Muharrem DAYANÇ
(Fahri Tuna, Osmanlı Medeniyetinin İzinde 40 Şehir Portresi, Hayykitap, İstanbul 2019, 192 s.)
Giriş veya mühendisten yazar olur mu?
Kendisi mühendis olup ekmeğini daha çok “kültür ve sanat yöneticiliği”nden kazanan Fahri Tuna’yı uzun zamandır kafamda bir yere oturtmaya çalışıyorum. Benim gibi klasik Türkoloji eğitimi almış, masa başında oturmayı öne çıkarıp “durağan” hayat yaşamaya alışmış birinin, onun gibi “sosyal”, “aktif”, “girişken”, “gezgin” biri hakkında fikir yürütmesi hiç de kolay değil. Zorlamadan, dillerim dolaşmadan, olumlu veyaolumsuz anlamda yanlışa sapmadan bir cevap bulma derdindeyim, içimde büyüyen “Kimdir ve yazdıklarıyla, yaptıklarıyla nereye koyabilirim Fahri Tuna’yı?” sorusuna. En son geldiğim noktayı daha yazının başında paylaşabilirim: Mühendis yazar. Türk ve dünya edebiyatına şöyle bir göz atıldığında, ekmeklerini kazandıkları mesleklerinin yanı sıra -tıpçı, hukukçu, işçi, memur, asker, esnaf, yönetici, siyasetçi, öğretmen vb.- kalemle kâğıdı da yoldaş edinenlerin çalışma alanlarından biri de bu. Matematikle dili aynı kulvarda koşturanlar bunlar, fizikle metafiziği, coğrafyayla jeolojiyi, tarihle antropolojiyi. Veyadille kimyayı, biyolojiyi, dinamiği, mukavemeti, teknik resmi… Bunların ilk akla gelenlerini bir çırpıda Hüseyin Cöntürk, Oğuz Atay, Murat Gülsoy, Orhan Pamuk, Mehmet Eroğlu, Nuri Bilge Ceylan, Cahit Koytak, Sulhi Dölek, Dostoyevski şeklinde sıralanabilir. Bunlara dikkatle bakıldığında kalem oynattıkları, proje ürettikleri her konuda birçok gelişime, değişime, dönüşüme hatta “ilk”e imza attıkları görülür. Bahsi edebiyat üzerinden biraz daha açmak gerekirse özellikle konu seçimi, yeni ve farklı yöntemlerin/tekniklerin denenmesi, dil kullanımı ve üslup bağlamında “bir mühendis yazar bakış açısı ve varlığı”ndan bahsetmek mümkün.
Tam da aradığım buydu. Farklı konular, tarzlar, dil kullanımları, dili-üslubu bazen hataya varacak kadar zorlamalar/germeler, yenilikler peşinde koşmalar, bir yerde duramamalar, çözüm odaklı olmalar, çok seslilik ve çok yönlülükler, proje üretmeler… Bütün bu özellikler benim bireysel dünyamda Fahri Tuna demek biraz da. Uzun yıllar önce yan yoldan edebiyata giren bu kalemin hem yaşadığı kente, hem nefes alıp verdiği ülkeye, hem de ait olduğu dünyaya kattıklarını gördükçe/düşündükçe kendisiyle ilgili verdiğim hüküm biraz daha pekişiyor.
