Turgut GÜLER
Sultan Selîm-i Evvel, kırk iki yaşında Osmanlı Tahtı’na oturmuş, elli yaşında da vefât etmiştir. Sekiz yıllık saltanatına, mübâlâğasız seksen yıllık icrââtı sığdırmıştır. Babası Bâyezîd-i Velî’nin, Amasya’da Sancak Beyliği yaptığı sırada, 1470’de, bu şehirde Dünyâ’ya gelen Selîm, üç yaşının içindeyken, yine Amasya’da dedesiyle karşılaşmıştır.
1473 ilkbahârında, Uzun Hasan’a mâtûf seferine çıkan İstanbul Fâtihi, Amasya’ya, oğluna misâfir olur. Fakat en çok torununu görmek emelindedir. Rivâyet olunur ki, Sultan Mehmed Hân-ı Sânî, Yeşilırmak kıyısındaki Şehzâde Sarayı’nda torununu kucağına alır ve minik Selîm’in burnunu kendi burnuna benzetir. Istanbul’la birlikte yepyeni bir çağın da kapılarını açan Büyük Türk’ün, kucağına alıp sevdiği torunu da, müstakbel Mısır Fâtihi’dir. Fâtih’in kollarında bir Yavuz sahnesi, ne kadar müstesnâdır, ne kadar tek başınadır. Oskarlar, Nobeller, Plutzerler, bu sahnenin yanında ne kadar çâresiz görünüyorlar.
Sultan Bâyezîd-i Velî’nin ilk saltanat yıllarında Trabzon’da Sancak Beyi olan Selîm, hükümdârlıktaki büyük rakîbi Şâh İsmâil’i ürkütecek, şaşırtacak adımlar attı. Bugünkü Artvin toprakları, o zamân Şavşadistan diye biliniyordu ve Şâh İsmâil’in nüfûz sâhasında görünüyordu. Babasından alması gereken müsaade ve ruhsatı bile göz ardı ederek buraya sefer yapan Şehzâde Selîm, emrindeki askerin dilinde Selîm Şâh adıyla anılmaya başlandı. Bu isimlendirme, Şâh İsmâil’e yapılmış, mânâlı bir misilleme idi.
Menkıbelere akseden, Şehzâde Selîm’in tebdîl-i kıyâfet ederek Safevî Sarayı’na kadar girdiğinden ve hattâ Şâh’la satranç oynayıp onu mat ettiğinden bahseden manzûm, mensûr rivâyetler vardır.
Osmanlı Hânedânı’nda, hükümdâr olmuş üç Selîm olmasına rağmen, “Selîmnâme”adıyla şöhret bulan yazı nev’inde kastedilen Selîm, dâimâ Yavuz Sultan Selîm olmuştur. Pek çok Selîmnâme arasında, İdris-i Bidlisî ile Kemâlpaşazâde (İbn Kemâl)’nin kaleme aldıkları, daha bir öne çıktı. Bu arada Sa’dî Bin Abdü’l-Müteâl’in Selîmnâme’si de, dil özellikleri bakımından Dede Korkud tadındadır. Hem târîh yazıcılığının, hem de edebiyât târîhimizin müşterek semâsında, kuyruklu yıldız tarzında akıp giden pırıltılar arasında, Selîmnâmelerin çok özel bir yeri vardır. Neylersin ki, hemen her konuda olduğu gibi, bu Selîmnâme husûsunda da lâkayd kaldık. Ne zamân ki, Yahyâ Kemâl, bir edebî şâheser olan “Selîmnâme”yi kaleme aldı, tekrâr Sultân Selîm-i Evvel’in ihtişâmlı dünyâsına giriverdik. Eserin dibâcesi bile, yeni ufuklara kanat çırpmamıza yetiyor:
“Devr-i Sultân Selîm’i yazmak içün
Seyf-i meslûl kıldı hâmesini.
Halk Yahyâ Kemâl’e rahmet okur,
Gûşederken Selîmnâme’sini…”