manevi değerleri yaşatma ve yükseltme çabası, idealidir (Çakır 2019, s. 27). Türk çocuğu; bu idealden saparsa, İslam kardeşliği adı altında, Arap milliyetçiliği ideolojisinin çekim alanına girer. Yurt dışında “Çocuğunuza Türkçe öğretin.” deyince “Allah bize öbür dünyada Türkçe mi soracak?” diye cevap veren; ana dilini hor görüp, Arapçayı baş tacı etmeye kalkanlara söyleyecek söz bulamaz. Bu ideolojiyi benimseyen, kendini bu girdaba kaptıran Emevi-Sünni dincisi, gün gelir; Biruni’nin deyişi ile Harzemlilerin medeniyetini karanlığa gömen Kuteybe ile yarışırcasına Türklüğün düşmanı kesilir; mankurt olur. Bütün bunları görmeyen ve dahi göstermeyenler, uyarılara kulak asmayanlar ya ideolojik körlükten mustarip ya da bilgisiz ve cahildir. Bilgisizlik ve cehalet, ancak kör insanı rahatlatır. Menfaat değişince, insanın hakikati de değişir. En kıymetli değerlerinizi en anlamsız zamanlarda harcayıp kendinize ihanet etmeyin.
Türkiyeli değil Türk
Hayata ideolojik pencereden bakanların durumu da teolojik bakış açısından farklı değildir. Türkçe konuşurlar, ama Türklük bilincinden uzak, günübirlik siyasi akımın, ideolojinin sağladığı veya sağlamasını umut ettikleri beklentilerin etkisi altında kendisine “Türkiyeli” demeye başlarlar. Dili olana millet denir. Millet olanlardan -lı ekli olarak anılanlar ırk olarak mutlaka bir başka millete bağlıdırlar. Söz gelişi; Arjantinli, Meksikalı, Mısırlı, Brezilyalı denenlerin dilleri İspanyolca, Arapça ve Portekizcedir. Bütün İspanyolca konuşan milletlere “Latin”, bütün Arapça konuşanlara da Arap; Almanca konuşanlara Alman, Fransızca konuşanlara Fransız denir. Türkçe konuşanlar da Türkiyeli değil Türk’tür.
Şu gerçek, kendilerine Türk değil, Türkiyeli diyenleri uyandırır mı bilinmez, ama emperyalist ve sömürgecilerin işgal ettikleri topraklara zorla yerleştirdiği resmi diller olan İspanyolca, İngilizce, Fransızcayı konuşup yazan her Afrikalı, her Amerikalı, her Hintli aslında İspanyol, İngiliz, Fransız değildir. Bunlara ulusal kimlikleri ve dilleri unutturulmuştur. Bir Hintli veya Afrikalı anayurt, ana vatan kavramından içine doğduğu kültüre ve dile ev sahipliği yapan toprakları değil; sömürgecilerin, emperyalistlerin yurdunu anlar. Avrupalı Türk evladı kendi ata yurdunun yanına vatan edindiği yeni toprakları da koyacak, kederi ve mutluluğu yeni vatanında olanlarla paylaşacaktır. Ancak vatan dediği topraklarda kendilerine “Türkiyeli” diye kimlik yakıştıranların Türkü, anadili olan bir millet olarak görmek istemedikleri, ötekileştirmek istediklerinin bilincinde olacak ve bu tür adlandırmaların Türk ülküsünü zayıflatmayı amaçladığını unutmayacaktır. Türk, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın ebediyyen Türk olarak anılmaya devam edecektir.
Din kardeşliği
Küreselleşmenin ve Yeni Dünya Düzeni’nin siyâsî ve kültürel problemlerine, postmodern eleştiri ve söylemlerle çözüm arayan siyasal İslâm, dinî motiflere ve Müslüman kimliğine yaslanırken, millî olduğu kabul edilen söylemleri de sorgulamaya başlamıştır. Diğer kimlik siyasetlerinin işlevlerini yitirdiğine inanan bu görüş, kendi içinde bütünlüklü olduğunu iddia ettiği evren, insan ve doğa tasarımıyla millî kimlik siyasetini ve milliyetçi düşünceyi ötelemektedir (Taştan 2018, s. 11). Bir zamanlar neredeyse tartışılmadan kabul gören milliyet görüşü, bu nedenle hata olarak gösterilmeye başlanmıştır. Türkler, din kardeşliği altında “Araplaştırılma” tehlikesiyle karşı karşıyadır. Türklüğü onur; Müslümanlığı gurur olarak benimseyemeyenler, kendilerini bu serüvene kaptırırsa, içine düşeceği olumsuz hayat şartları nedeniyle hazan mevsiminde kuvvetli esen rüzgâra kapılmış yaprak misali sağa sola savrulup, taşa duvara çarpar; tedirgin, güvensiz ve kararsız kalır.