Birkaç örnek
İstanbul:Osmanlı Medeniyetinin İzinde 40 Şehir Portresi’nde sahne İstanbul’la açılır. Yazar, merkeze yerleştirdiği bu şehre, diğer şehirlere bakışta “ölçüşehir” muamelesi yapar. İstanbul için yapılan “kitap”, “ülke”, “bin bir gece masalı” benzetmeleriyle başlayan yazı, bir kısmıyla, Yahya Kemal’in “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” mısraına telmih olarak görülebilecek “İstanbul Süleymaniye’de bayram namazı, Sultanahmet’te Cuma, Eyüp’te dua, Beyoğlu’nda volta, Ortaköy’de seyir, Üsküdar’da misafir odası, Piyer Loti’de kahve içimi (Bence “teras” da olabilir.)” vb. metaforlaştırmalarla devam eder. Her semtin öne çıkan niteliklerinden hareketle yapılan benzetmelerin finali; “İstanbul dünyada ‘ne aranırsa bulunacak’ tek şehirdir; ölüme çare hariç her aranan bulunur onda.” yargısıdır (s. 12). Geçmişin kültürel birikiminden ilhamla oluşturulan benzetmeler daha çok öznel yargılara yaslanır. Kitaba bir bütün olarak bakınca muzip, zeki/ironik bir bakış açısıyla karşılaşırız. Buna; “Dünyanın ilk ve en eski, en büyük ‘AVM-Alışveriş Merkezi’ Kapalıçarşı da ondadır.” tespiti örnek gösterilebilir. Bir de eleştiri. “Üsküdar’a Salacak’a oturunuz:” sözcükleriyle başlayan paragrafta F.Tuna okuyucuya Sultanahmet’ten Fatih Camii’ne varana değin karşı yakayı (Avrupa’yı) seyrettirir. Oysa Salacak’a oturan önce Kuşkonmaz’ı görmez mi? Bu Asya’yı görmezden gelmeyi F.Tuna’nın sürekli Balkanlar’a çevrili gözüne/yüzüne bağlayalım, susalım.
Adapazarı:F.Tuna’nın dünyasında Adapazarı’nın yeri ayrıdır. Bu yargıyı, buranın sadece yazarın doğduğu yer olmasına bağlamak şehre de yazara da haksızlık olur. Portrenin bütününe serpiştirilenler, yazının dil ve üslubu, yazarın tavan yapan özgüveni bu yargıyı destekler. Kapı, dinî bir yapıyla açılır; “Adapazarı’nın kalbi hiç kuşkusuz Orhan Camii’dir” (s. 47). Orhan Gazi’nin 1325’te bölgeyi fethetmesinin sembolü olan bu cami yalnız değildir. Birçoğu bugüne ulaşamasa da merkezdeki cami ile beraber “Sakarya’da tam on yedi Orhan Camii” vardır. F.Tuna, Sakarya’yı bir Osmanlı şehri olarak görmesinin zeminini göçlere bağlar; “Son bir buçuk asırda Gürcistan’dan Bosna’ya, Batum’dan Priştina’ya, Kırım’dan Selanik’e, Trabzon’dan Kırcaali’ye… Kafkasya, Rumeli ve Anadolu’nun her ilinden her ilçesinden, kimin başı dara düşse; sığınak, barınak, yığınak olan sarıp sarmalayan şehrin adıdır Adapazarı” (s. 47-48). Bu durumun sağlaması da Sait Faik üzerinden yapılır: “Sait Faik’in ‘herhangi bir kıraathanede dört lisan bilmeyenin garsonluk yapamaz bizim kasabada’ dediği yerleşimin adıdır Adapazarı” (s. 48). Bakmayın Sait Faik’in böyle dediğine, bugün on yedi dilin konuşulduğu yerin adıdır Adapazarı. Adapazarı ortak paydasında bir araya toplanmak, çok dillilikten başka her konuda/anlamda çeşitliliği/renkliliği de beraberinde getirmiş. Sakarya mutfağının, folklorunun, kültürünün zenginliği bu çeşitliliğin doğal bir sonucu. Bu zenginlik ve çeşitlik 12 Eylül öncesinde bile şehrin huzuruna halel getirmemiş. Sakarya, farklılıkların huzura dönüştüğü bir proje/örnek şehirdir. F.Tuna’nın hemen hemen bütün yazılarında kendisine yer bulan tarihî şahsiyetleriyle birlikte şehrin önde gelenlerini, yazarlarını, sanatçılarını -bu arada dostlarını- tek tek sayma faslı bu portrede de kendini gösterir. Portrede, yöre türküleri de es geçilmez.
