Hasan KAYIHAN
O da Anadolu’nun buğday benizli adamlarından biriydi; bozkırların sert rüzgârları uğulduyordu yüksek alnında. Burada yaşayan yüzbinlercesi gibi…
Onlar gurbeti, yani dünyayı omuzlamışlardır; zamanı tırnaklarıyla tüketirler gün gün. Yayla çiçeği desenli heybenin kapı ardına asıldığı ilk günkü umut, hep öyle tazedir yüreklerinde. “Inşallah seneye!..” Ah o seneler… Ardı arkası gelmeyen seneler! Isimsiz, bulanık, meçhul seneler!..
Granitten birer heykel gibiydiler. Trenler dolusu kopup geldiler. O güne kadar tepeler, dağlar muhteşemdi gözlerinde; onlar kocamandı, onlar dev gibiydi sadece. Geldiler,gördüler, yutkundular… Silindirlerin, çarkların, kabloların üstüste yığılıp meydana getirdiği yeni tepeler, dağlar buldular karşılarında. Önce biraz şaşırdılar; sonra toparlanıp boğuştular, kazandılar. Artık herkes alkışlıyordu onları. “Prima, fleisiger Memet! Aferim arslanlar.. Yüzümüzü kara çıkarmadınız!..” Öyle öyle bir dev yükselttiler omuzlarında. Çalışkan elleriyle beslediler onu. Dev büyüdükçe oburlaştı, semirdi. Nice yıllarını yedi, sömürdü.
Ve bir batında beşiz doğurdu. Doğar doğmaz, karanlıklarda bestelenmiş bir şarkıya koşuldu yavrular da. “Deutschland, Deutschland.. über alles.. Türken raus!” Kulaklarına inanamadılar. Donup kaldılar.. Yutkundular.. Ve omuzları çöküverdi!
O ADAM..
O da Anadolu’nun buğday benizli adamlarından biriydi; bozkırların yüksek rüzgârı uğulduyordu onun da alnında. Onun da omuzları çöküktü. Lâkin gözleri bomboştu; oysa öteki Anadolu adamlarının, en yorgunlarının bile çakmak çakmaktı gözbebekleri. Bu adam başkaydı; hiç mi hiç benzemiyordu ötekilerine… Yürüyor…
Insanların karınca gibi kaynaştığı kaldırımda yürüyor öyle. Dünya umurunda değil.. Bilmem ne cins köpeğini kucağına almış yarı çıplak dilberler geçiyor sağından solundan.. Umurunda değil! Bedenlerini birbirine yaslamış iki genç, kaldırım ortasında sevişiyor..Onları da görmüyor adam ve çarpıyor.. Kız, pis küfürler savuruyor ardından.. Adam duymuyor; bir hayâlet gibi yürüyor öyle.. Turizm acentalarından biri Mısır’ı pazarlıyor; vitrine yüzü peçeli bir dansöz çıkartmışlar. Az ileride, sokak çalgıcılarının etrafına kümelenmiş insanlar, ritme uymuş sallanıyorlar. Ayaklarında kay-kay, mini etekli kızlar yeni bir biranın reklamını yapıyorlar; cambazca hareketlerini alkışlayan kalabalığın arasından başını bile kaldırmadan geçiyor adam. Sanki bir ceset de, mezarını arıyor.
Belediye binasının önündeki meydanda şehrin kurucusu sayılan Roma garnizonunun anısına bir çeşme yapılmış. Çevresindeki sıralar bomboş. Hava sıcak. Adam, sıralardan birine ilişiyor. Gözlerini bozuk bir musluktan dökülen su damlacıklarına dikiyor. Gözlerini kırpmadan bakıyor. Hep bakıyor..
BİR YIĞIT GURBETE DÜŞSE..
Türkü deyip geçmemeli. Nice yılların birikimi değil midir o sözler? Nice hayâllerin, hayâl kırıklıklarının?. Kederlerin?. Kaderin armağanı kederler ki, bugün senin başında, yarın benim..
Kederler içindeki adamın yanına yavaşça sokuluyorum. Selâm veriyorum. Selâmımı başıyla alıyor. “Hava sıcak..”diyorum hemen. Cevap vermiyor. Belki de duymuyor beni. Gözleri musluktan damlayan su zerreciklerinde hep. Iri, kara gözleri var. Derin, yorgun, uzak.. Basma bir gömlek giymiş, genç işi. Yakası sımsıkı ilikli. Gömleğinin üstündeki yünden örme yeleğinin rengi solmuş. Ceketinin cebinden tesbihini çıkarırken düşürüyor. Eğilip alıyorum, uzatıyorum. Yüzüme ilk o zaman bakıyor.“Sağol..”Alnı derin çizgilerle dolu. Kıpır kıpır. Birbirleriyle savaşa durmuşlar sanki. Sigara uzatıyorum. Tereddüt ediyor. Sonra alıyor. Ilk nefeste yüzünü buruşturuyor. “Bıraktıydım da..”Kendimi suçlu hissediyorum birden.
YABANCI
“Yabancı mısın?”Yabancı, buradaki adımızdır bizim. Yabancı’nın yabancısı, şehrin yabancısı demektir. “Evet..”diyorum nedense.“Nereye gideceksin?”Yalanım, telâşımı dilime veriyor. Kendi oturduğum sokağın adını söylüyorum hızla. Biraz düşünüyor.“Yürüyerek gidemezsin oraya,”diyor sonra, “şehrin dışında sayılır. Şu arka sokaktan 718 geçer. Ona bineceksin. Uedesheim yazar üzerinde. Oraya varınca, bankanın önünde in, nehre doğdu yürü..”Tut ki, doğup büyüdüğü köyde bir yeri tarif ediyor. Şimdi de şaşkınlığım yüzüme vuruyor anlaşılan. Gülümsüyor; soğuk, acı, uzak.. “Otuz yıl oldu..”diyor sadece ve içini çekiyor. Kiliselerden birinin çanı gümbürdüyor; bir tiz, bir bas..“Saat dörde geliyor..”diye söyleniyor adam. Az biraz telaşlı. Kolumu çevirip saatime bakıyorum. Dörde beş var. Adam, kalkıp gitmeyişimden işkillenmiş gibi geliyor bana. Hemen gazetemi açıyorum. Kendisini umursamıyormuşum gibi göz gezdiriyorum sayfalara.“Almanca biliyor musun?”Başımı sallıyorum gözlerimi kaldırmadan. “Kimi arıyorsun burada?”Birden benimle meraklanmasına akıl erdiremiyorum. Burada, kendini önemsetmek isteyen bir çoğumuzun yaptığını yapıyorum ben de. Bir Alman arkadaşıma gideceğimi söylüyorum. Alnındaki derin, enli çizgilerin savaşına, gür kaşlarının da katıldığını hissediyorum bakmadan. “Fatma..”diyor usulca. Bir süre susuyor. “Benim kız için çağırdılar. Tercüman getir dediler ya, kimseyi bulamadım. Zamanın varsa.. Hemen şuracıkta.. Dört buçukta..”Yüzü seyriyor, yanakları al al. Alnından ter boşanıyor birdenbire. Nefesi sıklaşıyor.
Ah bu insanlar, Anadolu’nun bu kara kuru adamları, ah! Şunca yakıcı güneşin altında, kat kat çamaşırların içinde rahatsız olmayan, terlemeyen, ama gururlarına yediremedikleri bir konuda ettikleri üç, beş kelime boyunca cehennem azapları çeken belâlılar, ah! Kimseyi bulamadın öyle mi? Bu diyârı avucunun içi gibi bilen, otuz yılda bambaşka bir dünya görüşünü ezber eden, omuzlarında dev besleyen sen, kimseyi bulamadın ha! Kimi kandırıyorsun sen? Seni pür gurur kaya parçası, seni!..
AT, AVRAT, SILAH?..
HIER SIND SIE IN DEUTSCHLAND!
Gençlik dairesindeki görevli ayakta duruyor. Belli ki kısa kesecek. “Kızınız bizde..”diyor, “onu merak etmeyin lütfen.. Onsekiz yaşına gelinceye kadar, yani iki yıl bizim gözetimimizde kalacak. Bu süre içinde, duruma göre, onu ziyaretinize izin verebiliriz. Teşekkürler!”Bu kadar. Hepsi bu kadar..