Böyle zamanlarda millet bilinci gelişmemiş; ilmiyle, sanatıyla, adalet duygusu ile olgunlaşmamış bir grup dinci ortaya çıkıp milliyetçileri tehdit ederken, kimse de “Sizin demokrasi anlayışınız yalnızca Türkler üzerine mi?” ya da “İslam’da ırkçılık bir tek Türklere mi var?” diye sormayı akıl edemez, etse de söylemeye yüreği yetmez. Hal böyle olunca; çocukluğumuzda bağırarak söylediğimiz andımız, büyüyüp hayatın gerçekleriyle yüzleştikçe bir fısıltıyla dönüşür. Unutulup gider (mi?).
Bu anlatılanlardan toplumsal ve sosyal hayatın gerçekleri açısından din ile millet veya milliyet kavramlarının birbiriyle karıştırılmaması gerekir. Milliyet, maddi ve manevi unsurların toplamıdır. Din ise kutsallık duygusu ile bu duyguyu tamamlayan inançların ve ritüellerin tümüdür. Din, milletin bağının oluşmasına etkili bir unsur olsa da kendi başına yeterli değildir. Millet, bir arada yaşamak isteyenlerin toplamıdır; vatan sevgisini, ülküdaşlığı yani amaç birlikteliğini gerektirir; milli ülke, milli ülkünün sebebi değildir (Karaca ve Güngör Ergan 2013, s. 26). Yani Türk olmak için tek bir ülkede yaşamak şart değildir. Türklük bir ideal, bir ülkü, bir dünya görüşü ve nihayetinde toplumsal ve sosyal hayatı düzenleyen bir değerler dizgesidir. Bu dizge bir zamanlar milletin hak ve hukukunu belirlerken, bugün devletin başındaki yöneticilerin de uymakla yükümlü olduğu anayasal ilkeler olarak kabul edilmektedir. Bu ilkeler, aslında Türk’ün yazılı kayda düşülmeyen kadim töresini oluşturmaktadır. Bunlar; könilik (adalet), tüzlük (eşitlik), uzluk (iyilik ve yararlılık), kişilik (hoşgörü) olarak yaşanır, yaşatılır.
İş ve aşa duyulan maddi ihtiyaçlar
Postmodern söyleme sığınanlar, Türk milliyetçiliğinin nevi şahsına münhasır karakterini görmedikleri yahut görmek istemedikleri için, onu “ırkçılık” ile açıklamaya çalışmaktadır. Türklüğün özünde bir mefkûre olduğunda ekseriyetle karar kılınmıştır. II. Meşrutiyet döneminin en buhranlı dönemlerinden bu yana Türkçülüğe ısrarla ırkçılık yaftası vurmaya çalışan muhtelif cereyanlar karşısında Türk milliyetçileri, onun bir mefkûre olduğunu ısrarla vurgulamışlardır (Taştan 2018, s. 13). Bu satırların amacı da Avrupalı Türk gençlerine bu duyguyu anlatmaktır.
Bugün Avrupalı soydaşlarımızın içine düştüğü, parçalanmışlık, bağnazlık, çaresizlik, geri kalmışlık ve daha sayılamayan nice olumsuzluk, onların eğitimsizliği ile ekonomik yetersizliğinin göstergesidir. Gençleri ve onların atasını Avrupa’ya mecbur bırakan da onların eğitimsizlikleri, iş ve aşa duydukları maddi ihtiyaçlardır. Özünü unutmama mücadelesi veren Türk evladına ister “milliyetçi”, ister “ırkçı” desinler. İsterse de Türkçülüğe “günah”, yahut “mekruh” diye karşı çıksınlar; aldırmayın, üzerinde durmayın. Kimse ile inatlaşmadan kendinize, geleceğinize yatırım yapın; gelenekselden evrensele ulaşmak, maziden atiye köprüler kurmak için eğitiminizi ihmal etmeyin. Her millete saygı duyun; her nereye giderseniz gidin, Mevlana’nın dediği gibi; “Bir ayağınız Anadolu’da olsun” ve her daim taklit eden değil; taklit edilen, örnek alınan siz olun. Siz büyük bir milletin evlatlarısınız. Bu özgüvenle, kimsenin karşısında Türk olduğunuzu söylemekten çekinmeyin; çalışıp zirveye çıktığınız gün öz yurdunuza, milletinize, bayrağınıza, tarihinize, törenize ne kadar sahip çıkarsanız, büyük bir milletin evladı, yani onların deyişi ile Gran Turco olduğunuzu göreceksiniz. Gün gelip devran döneceğini unutmayın. Ebulfez Elçibey’in dediği gibi; “Sen Türk olduğunu unutsan da düşmanın unutmaz”. Şu veya bu sebeplerle Türk olduğunuzu ifade etmekte zorlandığınız yahut irade olarak zayıf düştüğünüz an; size Türk olduğunuzu bedel ödeterek hatırlatırlar.
Tekrar etmekte yarar var; milliyet, somut bir olgu olmaktan ziyade soyut, ama ebedi bir ülküdür. Yaratan bize Türk doğmayı nasip etmiş; lakin bu onuru kendi tercihi dışında görüp, içini boşaltanlara karşı durmak da fitneye göğüs gerebilmek de ayrı bir şereftir.