Eskişehir:Eskişehir portresi kelime oyunlarıyla başlar. Başta okuyucuya çok şey söylemeyen bu giriş “Osmanlının doğduğu” yer kavramlaştırmasıyla anlam kazanır. “Cumhuriyet’in de kurulduğu yerdir Eskişehir” göndermesiyle şehrin yakın geçmişine sıçrar F.Tuna. Bu noktada ilginç bir şey daha söyler; “Sakarya adının en çok yakıştığı yaraştığı yerin adıdır Eskişehir” (s. 101). Hemen hemen bütün yazılarında görülen şehirler, bölgeler, kişiler, tarihî hadiseler, kültürel birikimler arasında paralellik kuran F.Tuna, Eskişehir için de çarpıcı yorumlara ulaşır; “Ta Viyana’dan itibaren gerileye gerileye, çöküşün uçurumun kenarına kadar gelip döndüğümüz, son bir silkinişle tarihi yeniden yazmaya başladığımız yerin adıdır Eskişehir; Türk tarihinin ‘basübadelmevt’idir Eskişehir; Malazgirt ‘Anadolu’ya girişin adı’ysa Eskişehir de ‘Anadolu kalışın adı’dır; bu anlamda Çanakkale’ye, Malazgirt’e eştir Eskişehir” (s. 102). Geçmişten bugüne, şehrin yetiştirdiği şahsiyetleri de sayar F.Tuna. Şehir sosyolojisi ve kültürü hakkında söyledikleri de yabana atılır değildir.
Dikkatlerden sonuca gitmek
Derli toplu olması, bu kadar çok şehir portresini bir araya toplaması ve bir kitaba dönüşmesi bakımından Osmanlı Medeniyetinin İzinde 40 Şehir Portresialanın ilklerinden. Farklı coğrafya ve kültürlerden şehirleri ortak bir perspektif ve içten bir bakışla ortaya koymasıyla da öyle. “Şehirlerin de portresi olurmuş!” düşüncesini akla getirmesi ve bu konuda yol açması da kitabı özgün kılıyor. Evet, şehirlerin de portresi olurmuş!
Şimdi sıra tuttuğumuz notlarda.
Portrelerde bazen benzer bazen farklı kelimelerle aynı sonuca gidildiği ve tekrara düşüldüğü görülüyor. Tekrar, sözün gücünü arttırmak, söyleneni pekiştirmek, vurgulamak, öne çıkarmak, aydınlatmak için yapılırsa sanattır. Bu tercih, bütün portreler okunduktan sonra anlaşılıyor ki, F.Tuna üslubunun nirengi noktalarından. Şekilsel ve içeriksel tekrar ve benzerlikler de bütünüyle bu yargıya dahildir.
Kitapta okuyucunun en çok dikkatini çeken, portrelerin belki de temel niteliklerinden birinin zeminini oluşturan nüans, hemen her yazıda ele alınan bölgeyle ilgili şahıslara; coğrafî, tarihî ve kültürel zenginliklere, bu yapılırken de türkülere yer verilmesi durumudur. Mesela; Selanik ve Kütahya yazıları ağırlıklı olarak türküler üzerine kurulmuş; “Çalın Davulları” üzerinden birine, “Kütahya’nın Pınarları” üzerinden de diğerine gidiliyor. Tam da bu noktada F.Tuna’nın türkülerle ilgili bir paragrafını buraya almakta yarar var:
“Konya Kesik Çayır’dır, Afyon Karahisar Kalesi yıkılır gelir. İzmir’in kavaklarımeşhurdur, Adana’nın taşları. Antep’te hamamhayal ederiz Ordu’dadere. Beyaz giymeyizmesela Bolu’dan geçerken, biliriz çünkü söz olur. Bursa’dan geçerken zeytinyağlı yiyemeyizmesela. Üzümü sevseniz de sevmeseniz de Diyarbakır etrafındakileri ve Ankara’nın bağlarını seversiniz, biliyoruz. (Ya Gesi bağları!) Zonguldaklıların karadır kaşları, ferman yazdırırevet, Eskişehirliler ne kadar Halkalı şekeryerlerse, o kadar hasretlik çekerler. Elmayı top top yaparlar Adapazarlılar, finduk ayıklarGiresun’da kızlar. Biliriz; Bitlis’te beş minarevardır, Evreşe yolları dardır.” (s. 77)
Metin örülürken küçük küçük ayrıntılar gözden kaçabiliyor. Mesela; Bilecik’ten bahsederken “Bilecik Cemal Süreya’dır, Refik Halit’tir. Sürgündür.” denmesini ne kadar isterdim. Edirne’nin gülleri hatrıma hep; (“Edrine şehri mi bu yâ gülşen-i mevâ mıdır /Anda kasr-ı pâdişâhî cennet-i alâ mıdır?”) beytini getirmiştir. İzmit, biraz da Sefa Sirmen demekti çocukluğumda. “Gostivar, Vardar Nehri’nin doğduğu şehirdir” (s. 119) cümlesini okuduktan sonra Sakarya Nehri’nin doğduğu Eskişehir-Çifteler’deki “Sakaryabaşı” canlandı gözümün önünde.