Adamın gözyaşları, yalvarmaları, benim dramatik tercümelerim hiçbir işe yaramıyor. “Merak etmeyin..”diyor görevli fazladan bir jestte bulunarak, “kızınız güzel bir şehirde, merak etmeyin!..”Önümüzden geçip koridora çıkıyor. Iyi günler diliyor ve bir başka kapıda gözden kayboluyor. Merdivenlerden inerken koluna giriyorum adamın. Inliyor. “Ah..”diyor her adımında, “ah çaldırdım yavrumu.. Çaldırdım kara gözlümü..”Yolda gelip geçenler bize bakıyorlar. Adam hiçbir şeyin farkında değil. Işte şimdi tam bir ceset.. Işte şimdi mezarını arıyor. Yürüyor, ya da daha doğrusu ayaklarını sürüyor. Iççekişleri giderek hıçkırığa dönüşüyor. Kalabalıklardan uzaklaştırmak istiyorum onu; gözyaşlarını doyasıya akıtabileceği, bağıra bağıra ağlayabileceği bir yerlere götürmek istiyorum. Şehir parkı tıklım tıklım. Kadın, erkek, üstlü, üstsüz insanlar sereserpe uzanıvermişler her yana. Parkın öte yanında şehri ikiye ayıran kanal, onun ötesinde toprak bir set üzerinde uzanan demiryolu.. Etrafı ağaçlık. Kimse gitmez gölgelik yerlere.. Bronzlaşacaklar ya! Onu oraya götürmeliyim, ama adam giderek ağırlaşıyor. Gücüm tükenmek üzere. .“Yapma böyle..”diyorum, “erkek değil misin?..”Bir başka zaman, bir başka konuda böyle söylesem, saldırır bu Anadolu köylüsü bana. Lakin o an aldırmıyor, tınmıyor. O bir ceset , o bir ölü.. Ve birden kayıyor kollarımdan, yere yığılıyor. Çekiyor, oturtmağa çalışıyorum, yok.. “Rahat bırak..”diyor ihtiyar bir kadın, “telefona koş, doktor iste..”Deli gibi koşuyorum caddeye doğru. Eh, bu ülkenin güzel taraflarından biri de bu işte. Sarı kulübeler birbirinden öyle pek uzak değil. Üç rakamlı imdat telefonlarından birini tuşluyorum. Itfaiye imiş. Ama birşey değişmiyor, “tamam..”diyor karşıdaki adam, “ilkyardıma bildiriyorum.”Gerisingeri koşuyorum. Yolumun yarısında siren seslerini duyuyorum. Ihtiyar kadın, bizimkinin başucunda bekliyor. Bir iki meraklı, dirsekleri üzerinde doğrulmuş, yattıkları yerden bakıyorlar öyle; sıradan birşeyi seyrediyorlar sanki. Ambulans parka giriyor. Iki beyaz önlüklü, hızla işe girişiyorlar. Sehbaya koyup ambulansa alıyorlar hemen. Sonra serum bağlıyorlar.“Hastaneye götüreceğiz..”diyor adamlardan biri, “siz de gelin, yardımınız olabilir.”Direksiyona geçiyor. Yanına oturuyorum. Siren sesini duyan sokağın öte ucundaki arabalar bile yolun sağına soluna çekilip hemen duruyorlar. Bu insanca kaygıdan duygulanıyorum. Bunu, arabayı kullanan hastabakıcıya da söylüyorum. “Bu arabanın içinde kendilerinin de olabileceğini biliyorlar..”diyor.
Uçar gibi varıyoruz hastaneye. Ambulans kapıya yaklaşırken birkaç beyaz gömlekli birden koşuyor bize doğru. Daha koridorlarda ilerlerken başlıyor muayene. Elbiselerini çıkarıyorlar bir yandan. Ceket yelek, gömlek, içgömleği.. Hava müthiş sıcak oysa. Adam bir deri bir kemikmiş meğer. Kaburgaları sayılıyor. Cihazlarla dolu bir odaya alıyorlar. Kollarına, gövdesine kablolar iliştiriyorlar. EKG dedikleri bu olsa gerek. Ekranda çizgiler inip çıkıyor. Beyaz gömleklilerin hareketleri yavaşlıyor. Birbirleriyle başka şeyler de konuşmaya başlıyorlar. Belliki bizimki için bir tehlike yok. “Biraz dinlensin..”diyor bölüm şefi. Birden yüzünü yaklaştırıyor adama. Kulağını ağzına dayıyor. Sonra beni çağırıyor yanına. “Ne söylüyor?”Dinliyorum.” Sayıklıyor.” “Iyi ..”diyor şef, “rahatlar. Biraz sonra kendine gelir. Siz yanında kalırsanız iyi olur.”Altıma bir sandalye veriyorlar. Çıkıp gidiyorlar sonra. Adamı dinliyorum.Çok garip bir duygu bu. Gözleri kapalı bir adam birşeyler söylüyor ve siz onu dinliyorsunuz . Sırlarını öğreniyorsunuz isteği dışında. Utanıyorum. Çıkıp gitmek istiyorum odadan. Ama doktorun sözlerini hatırlıyor ve bekliyorum.
MUSTAFA OĞLU ALI
“Saat üç.. Gecenin üçü. Ocak. Cumartesi. Hava soğuk. Yerde kar var. Arada bir gene atıyor. Şöyle lapa lapa yağsa, soğuk kırılır. Yağmıyor ama. Gökyüzüne bak hele. Mayıs böceği gibi. Tortop. Kımıl kımıl. Insanlar uyuyor bak. Bir gün yirmidört saat öyle ya. Geldiği gibi geçiverir. Bok geçer! Bir dakika bir yıl sürer. Yahu bu ne biçim soğuk? Böylesine hiç rastlamadım valla. Tomas gibi. Eşşek adam Vorarbayt oldun da şiştin değil mi? Hacı duymasın Vorarbayt dediğimi.Hacıyım demez, söver valla. Vorarbayt demek yok, ustabaşı diyeceksin. Krank, Urlaub, Kurzarbayt, arbaytlos demek yok; hasta, izin, kısa iş, işsiz diyeceksin. Biz Afrika yamyamı mıyız ey cemaat-ı müslimin, bizim lügatımız yok mu? Dilini kaybedersen dinini de kaybedersin.. Got, Allah olur mu hiç yahu? Sersem herif.. Sana demiyorum hacım, şu Tomas’a sözüm. Buz gibi adam. Yahut tam Alman. Hangisi sıcak ki zaten! Hava berbat mı, tatil mi, bayram mı, tamam, hadi bakalım Ali, du bist dran..Bir gün yirmidört saat arkadaş. Şimdi de üçü üç geçiyor. Taa ne zaman baktığımda üç idi. Üç dakika olmuş daha. Bu gece soğuk berbat. Askerdeyken, eskiden, sahi askerlik mi şimdi yaptıkları, bastır parayı, kaç.. O zaman da böyle korkunç soğuk yaptıydı kış. Bizim takım vazifedeydi. Huduttaydık. Rus hududunda. Donup öleceğim sandıydım. Komutanım gelip tokatlamıştı. Iyi adamdı komutanım. Baba adamdı. Madem anan hastaymış, git lan, dedi. Al şu parayı, git. Anacığının elini öp gel. Ben idare ederim seni. Kız mız kaçırayım deme ha..Bak o zaman tutarım zaptı, yakarım askerliğini. Iyi adamdı. Donarkenki uyku kadar tatlı hiçbir şey olmaz Ali onbaşı, diren, uyuma. Bir daha uyanamazsın valla. Ali Onbaşı!.. Buyur komutanım!.. Kimsin ulan? 2. seyyar piyade alayı, 3. tabur, 1. bölükten Ali.. Hıh,hı.. Sesimizi duyunca öte taraftakiler illâ bir kıpırdanırdı şöyle. Dalga geçerdik bol bol. Heey at hırsızları, dobra veçer, dobra veçer! Sigara alır verirdik bazen. Bir keresinde Türkçe bilene rastladıydım. Özbekim ben dedi. Gardaşız dedim, sen de Türk, ben de. Beli dedi. Haliniz ahvaliniz?. Sorma!. Atlayıver bu yana.. Ihtiyar anam var, dediydi. Ağlamaklı olduyduk ikimiz de. Bana bak Fatma!.. Rusun içinde bile dilini, dinini unutmamış millet. Sana ne oluyor böyle? Ne demekmiş burası Avrupa? Eşşeğe anırdın, kurda uludun, köpeğe havladın diye sual edilir mi kız? Türküz biz, anladın mı, Türküz!. Türk.. Türk..
Neredeyim ben? Ne arıyoruz burada? Bana birşey mi oldu delikanlı?”
