Medeniyet tarihçileri insanlığın en eski öğretmeninin tabiat olduğunu söylerler. Öğrenme-öğretme faailiyeti ise insanın alamet-i fârikası olan akıl melekesi etrafınca şekillenmektedir. Biz burada felsefe tarihinin akıl kavramı etrafındaki çetin tartışmalarına girecek değiliz. Akıl, ister “apriori” (verili-doğuştan) olsun, ister İngiliz “ampristlerinin” (tecrübeci) iddia ettiği gibi “boş bir levha” (tabula rasa) diye telâkki edilsin, aslında sonuç çok değişmemektedir. İdealist filozofların piri sayılan Eflatun’dan beri muhtelif tonlarda ifade edilse de aprioriyi savunanlar her ne kadar maddî âlemin realitesini ideler âlemi yanında hafife alsalar da, tecrübeyi yok farz edememektedirler.
Bunun en açık delili idealizmin önde gelen temsilcisi Hegel’in tarihi akıl addetmesinde görülür. Tarih esas itibariyle tecrübe kavramının en geniş bir ifadesi değil midir? Aynı şekilde tecrübecilerin bakış açısına göre zihin boş bir levha da olsa, yaşanıların idraki, değerlendirilmesi ve ilişkilendirilmesi için gereken zihnî cevher Kant’ın apriorisi ile örtüşmekte görülüyor. Yani tecrübeci veya idealistlerin yaptıkları sadece öncelik tercihi noktasında farklılık taşıyor.
Bizce bu iki değer insan zihninin faaliyet ve sonuç çıkarması bakımından aynı ağırlıkta bulunmaktadır.
İnsan beslenme, barınma, savunma, cinsinin devamı içgüdülerinin meydana getirdiği ihtiyaçlar penceresinden bakarak çevresini değerlendirmektedir. Çevresindeki tabiatın sunduğu imkânlar, ihtiyaçlarıyla nasıl akort edilebilecekse o yönde bir soyutlama, kavramlaştırma, anlama, öğrenme, düşünme ve yaratma faaliyetlerine geçmektedir. Bu faaliyetler, içinde bulunduğu coğrafyaya, iklime, sosyal çevreye, (eğer varsa) değerler sistemine göre şekillenmekte ve bu faktörlerdeki değişikliğe göre de farklılaşabilmektedir.
Kutuplardan Ekvator’a kadar aynı atmosferin mensubu olduğumuz halde, mevcut ısımızla uyumlu suhûnetleri fark etmeyiz. Hava sıcaklığı vücut ısımızın altına indiği vakit derece derece soğuk kavramı, üstüne çıktığında da sıcak kavramı teşekkül eder. Anlama dediğimiz olay öncelikle bize göre farklılaşma şartına bağlıdır. Tabiata dönük değerlendirmelerimiz, okumalarımız, fark kavramının öncülüğünde gerçekleşmektedir. Okuduğumuz tabiatın kanunları, en derin hayat prensibi bakımından aynı olsa da, zuhûrundaki çeşitlilik sebebiyle bizdeki fark idrakinin uygulanmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla bir kutup insanı ve toplumunun, step insanlarının, muson bölgesi insanlarının, çöl insanlarının, tropikal bölge insanlarının, dağ insanlarının… fark idraklerini bu şartlar harekete geçirir. Coğrafya, iklim, ekonomik faaliyet, tabii imkân ve tehdit algılamaları, onların birbirlerine göre farklı kültürler yaratmalarına yol açmaktadır. Vakıa “okunan” tabiat aynıdır. Aslında en geniş perspektiften bakıldığında, kuralları da aynıdır. Dahası birbirlerinin varlıklarının ortaya çıkması kadar, devamlarının sebebidirler. Eğer kültürler arasında bir problem varsa, geniş çapta mevziî yaklaşımlarının eseridir. Ancak konu sırf problem aramak şeklinde değil de bir irfan alış-verişi perspektifinden değerlendirilirse bir ortak ve büyük insanlık aklına doğru yönelinmiş de olur.
“Okuma” kavramına son yıllarda gerek Batı’da gerek İslâm dünyasında insanlığın karşılaştığı tabiî ve beşerî, soyut ve somut her türlü olayı çözümleme ve yeniden inşa anlamı verilmiştir. Bu insan düşüncesi bakımından önemli bir merhaledir. Okuma kavramı, fark etme, anlama-yorumlama kavramlarının bir sentezi olarak karşımıza çıkmaktadır.