F.Tuna hemen hemen her portresinde merkeze İstanbul’la birlikte Anadolu’yu, Anadolu coğrafyasını koyarak şehirler, nehirler, dağlar, insanlar, tarihî ve kültürel mekânlar, değişik hadise ve şahsiyetler arasında ilgiler kurar. Bu ilgiler bazen o kadar hâkim figür hâline gelir ki mesela Silistre portresi bir Tuna Nehri yazısına dönüşür. Saraybosna’da Aliya, Kırcaali’de Kırca Ali öne çıkar. Yozgat portresi üç insan üzerinden uç verir: Hamza Tekin, Hasan Duruer, Ahmet Güner Sayar.
F.Tuna’nın, Mardin’le İstanbul arasında camilerden hareketle kurduğu paralellik öğretici ve incedir:
“Ulucami Süleymaniye’dir, Şeyh Çabuk Eyüp, Şehidiye Sultanahmet’tir, Latifiye Yenicami, Sultanmelik Fatih’tir, Tuğmaner Beyazıt, Deyrul-Zaferan Manastırı da Ayasofya’sıdır Mardin’in” (s. 85).
Bolu’dan hareketle şehirlerle tarihî şahsiyetler arasında kurulan paralellikler tarih dersidir:
“Bolu Köroğlu’dur, Bolu Tokadı Hayrettin’dir, Bolu Akşemseddin’dir ve Bolu nihayet, İzzet Baysal’dır.
Her şehir bir isimse eğer; Malatya Battal Gazi, Eskişehir Yunus Emre, Ankara Hacı Bayram ise; Konya Mevlana, Maraş Nene Hatun, Kırşehir Hacı Bektaş-ı Veli ise; Bolu hiç kuşkusuz Köroğlu diyarıdır” (s. 97).
Şehir ve tatlılar arasında kurulan paralellikler de kültür dersidir:
“… Urfa şıllık tatlısıdır. Balıkesir, höşmelim. Konya saçarasıdır, Erzurum kadayıf dolması. Adapazarı kabak tatlısıdır; Çanakkale, peynir helvası… Tatlı demek baklava demektir. Baklava demekse Gaziantep demektir” (s. 130).
Portrelerin ilginç taraflarından biri, F.Tuna üzerinde Sait Faik etkisi olarak görülebilecek, şehirlerle renkler arasında kurulan bağlantıdır. F.Tuna’ya göre; “İstanbul gridir, Edirne mavi. Ankara fümedir, Konya türbe yeşili. Mardin kahverengidir, Trabzon bordo. Bursa hiç tereddütsüz, hiç şüphesiz, hiç kuşku yok ki turkuazdır” (s. 26). Portre yazarı, zihnindeki resimlerden ilham alarak konuşuyor gibidir ki okuyuculara inanmak düşer. Bir başka yazıda renkler yer değiştirir; “… maviyse İzmir, yeşilse Bursa, kahverengiyse Mardin, sarı ise Konya, turuncuysa Adana; Bolu ise hiç kuşkusuz turkuazdır” (s. 99). Ne mutlu Mardin’e ki aynı renkte sebat eder. Bir başka yerde Tarsus’u boyar F.Tuna, Orhan Veli’nin göğe fırça çalması gibi; “Tarsus’un rengi bana göre tabadır. Kiremitle turuncu arası” (s. 177). Duruma ve mevsime göre renk değiştirir İzmir; “İzmir ‘yanık tenli insanlar’ diyarıdır. Kumraldır, İzmir’e en yakın renk kuşkusuz” (s. 41). Ne diyelim, bu portreler renkli portreler efendim (Son yazısından da Tiran’ın “turuncu renkli şehir” olduğunu öğrendik. Tarsus’un Adana’nın kulakları çınlasın).