Bizimkinin kendine geldiğini farkedemiyorum birden. Serum takılı kolunu kaldırınca anlıyorum ilk. Gülümsüyorum. “Geçmiş olsun! Hafif bir baygınlık geçirdiniz..” Birşeyler hatırlamaya çalışır gibi dudaklarını büzüyor. Sonra başını sallıyor iki yana. “Kızı iki yıl saklayacaklar benden..” diyor. Yüreklendirmek istiyorum. “O kadar kolay değil. Senin çocuğunu senden alamazlar öyle. Mahkemeye başvurursun..”Içini çekiyor. Başını gene iki yana sallıyor. “Zaten mahkeme kararıyla aldılar ya.” O ara içeriye bir doktor giriyor. Bazı şeyler soruyor. Sonra“birkaç gün kalsan iyi olur..” diyor. Bizimki, doğrulup oturuyor. “Yok benim birşeyim. Gideceğim..” Bölüm şefini çağırıyorlar. Itiraz etmiyor. “Sıcakta fazla dolaşmayın.. Bol sarmısaklı yoğurt yiyin. Seversiniz değil mi?.” Bizimki, Şef’in söylediklerini tam anlayamıyor ve bana soruyor. Söylüyorum. Doktoru bırakıp bana anlatıyor. “Görüyor musun, daha düne kadar Sarımsak Türkler diye alay ediyorlardı bizimle. Şimdi doktorları bile yiyin diyor. Zaten bunlar çok şeyi bizden öğrendiler. Evlerinde banyo bile yoktu daha düne kadar. Tuvaletleri..”Şef doktor, sabırla konuşmanın sonunu bekliyor. Zannediyor ki rahatsızlığıyla ilgili birşeyler anlatıyor bizimki. “Bunları dışarıda konuşuruz..” diyorum. Kendi isteğiyle ayrıldığına dair bir belge imzalatıyorlar. Çıkıyoruz. “Sana çok zahmetler verdim delikanlı..” diyor dışarıda. “Vakit geç oldu. Bu saatten sonra Almanın evine gidilmez. Şimdi bize gidelim. Yarın kendi elimle götürürüm seni oraya.”Donup kalıyorum birden. Ve görüyorum ki, itiraz etmekten başka çârem yok. Ona yalan söylediğimi, bu şehirde oturduğumu nasıl söylerim bunca olanlardan sonra? Kolumdan tutuyor. Beni bu saatte Almanan evine bırakmamaya kararlı olduğunu görüyorum. O an sırtımdan aşağıya soğuk bir ter boşanıyor. Küçük bir yalan, içinden çıkamayacağım bir labirente tıkıyor beni. Geri dönülmez bir yere gelip saplanmaktansa, ona gecikmeden doğruyu söylemenin daha yararlı olacağını hissediyorum birden. “Bakın..” diyorum, “beni yanlış anlamayın.Siz yabancı mısınız diye sorunca, şaka olsun diye evet demiştim. Ben de bu şehirde oturuyorum.”Alnındaki enli, derin çizgiler birden karışıveriyor. Gözleri, belli bir noktada burgu gibi dönüyor, dönüyor. Ne söylediğimi bilmeden birşeyler daha mırıldanıyorum. Bir yandan da tepkisinin ne olacağını kestirmeğe çalışıyorum. Herkesten sakladığı sırrını sahtekârlıkla öğrendiğimi düşünerek, beni utanmazlık, belki de namussuzlukla mı suçlayacak acaba? “Çoluğun çocuğun var mı?”Bu beklemediğim soruya hemen cevap veremiyorum. “Evlâdın var mı, derdin de var.”.Kadere rıza göstermiş bir teslimiyetle içini çekiyor.“Var..” diyorum ben de, “ellerinden öperler…”
Konuşurken şehir merkezine nasıl geldiğimizi bile anlayamıyoruz. Arabamın olmadığını öğrenince bırakmıyor beni. Yolda bir büfenin önünde duruyor. Elinde birkaç çikolata ile dönüyor. “Küçüklere verirsin..” diyor, “kusura bakmasınlar, çarşı kapanmasaydı başka şey alırdım.”Bizim insanımız bu işte. Otuz yıldır egoizmin kucağında yaşasa da, bu! Hiç değişmesinler istiyorum; bu gönül bahçesinde yabancı kültürlerin ayrık otları köklenemesin. Resmı, gayriresmı “integrasyon” çabaları, bu ruh zenginliğini bozmasın, bozamasın istiyorum.
Peki ama Fatma?..
Böyle bir bahçede açan o dikenli gül peki?..
O acılı tohum?..
Neden, niçin, nasıl?..
Kitap okuyamıyorum. Yazamıyorum. Televizyonun karışısında oturamıyorum. Salonda dolaşıyorum öyle. Sebeb, Fatma… Ama niçin? Burada, bu şehirde, başka şehirlerde, Anadolu insanlarının buğday taneleri gibi savrulduğu Avrupa’nın başka şehirlerinde yüzlerce, binlerce Fatma yok mu? Var, biliyorum. Mustafa oğlu Ali Onbaşı’nın kızı, “burası Almanya..” demiş babasına. Doğru! Insan, başka insanlardan etkilenir, başka insanları etkiler. Bu kaçınılmaz birşeydir. Ama ya böylesi? Bir babayı, bir aileyi böyle kökünden sarsan, yıkan bir değişim? Kültür değişimi, yabancılaşmak deyip geçivermek kolay mı?
“Kapı zili..”diyor eşim. Seyirtiyorum. Biliyorum orada kimin olduğunu. Çocuklar gibi seviniyorum. Merdivenlerden gelen ayak sesleriyle bile atıyor yüreğim. “Ne iyi ettin de geldin Ali Onbaşı..” diyorum merdiven boşluğuna.“Yalnız değilim, Köroğlu da takıldı arkama.”
Ali Onbaşı’nın Köroğlu’su, bakışlarına sinmiş yaz yağmuru sonrasında ortalığa yayılan o doyumsuz toprak kokusunu olanca tazeliğiyle muhafaza eden diliyle sosyologların, psikologların lâfı ozancalaya ozancalaya söylemeğe çalıştıkları pekçok şeyi, bir tek kelime ile deyip bitiriveriyor. Fatma’yı anlatıyor:
HAYATA BIR BAŞKA ÇIĞLIK
On beş yıl gözledik. Allah vermiyor, deyip oturmadık. Doktor doktor, diyâr diyâr gezdirdi adam beni. Akrabaları, şunlar bunlar, kusur karında deyip çok kızıştırdılar, beni boşasın diye. Allah, onbeş yıl sonra sevindirdi bizi. Hele adam! Gitti geldi, döndü etrafımda. Gün saydı öyle. Allah’ımın gücüne gitmesin ya, böyle olacağına, varsın kısır karı desinlerdi önümden, ardımdan.
Deli sancılarımdan belliydi bu kızın böyle edeceği. Günüme haftalar varken başladı huysuzluğu. Çok söyledim adama, “al, götür beni anamın yanına, korkuyorum ben.”Gülü gülüverdi. “Zenginler karılarını buralara getiriyor doğursunlar diye. Deli mi oldun sen?”Eh, temizliğine, bakımına diyeceğim yok elbet. Ağacı keserlermiş de, yongam yongam dermiş.
Vakit saat gelince, düştük yola, hastaneye vardık. Adama birşeyler dediler. Bizimkinin yüzü kızardı. “Doğum sırasında içerde olmak ister misin?..”diye sormuşlar meğer. Olacak şey mi şu? Lâkin pek pişman oldum sonra, adamı yakasından tutup içeri çekmediğime. Vagul vugul bişeyler söylerler anlamam. Ağız yok dil yok. On sözden birini anlar gibiyim, anlamaz gibiyim. Öyle! Boşuna dememişler, doğum ölümün yarısı diye. Hele ilk mi, sorma! Hâsılı, kurtuldum. “Mşdchen, Mşdchen..”dediler. Kız yani. Daha evvel doktor bizimkine demişmiş de inanmadıydım ben. “Nereden bilecekmiş Allah’ın gizlediğini..”dediydim. Kızı bir güzel yıkadılar, getirip yanıbaşıma yatırdılar. “Name, Name?..”dediler. Adı demek öyle ya? Adam, kız olursa anamın adını koyarız dediydi ya, kaynanam rahmetli pek aksiydi. Adam ezmesini iyi bilirdi. O yüzden seslenmedim. Kağıda baka baka boncuk dizdiler. Soyadımızdaki harfleri de koymuşlar içine. Kızın bileğine bir güzel taktılar. Yorgunluktan uyumuş kalmışım. Kızı bebek odasına, beni başka bir odaya alıp götürmüşler de haberim olmamış. Akşam üstü memeye getirdiler. Emzirdim. “IDoymuş mu bakalım..” dediler. Alıp teraziye koydular, “tamam..”dediler. Terazi ne bilir adamın doymasını? Akıl işte! Gece inceden inceye bir bebek ağlamasıyla uyandım. Içim cız etti. Valla bu benimki, dedim kendi kendime. Kalkıp vardım. “Ağlayan kim?”dedim bakıcı kadına. “Seninki..”dedi. “Ver, doyurayım.”“Açlıktan değil,”dedi. “Hasta mı?” “Yok!”Ee, niye ağlar durup dururken bebek kısmı? “Bırak ağlasın,”dedi, “alışmasın öyle. Git yat sen.”Dönüp gittim çâresiz.