O vakit okumak, fark etmek, anlamak, yorumlamak, öğrenmek ve düşünmek kavramları üzerinde bizim de durmamız gerekmektedir. Dünya fikir piyasaları bu konu üzerinde kafa yorar ve bulduklarını ortak insanlık değerleri havuzunda toplarken; Türk kültürü ve tarihinin kendi karakterini belirleyen değerlerini nasıl oluşturduğu, toplumun nasıl idrak ettiği de tespit edilmeli; insanlık düşüncesi gide gide bütünleşirken, kendi değerlerimizi ve bakışımızı zihnimizde berraklaştırmalıyız. Sanıyorum ki bu gayret insanlığın yararına olacaktır.
Bir dergi yazısının çerçevesini aşmamaya çalışarak, ana çizgileriyle bir göz atacak olursak, kültürümüzün bu kavramlar hakkında gayet ciddi hükümlere ulaştığını görmekteyiz.
Okumak ve yazmak kelimeleri en eski Türk tarihinden beri kullanılan kelimelerimizdendir. Ok-Yay sembolizmi ehlince bilindiği gibi gayet yaygın kullanım alanı bulmuş tipik millî sembollerimizdendir. Yay irade anlamıyla Tanrı’ya izafe edilirdi. Tanrı yay; âlem ok idi. hakan yay, halk ok; boy beyleri yay, boy halkı ok; ailede baba yay, aile üyeleri ok; nişanlılar oklu; insan tek başına alındığında da gönül yay, vücut ok sayılırdı… “Okumak” davet, bağlılığa çağrı anlamı taşırdı. Yani bir soyutlamayla, okuyan kişi aslında bilgi alanına hakan olmaya adaylığını koymuş demektir. Bilgiyi kendine davet etmiştir. Okuyan kimse bilgiyle birlikte yay (tanrısal irade) özelliği kazanmaya başlamaktadır. Yazmakla da bilginin hükümranlığını (tanrısal iradeyi) tesis etmiş sayılmaktadır. Peki bilgi nerededir? İnsan neyi okumaktadır? Okunan şey öncelikle tabiat ve insanın kendisidir. “İlim kendini bilmektir.”
Ancak okumak akılla olmaktadır. Okunanla beraber de akıl büyümektedir. “Canımız bildiklerimiz kadar büyümektedir.” Peki akıl kavramını Araplar gibi deve kösteğine teşbihle mi anlamışızdır? Çöl şartlarında deveyi Araba bağımlı tutan köstek çok hayati olduğundan onu haksız bulamayız. Ama Türkçede akıl kavramının iki adı vardı ve tamamen başka bağlamda “okunmuş” soyutlanmış ve anlamlandırılmıştır. İki akıldan ilki US, ikincisi ÖK’tür. US gafillere ve çocuklara has henüz okumayı gerçekleştiremeyen, ÖK (ÖG) (anne; öksüz; annesiz) ise ancak hikmet kavramına, aslına ulaşan insana has ve “öğrenme”nin de kökü olan akıldır. Öğrenme, aklın büyütülmesidir. Öğrenen kimse giderek varlığın geneline hükmettiğine inanılan Küllî Akıl’a kadar yükselmekte, onunla bütünleşen bir olgunluğa ulaşmaktadır.
Anlama ve okumanın ilk merhalesi olan “fark etme” ise fark kelimesinden de anlaşılacağı gibi bir değişiklik, bir miktar ayrılık ve yabancılaşma şartıyla ortaya çıkabilen, yani çokluk ve hicrana dayalı bir meleke olarak görülüyor. Fark etmek bir yanıyla kesret ve yabancılaşma üreterek, fark edileni zahiren dışlama sonucunu doğurmakta; diğer yandan da fark edilenin anlamlandırılması, ancak ilim maluma tabi olduğu için, soyutlanıp iç dünyamıza mal edilmesi esnasında bir bütünleştirmeye, ferdi planda birlik, tevhid idrakinin oluşmasını sağlayan bir içselleştirmeye sebep olmaktadır. Yani fark etme mekanizması:
1.Dışlama ve zahirde çokluk üretmedir.