F.Tuna’yı tanıyanlar sporu ve özellikle futbolu ne kadar sevdiğini bilirler; her ne kadar o, Fatih Terim’i sevmese de. Her takımın hakkını verir (hatta rakip olarak gördüklerinin bile), iyi bir centilmendir, ama onun Sakaryasporluluğu su götürmez. Tarihini bilecek, yazacak kadar hem de.
Yemen gibi bazı portreler uzaktan uzağa yazılmış, ama F.Tuna gittiklerini; “Gittim, gördüm, gezdim, tattım…” diyerek dile getirmeyi seviyor. Şu eda/coşku okuyucunun dikkatinden kaçar mı: “En az yirmi kez gitmiş biri olarak şahidim buna. Bir keresinde kırk beş kişi bir otobüsle gelmiştik Gostivar’a” (s. 116).
F.Tuna, noktalama işaretlerini bolca kullanan yazar. Yazılarına dikkatle bakıldığında “noktalı virgül”, “üç nokta” ve “iki nokta üst üste”yi sanki daha bir fazla kullanıyor. İçten ve dıştan konuşan, konuşturan yazar portresi demek bu benim için. Dili daha anlaşılır, görünür, renkli kılmak veya. Ukalalık yapmadan okuyucuya yol göstermeyi, onunla yürümeyi seven bir yazar hatta.
Kısa, az heceli-kelimeli cümle ve paragrafları sıkça tercih ediyor F.Tuna. Kelimelerden tasarruf etmesi, az malzemeyle imge, telmih, mecaz, gönderme vb. oluşturmasıyla beni İkinci Yeniciler’le Cemil Meriç arasında bıraktı. Son karar dikkatli okuyucunun.
F.Tuna’nın portrelerinde “üçlü” kelime, kelime grubu, sıfat, isim vb. kullanımı ayrıca dikkati çekiyor. Bu “üçlemeler”, içlerinde değişik sanatçılara, edebî metinlere gönderme barındırıyor da olabilir. Bir düşünün bakalım Edirne portresinin hemen başında yer alan; “Şiir, şehir, gül; işte size Edirne” (s. 29) üçlemesi hangi Balkanlıyı akla getiriyor?
(Türk edebiyatında “portre” denilince akla gelen ilk yazarlardan biri olan Yusuf Ziya Ortaç’tan iki küçük alıntıyla bu yazarın F.Tuna üzerindeki etkisini görünür hâle getirelim:
“Üç Ahmet Haşim var: Şair Haşim, fıkra yazarı Haşim, konuşan Haşim.
Hemen söyleyeyim: Üçü de şairdi bunların.
Konuşan Haşim’in tadına doyamazdınız. Bu, tuzu, biberi, hardalı çok, iştah açıcı yemekler, baş döndürücü sert içkiler gibi bir konuşmaydı.
Onu, biraz huysuz, biraz hırçın, biraz ağulu yapan, mizacından çok talihiydi. Arkadaşlarının hepsi bir şey olmuştu: Kimi vekildi, kimi mebustu, kimi elçi… O, mülkiye mektebinde, çok sevilen, az maaşlı bir Fransızca hocasıydı sade!
O zaman, kelimeler, içinde dönen haset çarkında bileniyor ve ok oluyor, hançer oluyor, kılıç oluyordu.”
“İçimde kırık bir Rübâb, bir Rübâb-ı Şikeste, 178 telinden sesler veriyordu: Yağmur sesleri, bomba sesleri, hicran sesleri…”)
F.Tuna, mısra-ı bercesteleri çağrıştıran şablon cümleler kurmayı da, bu tür ifadeleri alıntılamayı da seviyor.