Sabah oldu uyandım. Odada iki kadın daha var. Alman. Baktım, bebeklerini kendileri alıp geliyorlar. Ben de gittim. Gece hiç farketmemişim bebek odasının büyüklüğünü. Ben deyim otuz, siz deyin kırk bebek. En büyüğü bir haftalık. Bir haftada kırk çocuk! Şuncacık kasabada hem de.. Dünya küçük, dünya küçük diyorlar ya, inanmayın! Yoksa nereye sığar bunca adam? Baktım geceki kadın gitmiş, başka biri var orada. “Hangisi?”diye sordu. Ne bileyim ben? Hepsi birbirine benziyor. Kimi ağlıyor, kimi mızırdanıyor. Adımızı sordu, söyledim. Mâlşm bunlarda soyadı moda. Herbirinin ayak ucuna yazmışlar isimlerini, doğdukları günü, saati, dakkayı, kiloyu. Kavrayıp getirdi. “Niye bu kadar çok ağlıyor bu?”dedi. Ne bileyim ben? “Aç bu..”dedi. Aç ya.. Teraziyle adam doyurulursa böyle olur işte! Sesimi çıkarmadım. Aldım, odama götürdüm. Ne acıkmış, ne acıkmış.. Göğüslerimi parçaladı enik. Deli mi, deli çekiyor. Belliki birşey bulamıyor. E, karnım zil aç. Adam da görünmedi. Ha şimdi gelir, ha şimdi, gözlerim kapıda öyle. Biraz sonra kahvaltı getirdiler. Bunların yemesinden ne olacak? El kadarcık tepsiye bir kahve kaşığı tereyağı, reçel, bir tekçe broçin, bir dilim salam koymuşlar, tamam.. Komşumuz dediydi, etleri tümden domuzdur diye. Yemedim tabii. Vakit öyle oldu, benim adam hâlâ ortalıkta yok. Yanımdaki karıların ziyaretçileri peşpeşe gidip geliyorlar. Çiçek tarlasına çevirdiler yataklarının etrafını. Içime bir gariplik çöktü, sormayın gitsin. Analı,babalı yetimlere döndüm. Vay benimkara talihim! Içim kabardı, kabardı.. Yahu, garipten bir garip bile ölse, onu açıkta komazlar. Doğum, ölümün yarısı.. Kocayken kocam bile çıkıp gelmiyor. Bu ne iştir böyle? Çektim yorganı başıma ağladım, ağladım… Baktım biri yorganın ucundan asılıyor. Benimki geldi sandım; o beni nasıl üzdüyse, ben de onu üzeyim dedim. Sımsıkı yapıştım yorgana, bırakmadım yüzümü görsün. Bir el yorganın içine girdi, saçlarımı okşuyor. Bizim herifler bilmez öyle şeyi. Yapmazlar yani. Peki, bu kim ya? Baktım, başı sımsıkı bağlı, karalar içinde yaşlıca bir kadın. “Nonne, Nonne..”dedi yanımdakiler. Elini alnıma koyuyor, gözyaşlarımı siliyor. Dudakları kıpır kıpır. Belli, dua okuyor. Iyi de ne duası bu? Lohusa kadına her bir söz iyilik getirmez, derler. “Tövbe, tövbe..”dedim içimden. Üç kulhü, bir elham okudum. Bir de kitap verdi bana. “Name, Name,”dedi. Hani, adı ne olacak denince sesimi çıkarmadıydım ya, sandılar ki, iyi birşey seçemedim daha. Isim bulacakmışım kıza oradan. Anna, Anita, Annemaria, Barbara, Beate diye uzayıp gidiyor. Aman Allah, bana sormadan bunlardan birini yazıverirlerse kızın nüfusuna!. Öğleyin almaya gittiğimde kağıdına baktım, birşey yazmamışlar.
Akşamüstü benim adam çıktı geldi. Kapıdan girer girmez odadaki kadınlardan biri, bağıra bağıra birşeyler söyledi. Adamın yüzü kıpkırmızı oldu. Hızlı konuşulunca bir şey anlayamıyorum ben. Adama sordum. Hık mık etti, söyledi sonra.“Iki gündür neredesin,”demiş, “niye yalnız bırakıyorsun karını? Hani çiçek?..”Kötü oldu benim adam. “Utanırım,”dedi, “elimde çiçekle gören olursa, utanırım valla!”Eskiden böyleydi bizimkiler. Şimdilerde ohoo! Türk pizası, işte, lâhmacun yaptırmış. Yanımdakilere de verdim. “Leka, leka..”deyip yediler.
Akşam geç vakit elinde iğne, bir adam girdi içeri. Salak salak bakındı iki yana. Sonra doğrulup bana geldi. Burnunun ucuyla mıy mıy birşeyler söyledi. Sanki benim adımı dermiş gibi geldi bana. “Ja..”dedim. Dil bilmemek zor, gözüm kör olsun. Yorganımı kaydırıverdi yana. Iğne yapacak belli de, nereden çıktı şimdi bu iğne? Şaşkın şaşkın iki yanıma bakındım. Odamdaki kadınlardan biri vagul vugul birşeyler dedi adama. Adam eğilip ayak ucumdaki kâğıda baktı, bir ıslık çaldı. Rengi kül gibi oldu. Fırlayıp gitti. Meğer yan odada bir Ispanyol kadın varmış, şeker hastası. Ona yapılıyormuş iğne. Valla öldürecekler de haberin bile olmayacak. Benim adam ertesi gün geldiğinde, “çıkar beni buradan,”dedim, “evimize götür.” “Olmaz..”demiş doktor. Kaldık çâresiz. Bir sabah, bir gürültüyle yatağımdan fırladım. Ne oluyor demeğe fırsat kalmadan sekiz, on papaz karısı odanın içine doluşuverdi. Biri ucundan, öteki kıçından kocaman bir tahta istavroz kucaklamış ikisi. Bir başkasının elinde buhurdanlık. Şangur şungur sallıyor iki yana. Ortalığı dumana boğdu. Bir başkası iki yana su püskürtüyor elindeki fısfıstan. Bağıra bağıra türkü söylüyorlar. Türkü demem lâfın gelişi, ilâhi yani. Meğer o gün, Pazarmış. Pazar, bu gâvurların Cuması demek. Geçen defa bana gelen karı da vardı aralarında. Bangur bungur çıkıp gittiler gene. Hastanede kilise de varmış meğerse. Bunlar orada yatar kalkarlarmış. Alman bu! Halikopter yeri bile yapmışlar hastanenin bahçesine. Iki defa konup uçtu ben oradayken.
İYİ Kİ DOĞDUN FATMA /VEYA/ MISAFİR İŞÇİNİN MİSAFIRİ
Ali Onbaşı, lâfı karısının ağzından alıyor: “Önceden diyeceğini sonradan diyorsun! Bana ne elin helikopterinden? Zaten bu helikopter sevdası değil mi bizi buralara çivileyen?..”Arkadaş, hâsılı Köroğlunun karnında gidip kucağında döndü çocuğumuz. Bak, benim için kızmış, oğlanmış hiç mi hiç farketmedi. Can, candır. Bizim canın eve geldiğinin ertesi günü müydü, yoksa daha ertesi mi, zırr, kapı. Iki tane kadın. Yahovacılarmış. Acaip insanlar bu Yahovacılar. Almanya’nın her yanında rastlarsın onlara. Çifter çifter dolaşırlar. Ellerinde kitaplar, ağaç gibi dikilirler sokakta saatlerce. Baktım, biri Türkçe konuşuyor. Dedim, “nerede öğrendin bizim dili?” “Türkiye’de..” “Gezmeye mi gittin?” “Yok, dil öğrenmeye.”Böyle! Meğer bizi tebriğe gelmişler. Çocuğumuz oldu ya! Nereden, nasıl duyuverdiler bilmem. Çocuk bezi, mama, tıkırdak, biberon getirmişler. Üç, beş de Türkçe kitap verip gittiler. Hâlâ gelir bunların adamları bizim eve. Konuşurlar, konuşurlar.. Tanrının Krallığı filân derler hep. Pek birşey de anlamam ya, kapına kadar gelmiş adamı kovamazsın ki.. Onlar öyle de, başkaları başka mı sanki!. Arkadaş oyuncaktı, mamaydı, kitaptı yağdı da yağdı.Gratilasyon, gratilasyon.. Hanıma dedim, sakın kullanma gelenleri ha, yarın öbürgün parasını isterler bakarsın! Meğer aşantiyonmuş gelenler. Gratis demek, aşantiyon demekmiş. Ben gratisle gratilasyonu karıştırırmışım meğer. Nereden bileceksin? O güne kadar böyle birşeyi ne görmüşüz, ne duymuşuz. Arkadaş, bankanın biri hesap cüzdanı bile yolladı kızın adına. On mark yatırmışlar, bir de yazmışlar ki, gel biriktir Fatma.. Sorma, adamın hoşuna da gidiyor böyle şeyler ha!