2. Anlama dediğimiz bir yorumlama ve zihnî inşaya, esastan yabancısı olduğumuz anlamları bilemeyeceğimizden mana akrabalıklarının ortaya çıkmasına
3. Dolayısıyla da farkların bütünleştirildiği bir mâna dünyasının oluşmasına ve bu sonuçtan hareketle yeni fark etmelere sebep olarak, üç ana faaliyete yol açmaktadır.
Anlamak; anmak, yad eylemek, hatırlamak kök manasıyla idealistlerin “öğrenmek hatırlamaktır” hükmünü hatırlatsa da bir diğer cepheden bakıldığında bazı şartlar ışığında şekillenen bir kavramdır.
Süjenin bilgi birikimi, sosyal ve kültürel çevresi, psikolojisi, biyolojisi, ilgileri, mesleği, cinsiyeti, dikkat yoğunluğu, inanma yeteneği ve inançları, soyutlama ve eski bilgileriyle koordine alışkanlıkları gibi anlamayı tayin eden faktörler, anlamanın gerçekleşmesini sağlamaktadır. Anlatma da bunun gibidir. Muhatabın yukarıda sıralanan şartları dikkate alınmadan yapılan anlatmanın maksadı hasıl etmesi mümkün olamamaktadır. Dikkat edilirse bu faktörlerin bir kısmı a priori bir kısmı da tecrübe mahiyetindedir. Ve biz anlama adına gayret ederken anlaşılacak objenin gerçek varlığını değil; içimizde, bağlı olduğumuz sübjektif ölçülere göre bir izafi yorumunu yaratırız. Anlama mevcutlara dayalı yeni bir yorumlama ve anlam yaratma işlemi olarak gerçekleşir.
Fark etme ve anlamalarımız (yorumlama, soyutlama, kavram/anlam yaratma) arasında kurduğumuz ilişkilere biz öğrenme demekteyiz. Önemli olan öğrenmelerimizi sistematik bir dünya görüşüne göre yapılandırmamızdır. Aksi zihnî bir kaos olacaktır. Aslında baştan beri devrede olan inanç dünyamız burada da imdadımıza yetişmekte ve öğrenmelerimizin gerçekten bir can büyümesi olabilmesinde elimizden tutmaktadır.
Dilimizin kuruluşu ve onu bina eden millî akıl, Türkçeyi inceleyenleri hayran eden bir yükseklik göstermektedir. Örneğimiz düşünmek fiilidir. Düşmek kökünden -n- dönüşlülük ekiyle yapılan bu fiil, hareketi, sujeden yine sujeye yönlendirmektedir. Suje-obje ikiliğini bertaraf etmektedir. Düşünen kimse kendi içine düşmektedir. Yani kelime bize, zımnî anlamıyla büyük bir teselli veriyor: “Müşküllerinizin cevabı sizdedir, içinizdedir. Oraya düşer, iner ve oradaki gizli bilgi hazinesini araştırırsanız çareyi orada bulursunuz!” diyor.
Yazıyı daha fazla uzatmadan sözü bağlayacak olursak, genel geçer bir kesin gerçeklik mümkün olmadığına göre, sübjektivitelerimizi fark aleminin tabiî bir uzantısı olarak kabul etmeliyiz. Farklara saygı ortak paydalarımızı ortadan kaldırmaz. Alman idealizmindeki homojen toplum yaratma projesi farkı imha etmesi yönüyle çok tenkit görmüştür. Farkların yok edilmeye çalışılması, sürekli hareket eden yani her an her noktada farklılaşan varlık alemine, başlangıcı akıl zaafiyeti, sonu hüsran olacak bir savaş açmaktır. O sebeple ideolojiler devri kapanmıştır, sürüyor görünenlerin de başarı şansları yoktur. Globalleşme, farklara saygılı bir bütüncülük olmayıp yine bir homojen dünya yaratma ideolojisi ise geleceği yoktur.
Niyazi-i Mısri’nin ifadesiyle Tevhid, cem ve fark idraklerinin bütünleştirilmesinden doğar. Mısri’nin kasdı herhalde ferdi dünyamız olmalıdır. Yoksa o, Tevhid’in bilfiil, olmakta olan, zaten öyle, kendinde kendi bir yapı taşıdığını çok iyi bilenlerdendir.