“Edirne’yi sevmek bir kültürü, bir tarihi, bir medeniyeti sevmektir” Fahri Tuna (s. 31).
“Her şey biter, Edirne bitmez” Süheyl Ünver (s. 31).
“İzmir Türkiye’nin en Batılı yüzü, en Batılı resmi, en Batılı ruhudur” (s. 40).
“Antep, Güneydoğu’nun Paris’idir” Anonim (s. 132).
F.Tuna’nın bazı anekdotları ufuk açmakla kalmaz okuyanları “hikmet” pınarının yanı başına taşır. D. Mehmet Doğan’dan mülhem; “Pek bilinmez. Ankara, İstanbul’u fetheden şehirdir” (s.16-17) yargısı, üzerine tarih tezi inşa edilecek kadar değerlidir. Gagauzların imkânsızı anlatırken; “Anca gidersin Edirne’ye” (s. 66) demelerine ne demeli?
Sıra geldi son tespite. F.Tuna, çok gezmesi, konuşması/konferans vermesi, yazması, görmesi; farklı tür ve konularda kalem oynatması; konuşma dilini kullanması; toplumun her kesimine hitap etmesi; eğitime önem vermesi; usta çırak ilişkisini sevmesi (el alması, yol göstermesi), hem devlette hem serbest olarak çalışması, dergi/gazete çıkarması, damadının edebiyatçı olması, İstanbul aşkı ile hangi Tanzimat dönemi sanatçısını akla getiriyor? Bir düşünün bakalım. Siz ne dersiniz bilmiyorum ama benim cevabım Ahmet Mithat Efendi. Konuşma dilinin ve diyalog tarzının modern anlamda en önemli ilk ustasıdır o. F.Tuna’nın Adana ve Mostar yazılarında bu şehirler, çok sözlü ve sesli bir atmosferin arkasında, adeta dekor vazifesi görürler. Yazı aracılığıyla konuşan, dinleyicileri/okuyucuları ikna etmeye çalışan metnin öznesidir (F.Tuna). Bu portrelerde F.Tuna, karşısında sanki biri varmış, ona derdini anlatmak istiyormuş, onunla sohbet ediyormuş gibi yazar. Diyaloğa yaslanan bu yazım tekniği hiç kuşkusuz Ahmet Mithat’ı akla getirir.
Mühendis bakış açısının, mizahın-ironinin at başı gittiği, gülerken öğrenmenin okurken dinlenmenin zirve yaptığı, yaşayan kelimelerden örülen canlı, samimi bir dilin öne çıktığı kitapla ilgili söyleyeceklerimizi -kendisinden rol çaldığımız- “Yandım Ali”nin hikâyesiyle bitirelim:
“…Yandım Ali bir gün yolda salına salına gidiyor. Yemin etmiş önüne ilk çıkanı pataklayacak. Karşıdan da uslu mu uslu, mülayim mi mülayim, ana kuzusu biri geliyor. Görenler merak ediyor, ne olacak bakalım diye. Bizimki yarı korkulu yarı çekingen tam geçerken kırık gürlemiş:
“Dur!” Bizimki boynu bükük, ceylan gibi korkak ürkek:
“Ne yaptım kırık ağbi?” Kırık bu, bir kusur bulacak illa. Bulacak ki dövebilsin karşısındakini, narayı yapıştırmış:
“Gölgeme bastın üleyn!..” (s. 69)
Fahri Tuna’nın da gölgesine basmaya gelmez.
Zira gölgesi bir edebiyat organizasyonunun mu, yeni bir kitap hazırlığının mı, yoksa bir kitabın editörlüğünün mü, hatta hatta Balkanlarda bir gezinin gölgesi mi bilinmez!
Danışmanlığını üstlendiği zamanın Edirne Valisi Hasan Duruer’in ona taktığı “çağdaş Malkoçoğlu” bu; nereden kükreyeceği belli olmaz.
Bu yazı;(“Fahri Tuna’nın Gölgesine Basmak -Kırk Şehir Portresi Kitabı Üzerine-”, Ihlamur Dergisi, Sayı: 84, Kasım 2019, s. 76-80.) künyesiyle yayımlanmıştır.