Ne ise, aylar ayları kovaladı derken, kız kalktı yürüdü, bıdı bıdı konuşmaya başladı. Üç yaşına basınca bizim iş arkadaşı kanıma girdi, anaokuluna yazdırttı. “Almancayı iyi öğrenir, okulda zorluk çekmez..”dedi. “Orası öyle de, daha Türkçeyi bile kıvıramıyor kız.” “Olsun..”dedi, “ikisini birden öğrenir.”Ee, niyetim okutmak.. Işçiliğin hâli malşm. Yirmi dört saatin yirmi dördünde de ayaktasın. Lâf aramızda, bizi memlekette burada çalıştırdıkları gibi çalıştırabilseydiler Türkiye Almanya’yı bile satın alırdı. Olup olacağı yumruk kadar memleket. Doğuyu satın aldılar da azıcık birşeye benzediler. Yani demem o ki, çalışmayı da çalıştırmayı da biliyor adamlar. Bizim memlekette sabahın dördünde fabrika yollarına dökülüyor mu işçi? Memur bizimkiler, memur.. Bunlar kadınmış, erkekmiş ayırmıyorlar hiç. Benimle birlikte demir çubukları omuzluyor kadın işçiler. Eh, bizde kız, kadın kıymetli valla. Dedim, okusun da ezilmesin. Madem bu iş Almancasız olmuyor, gitsin anaokuluna. Sordum, soruşturdum, bizim eve yakın varmış bir tane. Gittim, sordum.“Alırız..”dediler. Ayda otuzbeş markmış. Çay parası bile değil. “Tamam..”dedim. Önüme bir kâğıt uzattılar. “Bu ne?”dedim, “sözleşme..”dediler. Okumayı denedim, anlayamadım. Bizim Almanca elli ayaklı malum..
Ee, rastgele imza ata ata az şeyler mi geldi başımıza bu memlekette!.. Bir tarihte çamaşır makinası bozulduydu. Tamirci çağırdık. Adam, işini yarım saatte bitirdi. Kâğıt, kalem çıkardı sonra. Adındı, yılındı, evindi sordu, sordu yazdı. “Şurayı imzalayın!”Imzaladık. “Şurayı da!”Orayı da imzaladık. Makinam onarıldı, diyorum öyle ya. Aradan bir hafta geçti, geçmedi, postadan kocaman bir zarf. Açar, bakarım ki, Allah, Allah! Ulan bu neyin nesi? Yüzün kızarmadan bakamazsın valla.. Anadan doğma kadınların çeşit çeşit resimleri. Bizim kadında surat bir karış.. “Yahu çocuk olma..”diyorum,“biri getirip atmış işte kapımıza!..”Ahha, sen misin böyle diyen, bir hafta sonra bir tane daha, bir tane daha… Hem de benim adım, adresim yazılı üzerinde herbirinin. Evde tat, tuz kalmadı. Derken bir mektup.. Kafam karıştı, aldım işyerine götürdüm. Alman arkadaşlara okuttum. “Haftalık seks dergisine abone olmuşsun, 260 mark yatıracaksın..”dediler. Bir güzel de dalga geçtiler benimle. “Yahu, ben böyle birşey istemedim, nereden çıktı başımıza bu belâ?..”Şefimize bir mektup yazdırttım. Cevabında, abone sözleşmesinin fotokopisini de koymuşlar. Hem de çift imzalı. “Ödeyeceksin çâresiz..”dediler, “seneye yeniletmezsin…”Ödemem arkadaş, ödemem! Ödettiler sonunda valla, hem de noter masraflarını da koydular üstüne.
Onun için, anlamadığın kâğıda atmayacaksın imzanı. “Ben,”dedim anaokulunun müdürüne, “evde okuyayım şunu, imzalar getiririm.““Olur,”dedi. Bilmez değil ya, kendi dillerinin okumasının ayrı, yazmasının ayrı olduğunu. Bir ih diyecek, fazladan bir de c sokuşturuyorlar araya.. Oluyor sana, ben! Hani, bunlardan birine çay yaz desen, te, se, ce, ha, e, i, j.. sıralar da sıralar gayrı harfleri. Gözünü seveyim bizim Türkçenin be!.. Aldım kâğıdı, götürüp bir bilene okuttum. Vay anasını! Arkadaş, adamlar ana okulu diye papaz okulu açmışlar da, gözümün ışığı, körpecik yavrumu kendi ellerimle götürüp teslim edecekmişim meğer.. Sözleşmeye koymuşlar ki, ““Kindergarten katolik dinini çocuğa aşılamaya söz verir, onu, hıristiyanlık karakterine sahip insan olarak yetiştirir.” Valla aynen böyle! Imzalamam arkadaş, ben böyle şeyi imzalamam. Ne bu be! Arkadaşlar, “deli olma,”dediler, “bunu imzalamazsan senin çocuğunu anaokuluna almazlar.”Almasınlar!.. Almazlarsa almasınlar!.. Böyle dedim ya, bir yandan da düşünüyorum. Şimdi bu çocuk ilkokula gidecek. Mecbur, öyle ya. Peki ne yapar orada Almancadan a demesini bilmezse? Buraya ilk geldiğimiz zamanlar, yumurta satın almak için tavuk gibi az mı gıdakladık!… Bal diye az mı arı gibi vızıldadık!..
Ağız yok, dil yok çıkıp gelmişiz buraya. Ee, yiyip içeceksin.. Yiyip içeceksin de nasıl? Ne patlıcan bilirdi bunlar, ne biber, ne fasulye.. Zeytin arasan zeytin yok, peynir arasan peynir.. Bizim köyün bakkal dükkânı değil ki elin mağazası, süpermarketi.. Kocaman bina.. Herşey üstüste, altalta.. Her bir şey tek tek ambalajlı. Içinde ne var göremiyorsun. Oku ki, anlayasın.. Eh, okumasına okuyoruz da, ne mânâya geliyor, nedir, nereden bileceksin! Buraya beraber geldiğim bir arkadaş vardı. Ona, “canım pek bir bal istedi,”dedim,nasıl etsek de alsak?” “Belki şişede falandır da görür, alırız,”dedi, gittik. Dön baba, dön.. Yok! Dedim, bu böyle bakmakla olmayacak.. Orada çalışan kadınlardan birinin geçtim karşısına.. Zaten, erkek olsun, kadın olsun pek kibardılar bize karşı. Türk.. Türk derken gözlerinin için gülerdi. “Bal,”dedim kadına, parmaklarımı birleştirip dudaklarıma değdirerek.. Kadın gülümsedi. Avucunu ağzına götürüp öptü. Öpücük verdim sanıp karşılık veriyor kendince.. “Yok,”dedim,“bal, bal?..”Ağzımı açıp nam nam yaptım bu kere.. Başkaları da gelip dikildiler yanımıza. Satıcısı, müşterisi, ağzımıza bakıyorlar ne istediğimizi anlayabilmek için. Açtım kollarımı, başladım vızıldamaya sonunda. Biri, “tamam,”dedi ellerini kaldırarak. Parmağıyla bir de alnını gösterdi ki, akıllıdır, anlamıştır hemen ne istediğimizi… Seyirterek gitti, seyirterek döndü geriye. Elinde bir fısfıs.. Sineklere sıkmak için.. Müşterilerden biri, ondan daha akıllı çıktı. Eliyle benim yaptığım yeme işaretini tekrarlayarak birşeyler söyledi. Tavuk eti, kaz kanadı derken, balı bulduk sonunda. Onlar güler, biz güleriz. Arkadaş dedi ki, “gel bir de yumurta soralım.” ” Sen sor..”dedim. Bizimki yere çömelip başladı gıdaklamaya.. Hemen bir dolabın kapağını açıp gösterdiler yumurta paketlerini. Bozulmasın diye soğukta tutuyorlarmış. Onun için görememişiz meğer..
