İnsana kadar gelen hayatın yaratıcılığı doğadan insan türüne aktarılır. Hatta doğada da yaratıcılık daimidir ve her an yeni ve farklı olanla karşılaşma imkânı vardır. İnsan varlığındaki doğadaki canlılığı aşan tinsellik de aslında canlılık zeminine dayanır. Bu zeminden hareketle insan, kendi dünyasını oluşturur. Manevi (tinsel) hayat, bir bakıma kültür hayatı, tarihin ortaya koyduğu hayat maddi-canlı bir zemin üzerinde yükselir. Nasıl ki canlı hayat farklılaşarak zenginlik kazanıyor ve doğadaki yaratıcılık anlamlı hale geliyorsa kültür hayatında da (dil, din, sanat, fikir, hukuk, gelenek-görenek) farklılaşmanın olması kadar doğal bir şey yoktur.
*****
Prof. Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN
Birlikten doğan farklılıklar, farklılıktan doğan birlikler
Aynı ve başka, birlik ve çokluk, özdeşlik ve farklılık, bütün ve parça biçiminde dile getirebileceğimiz kavram çiftleri, esasında birbirlerinden bağımsız düşünülebilecek kavramlar değildir. Bunlar, birbirlerine izafeten anlam kazanırlar. İlkinin olmadığı kavram dünyamızda ikincisini anlamlandırmakta zorluk çekeriz. Kavramlar arasındaki bu bağımlılık, gerçek dünyada da karşımıza çıkar. Bunun en önemli göstergesi, bu kavram çiftleri söz konusu olduğunda, yaşadığımız dünyada ortaya çıkan gerilimlerdir. Bu gerilimler, toplumsal dinamizmi sağladığı gibi çatışma ve kavgaların da nedeni olabilmektedir. Aynı, birlik, özdeşlik, bütün gibi kavramlar daha önemli ve değerli görüldüğü yerde diğerleri bozucu, yıkıcı, bölücü, ayrıştırıcı, tehlikeli olarak düşünülebilmektedir. Bütün bu karşıtlıklar, toplum söz konusu olduğunda ben ve öteki olarak ifade edilebilir. Gerçekten öteki, farklılık, başka, çokluk, parça bir tehlike midir?
Hayatın evrimi, birlik halinden farklılaşmaya, çoğalmaya doğru bir gidiş gösterir. Parçalanma, çokluk, bölünme ancak bir birlik zemininde mümkün olur. Birlikten çokluğa, farklılığa doğru gidişte her farklılık, kendi arasında tekrar bir birlik oluşturma çabasıyla yeni farklılaşmalara zemin oluşturur. İlkçağdan itibaren felsefenin de temel varlık sorunu, birlikten çokluğun nasıl çıktığı, çokluğu açıklamak için birliğe nasıl ihtiyaç duyulduğu sorusu ve sorunudur. Her şeyin aslını arama, arkhe sorunu, çokluğu birliğe dayandırma ihtiyacıdır.
Doğada yaratma ve farklılaşma
Alman Filozof Schelling, “Başlangıçta bir birlik oluşturmuş olan doğa, nasıl oldu da farklı bir varlık basamaklanması içine girdi?” diye sorar ve bunun cevabı olarak da “birlik ilkesinin karşıtı olan bölünme, polarite ya da zıt kutupluluk ilkesini” dile getirir. Doğadaki yaratmanın kaynağında bölünme denilen ilke bulunur ve her bölünme bir başka varlık basamağı oluşturur. Bu, bir amaca doğru gidiştir aynı zamanda. Doğadaki yaratma, en üst aşamadaki insana kadar devam eder ve insanda artık insan eliyle bir yaratmaya dönüşür. Bütün varlık basamakları aynı kaynaktan çıktıkları için (ki bu kaynak manevi bir ilke olan tindir ve tin, bilinçsizlikten bilinçliliğe doğru, kendi bilincine yaklaşmaya doğru bir hareket içindedir), varlıklar arasındaki fark, derece farkıdır ve farklılık asli değildir. Bu hususta bize Bergson’un Yaratıcı Evrim anlayışı yol göstericidir.
Hayatı ilerleten, maddenin içindeki hayat hamlesi anlayışı, güzel bir benzetmeyle ifade edilir. Patlamaya hazır bir top mermisi misali, dış kabuk olan maddenin içteki barutun patlamasıyla parçalanması ve etrafa dağılmasıyla hayat başlar. Etrafa yayılan her parça, patlamaya ve parçalanarak etrafa yayılmaya müsait bir durumdadır. Hayatın böyle ifadesi, hayat hamlesinin kendisini sınırlayan, durdurmak isteyen katı maddeye bir isyanıdır da.