Türk; Türk olmanın değerini maddi menfaatlerine, kendine sunulan veya sunulmasını umut ettiklerine göre değil; töresinden, kültürel değerlerinden oluşturduğu, ışığında herkesin kendini bulabildiği yeni bir dünya düzeni içinde Türk medeniyeti oluşturmak için çalışır. Tehlike kapıyı çaldığında, mazlumun feryadının arşa ulaştığında da Türk; varlığı gerçek ile mit arasında bir yerde tanımlanan dramatis personae’ya dönüşür (Kumrular 2008, s. 75). O dönüşüm ile özgüvenini tazeleyen Türk beklenendir; özlenendir; davet edilen, en nihayetinde çağrılandır.
Özünü öğren özgüvenini kaybetme
Her devrin adamı olup, her devir adam olmayı beceremeyen, “Küllü nefsin zâikatül mevt” sırrına erememiş, hak etmeden sahip oldukları mevkilerde tutunabilmek adına kümeleşerek, ayrımcı bir kitle oluşturanların daha güçlü oldukları yanılsaması ile günlerini gün etmeye, avunmaya çalışması sizi yanılgıya, karamsarlığa sevk etmesin. Tarihin seyri içinde dün olduğu gibi bugün de benzer durumlar yaşanıyor. Korkarım bu durum ne yarın ne de yakın gelecekte değişecek. Sabredin; özgüveninizi kaybetmeyin. Kendinizi yetersizlik, öğrenilmiş çaresizlik duygusu ile sakatlamayın. Bu duygu ile başa çıkabilmek için ya karşı tarafı ezersiniz, ya da kendinizi gereğinden fazla yüceltirsiniz. İki seçenekte de sonuç, kişiyi “ben iyiyim” duygusuna götürür ve beraber “beni seveceğiz” davranışına dönüşür.
Sizler merak edip özünüzü araştırıp, ecdadınızı tanıdıkça daha büyük işler başaracak güce sahip olduğunuzu anlayacaksınız. Yeter ki ihtiraslarınızın, günübirlik menfaatlerinizin peşinden koşarak ayrışmayın. Sizler dünya siyasetinde söz sahibi olan, gelişmelerden etkilenen değil, gelişmelere yön veren bir milletin çocuklarısınız. Avrupalı Türkler olarak Türk’ün özünü teşkil eden; bizi biz yapan değerlerimize; dilimize, dinimize ve kültürümüze sahip çıkarak, yaşadığınız ülkenin toplumsal ve sosyal hayatının gereklerini yerine getirecek hakkınızdaki önyargıları kıracak güce ve birikime sahipsiniz.
Fyodor Dostoyevski’nin dediği gibi; “İnsan olmanın sırrı kişinin yaşamasında değil; uğruna yaşayacağı bir şey olmasındadır.” O halde; uğruna yaşayacağımız Türk milleti var olsun, Tanrı Türk’e yar olsun!
Kaynaklar
Arık, Umut (2020). Türk’e Yeni Bir Dünya. İstanbul: Destek Yayınevi. ISBN 978-605-311-936-4.
Çağatay, Soner (2009). Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik: Türk Kimdir? (Islam, Secularism and Nationalism in Modern Turkey: Who is a Turk?) (Çev. Özgür Bircan). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları 274. ISBN: 978-605-399-114-4
Çakır, Mustafa (2019). Özümüz Türk Sözümüz Türkçe: Avrupalı Türklerin Türkçe, Türk Kimliği ve Eğitim Sorunları Üzerine. İstanbul: Salon Yayınları.
Karaca, Nuray; Nevin Güngör Ergan (2013). Türk Sosyologları. Mehmet İzzet ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu. Mehmet Çağatay Özdemir (Ed.). Türk Sosyologları. Eskişehir: T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2915, s. 26. E-ISBN: 978-975-06-3205-1.
Mehmet İzzet (1969), Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat: Mehmet İzzet’in Hayatı, Eserleri ve Fikirleri Hakkında Yazılanlar (Yay. Haz. Yahya Kemal Taştan). 4. Baskı: 2018 (Diğer Baskılar: 1923/1969/1981). İstanbul: Ötüken Yayınları. ISBN: 978-605-155-758-8
Kumrular, Özlem (2008). Avrupa’da Türk Düşmanlığının Kökeni: Türk Korkusu. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık. ISBN: 978-975-991-600-8
Urfalı, Ahmet (2016). Devlet-i Ebed-Müddet. İçinde: Kırmızılılar. 09.07.2020 tarihinde https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/1484-devlet-i-ebed-muddet adresinden erişilmiştir.
* Yukarıdaki yazının telif hakkı T.C. 5836 Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre yazarındır. Tümüyle alıntılanamaz. Bir bölümünden alıntı yapılacaksa kaynak belirtilmesi zorunludur.