Iyi de, bu yavru da mı gıdaklayacak, vızlayacak yarın? Kalktım yeniden araştırmaya başladım. Herkes bir başka şey söylüyor. Kimi de yarım aklıyla alaya alıyor seni. Neyimiş, Alman’ın işi gücü mü yokmuş da senin çocuğunu hıristiyan yapmağa uğraşacakmış!.. Cahil adam bu bizim millet, yahu kır atın yanında duran ya huyundan, ya suyundan.. Aklıma birden konsolosluğa gidip danışmak geldi. Bir akıl verirler elbet. Arabaya atladığım gibi sürdüm, vardım. “Filân adama git,”dediler, “o bu işlerden anlar.”Gittim. Daha ben sözümü tamamlamadan, elini masaya indiriverdi. “Buyur,”dedi yanındaki adama, “iş yapmıyor, iş yapmıyor diyorlar, vatandaş bizi nelerle meşgul ediyor bak!.. Be hemşerim, ben ne karışırım senin çocuğunu hangi Kindergarten’a vereceğine, hangi marka kakao içireceğine, hangi marka pampers kullanacağına!..”Elim, ayağım zangır zangır döndüm geldim. Tam yirmi yıl uğramadım oraya. Pasaport mu uzatılacak, verdim birine yolladım. Lâkin pasaport yenileme dalgası çıkınca, tam yirmi yıl sonra kalkıp gittim.
KAF DAĞINI YARATANLAR
Şimdilerde, vatandaş velinimetimizdir, modası çıktı ya, aldırma. Lâf ebeliği bunlar. Beyzâde, paşazâde cilâ vuruyor köhnemiş tahtaya.. Tahtayı değiştir tahtayı.. Kafayı yani…
Aydın demek, mumunu yakmış adam demektir öyle ya! Yolunu mu şaşırdın; kutup yıldızıdır o, bak düzelt! Derdin var da uykuların mı kaçıyor; danış, akıl versin, ilâcın olsun!
Soğolsun, devlet baba kolunun eriştiği yere konsolosluk açmış. Kocaman kocaman binalar tutmuş, okutup yetiştirdiği adamlarımızdan düzüne düzüne yollamış buralara. Nüfusçusu, noteri, ticaretçisi, eğitimcisi, müftüsü, askeri.. var da var! Yavrular dillerini, kendilerini, vatanlarını unutmasınlar diye öğretmen üstüne öğretmen yollamış, bak. Aydın aydın adamlar yani! Ee, n’oldu ya? Herbirisi açmış odasının kapısını, müşteri gözleyen kesat bakkaliyesi gibi vatandaş bekliyor ha? Gelsin de derdine derman olayım diye?..
Yok baba, yok! Tahta hep o tahta.. Yirmi yıl aradan sonra pasaporta sebep çıkıp vardım. Eskisini verecek, yenisini alacaksın.. Ikiyüz mark da para ödeyeceksin tabii. El mecbur, ödeyeceğiz. Girdik sıraya. Bekle bekle.. Işten birkaç saat izin alıp gitmişim. Yani yorgunsun zaten. Orada beklemek daha bir beter yoruyor adamı. Sırtımı duvara dayayıvermişim bir ara.“Hey hemşerim, köy kahvesi mi belledin burayı?”Baktım, oradan oraya ayağını sürüye sürüye vakit öldüren memurlardan biri. Lâfı gediğine koyuvereceğim ya, gene de kendimi tuttum. Önümdeki arkadaş, “böyle işte,”dedi, “hem azarlanırsın, hem de pasaport başına ikiyüz mark ödersin.. Beş altı nüfuslu bir aileye kaça malolur hesapla gayrı.. Insaf lâzım valla!”Yahu, nasıl duyuverdiler bilmem.. Vay sen misin bunu söyleyen! Bozguncu herif seni! Bize mi danıştın o kadar çocuğu yaparken..Görürsün sen! Adam başına gelecekleri bilmez mi? “Estağfurullah, çok olur mu hiç! Devletimize canımız feda! Ağzımdan kaçıvermiş, tövbe!..”Arkadaş, allem ettiler, kallem ettiler, adamın işini ertesi güne salladılar. Adam, cehennem kadar yoldan gelmiş, işinden izin almış, bir daha ya alır ya alamaz, demediler. Alman öyle kolayından, hem de bedavadan izin verir mi işçisine? Bunların da dairelerine işimiz düşüyor. Onlar da âmir, memur. Böyle bir şeye rastladım diyen yalan söyler. Yabancıyı severler, sevmezler; o başka, işi başkadır adamın. “Bitte schön?”“Böyle böyle..” “Oturun lütfen!”Çik çak çik çak.. “Buyurun kağıdınızı, iyi günler!” Yalan mı?
Bizim devlet, baba değil arkadaş! Belki baba da, üvey.. Otursun kahvede pişti oynasın öyle. Saldım çayıra, Mevlâm kayıra! Olur mu birader! Ben baba diye döneceğim, sen evlâdım diye.. Babalık böyle olur. Hani kolu, kanadı olmasa ne ise.. Kocaman kocaman binalar, sürü sürü memur.. Neye yara bunlar? Damga vur, makbuz kes! Damga vur, makbuz kes! Tamam makbuzsuz olmuyor bu işler, anladık da, senin damganın gücü bir tek bana mı yetiyor arkadaş? Alman, esrarla yakalanıyor Türkiye’de. Dışişleri, içişleri, hepsi orada. Alman hapisaneleri hemşerilerimizle dolu diyorlar. Hem de ne hapisane! Sibirya zindanı gibiymiş valla. Kim arıyor garipleri, kim soruyor? Babalık böyle mi olur?
Efendi, Almanya’da doğdun mu bu devlet peşini bırakmaz senin. Her ay postadan bir kağıt. “Liebe Eltern.. Senin Kind bir aylık oldu, beş aylık oldu.. O şöyle şöyle yapacak önümüzdeki aylarda.. Sen böyle böyle yapmalısın.”Işte sana baba! Çocuğumuz olunca soluğu konsolosluğumuzda alıyoruz, Türkiye nüfusuna yazılsın diye. Herbir şeyimiz var orada. Adımız, adresimiz.. Şunca 23 Nisan bayramları, 19 Mayıslar geçti. Bir tek Allah’ın kulu Türk çocuğuna küçücük bir kart mı geldi Türkiye’den, konsolosluktan, elçilikten?.. Dünyanın çocuklarını alıp alıp götürüyorlar Türkiye’ye 23 Nisanlarda. Dünyanın tek çocuk bayramı diye hava atıyorlar. Sen elin çocuğuna hava atmayı bırak da, kendi veletlerinin elinden tutmaya bak! Çocuklarımız sevinsin, Almanya’da doğdum ama vatanım Türkiye desin. Yurtsuz, yuvasız, arkasız, kalasızım diye düşünmesin, vatanım desin, gözleri yaşarsın, yolladığın ayyıldızlı bayram kartını alıp öpsün! Hani nerede ya? Ne biçim devlet baba bu?..
Yani bu yüzden, çocuk için akıl danışmaya gitmedim oraya. Öğretmenlerden birini bulur, sorarım, dedim. Vay baba, vay.. Köyde pişti oynadığın öğretmen mi belledin beyimi? Yahu düşmez, kalkmaz bir Allah.. Sen kimsin? Yoo, öyle sen men diyemezsin beyzâdeme! Hocam buyur bir çay içelim.. Teşekkür, dokunuyor. Yalan! Maksat, senin gibi sıradan biriyle görünmeyecek ekabir! Mübarek, kendisini memlekette tapu memuru sanıyor.