Madde, hayatı durdurmak ister ama hayat hamlesi muhakkak surette bir imkân bulur ve maddeyi parçalar. Böyle bir durumda hayatın devamı, unsurların birleşmesi yoluyla değil tam tersine ayrılmaları, farklılaşmaları, bölünmeleri yoluyla mümkün olur. Bu, hayatın yaratıcılığıdır ve yaratıcılık, farklılaşmaya eğilim gösterir. Farklılaşma, yaratıcılığın bir sonucudur. Bu evrim esnasında türler ortaya çıkar ve her tür, hayatın yaratıcılığını kendi üzerinde durdurmak ister. Türün maddesinin özelliğidir bu, ama evrim hiçbir şekilde bir türde donup kalmaz. İnsana kadar devam eden doğal evrim, insanda yeni bir boyut kazanır. Schelling için bu yaratma sanatta kendisini gösterirken Bergson’da hayatın her alanında karşımıza çıkar.
Din, sanat, bilim, felsefe ve belki de metafizik hayat hamlesinin gerçekleştirdiği ve sezgi ile insanı yoluna devam ettirdiği alanlardır. Devam ediş, tek çizgi istikametinde değildir. Yine Bergson’un benzetmesiyle, geniş bir sokaktan meydana güçlü bir şekilde esen rüzgâr, meydana açılan pek çok sokağa dağılır. Rüzgârın her sokaktaki hızı, biçimi, şiddeti birbirlerinden farklıdır. Hayatın devamı da böyledir.
Gerek Schelling gerekse Bergson şuna işaret ederler: Hayat bir kaynaktan çıkmıştır. Kaynak, kendi içinde farklılıkları barındırandır. Patlama veya parçalanma olmadığında kaynağın sahip olduğu farklılıkların bilinmesi mümkün değildir. Hayat, böylece farklılıkların ortaya çıkmasına imkân ve izin verir ve hatta kendi kendisini buna zorlar. Schelling’de bir amaca doğru zorunlulukla olup biten her şey, Bergson’da kendiliğinden olup bitmekte ve hem mekanizm hem de finalizm reddedilmektedir. Burada bizim için değerli ve önemli olarak görülen şey, yaratıcılığın farklılıkları ve çokluğu gerektirmesidir. Bizim gündelik hayatımızda da aynı durum vardır. Farklı unsurların birleşmesi yeni ve orijinal varlıklar ortaya çıkarırken aynı unsurların birleşmesi ile yeni niteliklerden yoksun olan varlıklar ortaya çıkar. Akraba evlilikleri ile farklı olanların evliliklerinde de bunu görürüz. Hayat, farklılıkların bir araya gelmesinin yaratıcılık ve zenginlik olduğunu gösterir. Çünkü hayatın eğilimi de farklı olanları ortaya çıkarmaya yöneliktir.
İnsani dünyada farklılık
İnsana kadar gelen hayatın yaratıcılığı doğadan insan türüne aktarılır. Hatta doğada da yaratıcılık daimidir ve her an yeni ve farklı olanla karşılaşma imkânı vardır. İnsan varlığındaki doğadaki canlılığı aşan tinsellik de aslında canlılık zeminine dayanır. Bu zeminden hareketle insan, kendi dünyasını oluşturur. Manevi (tinsel) hayat, bir bakıma kültür hayatı, tarihin ortaya koyduğu hayat maddi-canlı bir zemin üzerinde yükselir. Nasıl ki canlı hayat farklılaşarak zenginlik kazanıyor ve doğadaki yaratıcılık anlamlı hale geliyorsa kültür hayatında da (dil, din, sanat, fikir, hukuk, gelenek-görenek) farklılaşmanın olması kadar doğal bir şey yoktur.
Farklılıklar, insan dünyasının potansiyelinin sonsuz oluşunun bir sonucudur. Her coğrafya, ihtiyaçları tatmin etme biçimleri, inanma, düşünme ve onları yaşama ve ifade etme tarzları aslında insanın sahip olduğu potansiyellerin değişik biçimlerde gerçekleştirilmesinden başka bir şey değildir. İhtiyaçlar aynı olmakla birlikte onları tatmin etme araç ve yolları arasında farklılıklar vardır. Araç ve yolların farklılığı değerler dünyasında da farklılıklar meydana getirir. Bu, farklı değer dünyalarının her birinin insana ilişkin bir ihtiyacın karşılanmasına yönelik gerçekleştiği ve birbirlerinden farklı değer ve kültür dünyalarının her birinin insana hitap eden yönler taşıdığı anlamına gelir. Dolayısıyla kültürler arasında iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış biçiminde hiyerarşik ilişkiler kurulması doğru görünmemektedir. Ayıplanacak bir kültürden bahsedilemez, nefret edilecek bir değer sisteminden söz edilemez. Ayıplanacak bir kültür, insana ilişkin potansiyellerin ayıplanmasıdır. Hakaret edilecek olan bir inanç, insana ilişkin potansiyellere hakaret edilmesidir.