CENNETIN METREKARECILERI
Ben Almanya’ya geleli, bizim tapucular eski zaman papazlarına dönmüş arkadaş!.. Bir tarihte bir parça yer aldıydım Istanbul’da. Yeşil alanmış meğer. Namussuzun komisyoncusu kandırmış beni. Tapu yaptık güya. Her şey tapucunun önündeki defterde yazılı olduğuna göre, demesi lâzım değil miydi ki, hemşerim senin adına tapıladığımız bu yer, yeşil alandır haberin olsun?.. Demedi. Komisyoncunun eli oralara kadar uzanmış belliki. Yıllarca ne vergisini ödedim, ne de sordum. Devlet de bir günden bir güne, hey vergi kaçakçısı, gel bakalım buraya, demedi. Burda, bir mark için adamın tepesine biniyorlar, bak. Bizim köyden Isbtanbul’da oturan biri, “hemşerim,”dedi,“burası Türkiye, yeşil alan da ne demekmiş! Git bak bakalım arsanın sağına, soluna, kaç katlı evler yapılmış, gör!”Vay anasını birader.. Valla, adam beşinci katı bitirmiş de altıncısına harç hazırlıyor. Madem böyle, gidip vergisini ödeyelim şunun, günün birinde işe yarayacak, belli, dedim, gittim.“Ne var?” “Vergimi ödeyeceğim.” “Dilekçe yaz, dosya açtır!” “Kime açtıracağım?” “Dışarıdaki istidacılara sor, onlar söylerler!” “Sen söyleyemez misin?” “Fazla konuşma!” “Tamam, konuşmayız..”Gittim istidacılara. Adam, bildiğin şu iki yapraklı bükme kartonun içine ik kağıt koydu, tükenmez kalemle adımı, soyadımı, adresimi yazdı, elime tutuşturdu. Çıkardım, o zamanın parasıyla beşbin lira verdim. Adam ne dese iyi?“Tarifemiz onbindir!”Bir inşaat işçisi yevmiyesi kadar yani! Iki dakikada onbin! Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar kolay para kazanılmaz valla! Verdik tabii. Dosyamızı götürüp deminki memurun önüne koyduk. Bir dosyaya bakar, bir yüzüme. Acaba yanlış birşey mi yazdı istidacı? “Sen kaç senedir neredesin?”Olanı, biteni anlattım. Kuzu kuzu dinledi. Sigara yakmak için paketine uzandı. Paket boş. Korktum ki, şimdi sigara almak için çarşıya çıkacak, hemen benimkini uzattım. “Oo,”dedi, “Malboroymuş..”Paketi önüne kendiliğimden koydum Allah var. Basbayağı rüşvet işte. Bizim kasabada da böyle oluyor bu işler. Serde Almancılık var, ne de olsa! “Madem öyle, Imar Müdürlüğüne git, kısıtlılık belgesi getir. Onsekizde bir ödersin o zaman.”Iyi iş! Gittim. “Ne var?” “Böyle böyle!” “Dilekçe yaz, dosya açtır!”Daha sorar mıyım kime diye! Usulü de, tarifeyi de biliyoruz artık. Hazırlattım, getirdim. Aşağı kattı, yukarı kattı, bizim iş kaşla göz arasında yattı! Yahu izindi, gurbetti, hasretti, dönüştü, yok! “Şimdi git, tamam olunca gelir alırsın.” “Ne zaman tamam olur?” “Bilemeyiz. Ara sıra gelir, sorarsın.” “Ama benim izin bitiyor.” “Senin problemin..” “Yahu bir yol?” “Birine noterden vekalet ver.”Dedim, kalsın be.. Arsası da batsın, vergisi de.. Ne bu yahu, para vereceğiz devlete, bin dereden su getiriyorlar.. Söylene söylene merdivenlerden aşağı inmeğe başladım. Arkamdan biri yetişti. Tamam, dedim, biraz ileri gittik herhalde, şimdi azarı yiyeceğiz. Oranın odacılarından biriymiş. “Yav, böyle kızmakla, sövmekle olmaz bu işler. Bak gurbette çile çekiyorsun, buralarda uğraşacağına gezer tozarsın işini bir an evvel bitirir de.” “Nasıl biter bu iş?” “Adamları göreceksin.” “Nasıl?” “Vereceksin üç beş kuruş?” “Kime?” “Sen bana ver, ben hallederim.” “Tarife nasıl?”Sıkı bir pazarlık otuz marka tav olduk. Arkadaş,yarım saat sürmedi, Kısıtlılık Belgesini de aldık, vergideki işlemi de bitirdik, vezneye parayı da yatırdık. Bir hesapladım, cezasıyla, gecikmesiyle devlete ödediğim vergi, yirmialtı mark.. Yahu ne biçim şey bu? Şeref, itibar, ayıp, günah vardı eskiden, çağ atlarken düşürdü mü bu millet bunları?..
Bak, dilin kemiği yok diye boşuna söylememişler. Söz nereden nereye gitti.Gün geçtikçe kızın anası söylenmeğe başladı. Güya anaokullarında yer kalmayacakmış.. Benden başka akıllı adam mı yokmuş memlekette.. Dır dır da dır dır..
KADIN KISMI MI? ISSIZ DENİZLERİN ŞAŞKIN BALIĞI…
Bak şimdi şu lâfa! Dırdırmış.. Kendisi çekip gidiyor işe. Ben çocukla kalıyor muyum tek başıma evde.. El, yol biliyor, yordam biliyor; onun için de korkmadan isteği yere girip çıkıyor. Ya ben? Adam işten gelecek de, iki lâf edeceğiz veya bilmediğimi soracağım. “Yorgunum ben.. Beni rahat bırak!”Yalan mı? Eh, gündüz öyle, akşam böyle.. Otur bakalım ağızsız dilsiz, gözsüz kulaksız.. Kız da benle beraber tabii.. Dırdır ettimse, bunun için ettim. Birinde ne olduysa, sokaklar boşalıverdi. Hava güzel, yaz.. Çocuğu evimizin arkasındaki çocuk bahçesine yolluyorum, dönüp geliyor hemen. Bir de yaramaz ki.. durduğu yerde duramıyor. Ev zaten kutu gibi. Katıp karıştırıyor ortalığı. Örgümü aldım, kızı önüme katıp parka çıkardım. Her bir şey var orada. Salıncağı da, kaymacı da, kumu da.. Oturdum bir ağacın gölgesine, örgü örmeğe başladım. Çok geçmedi bizim fırıncı çıktı geldi. Allah Allah, ne arar burada koca adam? Çoluğu yok, çocuğu yok? Doğrulup önüme geldi. “Frau..”dedi, “ne diye getirdin çocuğunu buraya?” Tövbe Yarabbi! Çocuk niçin getirilir oyun yerine? Hem ona ne bundan? Yok canım, bunların iyisi de düşman oluyor artık bize. Halbuki bu fırıncı da, karısı da iyi insanlardı. Gördükleri yerde selâm verirler, dükkânlarına gittiğimde çocuk yanımdaysa eline şeker, çikolata tutuşturmadan bırakmazlardı. Lav luv birşeyler daha söyledi, döndü gitti.Lâf dilimin ucuna geldi, gitti. “Hau ap!..”diyeceğim ya, şaşkınlıktan söyleyemedim bir türlü. Iyi ki şaşırmışım. Meğer adam, çocukla beni parkta görünce o ihtiyar haliyle hususi kalkmış gelmiş. Akşamüstü bizimki ekmek almaya sapınca,“senin kadına söyle, bir daha parka çıkmasın..” demiş. Meğer, “Çarnobil” dedikleri yer neresiyse, o gün bir şeyler olmuş orada. Atom bombası fabrikası mı patlamış, ne.. Gaz, taş değil ki düştüğü yerde kalsın. Rüzgâr sürüklemiş getirmiş buralara. Ne biçim meretse, kumluk yerlere tünermiş en çok. Kokusu yok, dumanı yok, ben nereden bileyim? Almanların radyosu, televizyonu bar bar bağırırmış, böyle böyle, sokakta çok kalmayın, çocuklarınızı dışarı yollamayın, şimdilik meyve yemeyin… O yüzden in cin top oynarmış sokaklarda.
NE ŞEHİT NE GAZİ… SADECE GURBETÇİ!
Doğru, bilmiyoruz.. Çoğu şeyi bilmiyoruz. Almanın işi hesaplı, kitaplı. Adam minareyi çalmadan kılıfını hazırlıyor. Bazen gece olsun, gündüz olsun sirenleri bir başlıyor ötmeye, vın da vın! “Kontrol, kontrol..” diyor Alman arakadaşlar. Iyi de, kimi zaman vın vın, kimi zaman vıy vıy diye ötüyor bunlar. Bazen de dolunay görmüş kurt gibi uluyorlar. Neden öyle, neden böyle? Otuz senedir bu hep böyle. Sorun bakalım bizimkilere, farkını biliyorlar mı? Iki yıl öncesine kadar ben de bilmiyordum. Bizim kız öğrenmiş de o söyledi. Meğer uzar giderse, uçaklar geliyor, bodruma kaç.. demekmiş. Yok eğer boğuk boğuk solursa, gaz maskeni tak, kapıyı, pencereyi kapat, demekmiş. Tedbir meselesi yani. Hani Saddam, Nuh dedi de peygamber demedi ya, bizim mahallenin ihtiyarları kucak kucak konserve, un, şeker taşıdılar evlerine. “N’oluyor?..”dedim birine,“savaş, savaş..”dedi. Ee, sütten ağzı yanmış adamların bir kere. Görmüş, geçirmiş memleket.. Ya bize n’olacak? Bedavadan gideceğiz. Bir gurbetçi daha ölmüş diyecekler.. Soğuk suyla yuyacaklar.. Ne doğru söylemiş şâir, bak!
ELLE GELEN -veya- O HEILIGE MUTTER/DANKE DIR, DANKE DIR
Etraftan eş dost da aynı şeyleri söylüyor. “Nerede bulacaksın kafana göre anaokulunu? Almanya’nın anaokulları ya katolik ya protestan. Müslüman kilisesi yok ki anaokulu olsun!”Baktım olacak gibi değil bastım imzayı gitti. Bastım ya, uykularım paramparça oldu haftalar boyu.. Anam rüyama girdi durdu ikide bir. Yetişin.. Fatma’mı kaçırıyorlar!.. Böyle bağırıyordu hep.