Her birimiz bir kültür dünyası içine doğarız. Bu yönüyle insan, içine doğduğu kültür dünyasının tarihselliğinin bir sonucu olarak kimlik kazanır. İnsanın inançları, kendilerine göre davrandığı değer sistemi, dünyaya bakış tarzı ve dünya ile arasında kurduğu ilişki, bu tarihsellik tarafından belirlenir. Kültürler arası farklılıklar, insanlar arasında da farklılıkları doğurur. Farklılık ve buna bağlı olarak çoğulculuk doğal bir durumdur.
Albert Camus, “Hepimiz aynı mayanın hamuruyuz” der. Sadece piştiğimiz fırınlar farklıdır. Elbette her fırının ekmeği aynı olmaz. Ama her insanda hepimize ait bir şeyler bulunur. “Doğada ne varsa hepsi tohum olarak insanda bulunur. Hangisini beslerseniz o yeşerir” der bir Rönesans bilgesi. Şeyh Galib’in, “hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen” beyti de aynı şeyi söyler. Hal böyle olmasına rağmen farklılıklar karşısında neden saygı temelli bir davranış tarzı geliştirilememektedir?
Kendine güven
Eğer bir insanın inançlarına, değerler sistemine, kültürüne karşı bilgi temelli ve içselleşmiş bir yaşama biçimi gelişmemişse ve sahip oldukları konusunda tereddüt içindeyse, onları savunabilme gücüne sahip olmadığını düşünüyor ya da bilinçaltında böyle bir gizli düşünce taşıyorsa farklı olana açılması, onunla diyaloğa girmesi mümkün değildir. Bu tür durumlar dogmatik, fanatik ve her türlü farklılığı yasaklayıcı, ötekileştirici bir tavır gelişmesine etki eder. Nitekim ötekileştirici, nefret ettirici, yargılayıcı, mahkûm edici söylemler, farklılığın esasını bilmeyen ve kendisine güveni zayıf olanlardan kaynaklanır. Onlar saygı duyamazlar, onlar ötekileştirdikleri nispette var olabilirler. Onlar, hayatın yaratıcı hamlesini durdurmak ve varoluşu kısırlaştırmak isteyen maddenin rolüne soyunmuşlardır. Hatta onlar kendi cemaatleri, partileri, sivil toplum örgütleri, menfaat grupları, tarikatları içinde kendi fikir, inanç, değer sistemlerine ilişkin metafizik temeller bulup, bu temellerden hareketle kendilerini meşrulaştırma yoluna giderler ve farklı olan ne varsa onları sapkın, değersiz, yanlış, kâfir, hain olarak nitelemekte hiçbir sakınca görmezler. En önemlisi, onlar adaletli olamazlar ve hiçbir şeyi yerli yerine koyamazlar. Oysa onların bu tavrı, kendi temelsizliklerinden, epistemolojik boşluklarından kaynaklanmaktadır. Onun için bilgi yerine sloganı, tartışma yerine vaazı, şüphe yerine dogmayı, bilim yerine efsaneyi, felsefe ve sanat yerine din ve ritüeli koyarlar. Onlar doğanın, hayatın ve tarihin diyalektiğini kavramamış ya da bu diyalektiğe karşı oldukları için hayatın ve tarihin ilerlemesinin de engeli durumundadırlar. Bilen değil inanan, soran değil itaat eden insan isterler. Onlar, kendileri dışında hakikate sahip olabilecek hiç kimsenin olmadığını düşündükleri için jakoben olurlar. Başkasının giyimine karışırlar, okuduğu okullara laf ederler, kendileri gibi inanmayanları kâfir ilan ederler hatta öldürülmesine hükmederler. Çünkü onlar ancak bu şekilde ayakta kalabilirler. Demokratik kültürü ve başkasını içine sindiremeyen anlayış, sadece şiddet üretir. Onlar korku ütopyaları üretirler ve insanları bu korku ütopyalarına inandırırlar. Kendi davalarına herkesi ortak etmek istedikleri için başkalarının davalarına saygısızdırlar.
Benzerin benzerle birliğinde yeni bir durum ortaya çıkmaz. Farklı olanların birliği yeni bir durum yaratır. Birlik, farklı olanlar arasında ama farklılığın esasını kavramış olanlar arasında kurulabilir. Uyum, benzerler arasında değil, farklı olanlar arasında değer kazanır. Elbette ki farklılık suni ve akıl dışı, insan olmaya aykırı, doğaya yabancı, evrensel etik ilkeleri hiçe sayan marjinal grupların farklılığı değildir. Farklı olmanın çok değişik biçimleri olabilir. Farklılığın kaynaklandığı zemine dikkat edilmesi gerekir. Mesela ırk ve cinsiyet ayrımcılığı yapanlar, kadın haklarına saldıranlar, özgürlüğü kuralsızlıkla karıştıranlar, başkasına yaşama hakkı tanımayanlar ve bu tutumlarını kamusal alana taşımak isteyenler elbette doğal bir zeminden kaynaklanan farklılıklar olarak görülemez.
———————————-
Kaynak:
https://www.gazetedurum.com.tr/gundem/farkli-olup-kafir–hain–sapkin-ilan-edilenler-11236