Fakat bu anaokullarını boşuna kurmamış adamlar. Arkadaş bir ay geçmedi, çocuk Almanca konuşmaya başlayıverdi. Öyle şeyler söylüyordu ki, şunca zamandır buradayım, dilimi döndürüp de söyleyemem. Lakin son zamanlarda, laterne.. laterne… diye birşey tutturdu. Yahu neyin nesi bu laterne? Soruşturdum, kâğıt fener demekmiş. Meğer anokulunda bu kâğıt fenerlerden yapıyorlarmış. Anaokulunda da, ilkokulda da, ortaokulda da mecburmuş bu. Ders programında varmış yani. Iyi de ne olacak bu fenerler? Bir bilen arkadaş, bekle, görürsün, dedi. Hani bunlar, Sankt Martin diyorlar ya, işte onun içinmiş meğer. Sankt demek, aziz demek. Aziz Martin yortusu kutlanacakmış anlayacağınız. Hani sırf fener yaptırsalar, eh dersin, elişi.. Kız evde başlayıverdi mi ilahiler söylemeye.. Derken bir mektup yolladılar. Filan gün, filan saatte anaokulunda toplanılacak. Toplandık. Haa, bir de sopa aldık mağazanın birinden. Fener sopası..Pil yeri var hususi, sopanın içinden geçen kablonun ucunda da ampul bağlı. Feneri bu sopaya taktık.. Çocukları sıraya koydular. Başlarında öğretmenleri, önlerinde bir mızıka takımı, onun da önünde ata binmiş bir papaz.. Güya, Sankt Martin oluyor bu da. En arkada biz ana babalar, başladık sokağa aşağı yürümeye.. Çocuklar ilahiler söylüyor, mızıka çalıyor, papaz elindeki haç ile tempo tutuyor. Dolan baba, dolan.. Başka anaokulları, okullar ile karşılaştık yollarda. Hadi bakalım, kim kimi bastıracak. Bağır baba, bağır.. Analar, babalar, çocuklar. mızıka, papaz.. Valla ne yalan söyleyeyim, bir ara ben de başladım avazım çıktığı kadar bağırmaya.. Heyecanlanıvermişim. Sözü uzattıkları yerde, aaa.. yahut ooo… Sonra anakoluna geri döndük. Çocukları sınıflarına aldılar, bizi de bir salona. Pastaydı, çerezdi, biraydı, şaraptı, var da var. Şarabı kaynatmışlar, sıcak sıcak veriyorlar. Ee, hava soğuk, Kasım. Kafaları çalışıyor adamların. Soğukta ne içilir? Hem boğazını, hem kanını ısıtıyor sıcak şarap. Tabii millet çabucak kafayı buldu. Oradan biri bana taktı. “Glühwein.. Glühwein..Iç! Ben Allah’a söylemem, korkma..”Baktım iyi sarhoş, sesimi çıkarmadım. Ne ise çocuklar geldiler. Ellerinde birer torba. Içleri çikolata, şekerleme dolu. Haydi gidiyoruz, dediler. Bu kere mızıkasız, papazsız yeniden yollara düştük. Çocuklar o dükkan senin, bu dükkan benim, üçer beşer doluşup başlıyorlar Sankt Martin, Sankt Martin.. ilahi söylemeğe. Sen zaten hazırlamışsın yığın yığın şekerleme, şu, bu.. Torbalarına dolduruyorsun avuç avuç.. Bizim tecrübemiz mi var? Boş torba almamışız yanımıza. Benim cepler doldu, kızın cepleri doldu. Mağazanın birinde bizim kıza torba da verdiler. Arkadaş iki elimde iki torba, ceplerim tıka basa, aksaya aksaya eve döndüm. Ben deyim yirmi, sen de otuz kilo.. Aman neler neler koymuşlar! Koca koca çikolatalar, binbir çeşit şekerlemeler, mandalinler, portakallar, oyuncaklar, kalemler, ler de ler… Kız, birini bırakıp öbürünü yiyor. Iyi, yesin de durup durup başlıyor Sankt Martin ilahisine. Bak, bak,bak! Nasıl alıştırıyor adamlar çocuklarını dinlerine! Bizim köyde bir Kabasakal Hoca vardı. Anam, babam beni de yolladılardı ona namaz surelerini öğrensin diye. Daha ikinci gün yükleniverdi üstüme. “Oku bakalım sübhanekeyi.”Kem küm, olmadı, pat küt.. Bir daha da gitmedim.. Kim gider dayak yemeğe? Vereydi hele iki şeker, bir sakız, nasıl hevesle giderdim o zaman!
Neyse, kız yavaş yavaş Martin’i unutuyordu ki, bu defa da “Weihnachtzeit” çıktı geldi. Meğer Hz Isa’nın doğum günü yaklaşıyormuş. Ona hazırlanırlarmış anaokulunda. Vaynahtını eskiden beri bilirim tabii. Işçi, memur, bir maaş fazladan alırız o gelirken. Aralık maaşı çift gelir yani. O zamana kadar sadece fazladan bir maaş demekti Vaynahtın benim için. Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Kız eve hergün yeni bir şeyle çıkar gelir. Yok Noel ağacı, yok Noel yıldızı, yok Noel Baba’nın şapkası, çizmesi… Şarkısız, ilahisiz olur mu hiç? Evin içinde pıtır pıtır dolanıyor, ilahiler söylüyor öyle. Bir gün Noel Baba şeklinde bir çikolata ile çıktı geldi. “Kızım bu ne?” “Kristkind getirmiş benim için!” Yahu kim bu Kristkind?“Kim olacak, Krist hristiyan, kind de çocuk olduğuna göre..”dedi benim hanım. “Kızım boşver ananı sen, nerede oturuyormuş bu Kristkind, evi neredeymiş?”Kız benim bu cahilliğime acıyormuş gibi başını iki yana sallayarak demez mi ki, “aman baba, onun evi olur mu hiç? O Jesus’un yanında..”Jesus dediği Hazreti Isa! Ee, bu kadarı da fazla.. Oturttum kızı karşıma. “Rabbin kim? Peygamberin? Kitabın? Kimin ümmetisin?..”Çocuğun kafası, Kristkind, Weihnachten, Weihachtsbaum, Heiliger Vater, Heilige Mutter, Jesus Christus ile dolmuş, benim dediklerimi bir türlü aklında tutamaz. Bahara doğru kız, yumurta lâfıdır tutturunca anladım ki, paskalya yortusuna hazırlanıyorlar şimdi de. Ne edeceksin? Ilâcın var mı? Iş, güç, hastalık, borç, harç derken yıllar geçiverdi. Çocukla da uğraşamadık. Biz uğraşamadık ama eloğlu her yıl döne döne Martin’i de, Noel’i de, Paskalya’yı da, kanavalı da, filanı da, falanı da bir güzel kutlattı çocuğa. Derken, okul yaşına geliverdi. Yahu, ilkokulları da ikiye ayrılmış bu memleketin.. Katolik, Protestan! Kafam attı. “Göndereceğim Türkiye’ye. Orada okusun..”Anası başladı sızlanmaya. “Küçücük çocuk.. Hasretine nasıl dayanırım? Zenginler çocuklarını okutmak için buraya gönderiyor, sen tersine gidiyorsun..”Gönderelim gitsin, dedim ya, daha derken yüreğim cız etti. Atalık kolay değil.
Türk çocuklarını o yıllarda katolik okullarına almıyorlardı. Şimdilerde nüfusları azaldı da, sayı doldurmak için kaydediyorlar. Çocuk olmazsa ne olacak? Okulları kapanıp gidecek! Aman cici Türkler gelin.. Işleri düştü gene! Şimdi doğuyla birleştiler ya, belli olmaz, yarın öbürgün okul kapılarını da kapatırlar bize. Lâzımsınız gelin ciciler, işiniz bitti gidin öcüler! Bunlar böyle.. Insan hakkı, hak, hukuk, kendileri için, kendi menfaatları varsa, bunlar da var. Bizim sokakta ihtiyar bir Alman var. Iyi adamdır. Gördükçe selâm verir. Bir gün eve giderken baktım, kendisi gibi ihtiyar karısıyla kocaman bir dolabı içeri almaya çalışıyor. Acıdım. Ceketimi çıkarıp yanaştım. Bismillah deyip dolabı sırtlandım, götürüp yerli yerine koyuverdim. Danke, danke.. Pasta, kahve.. “Galipoli.. Galipoli..”deyip sırtımı sıvazlıyor adam. Meğer Galipoli dediği, bizim Gelibolu imiş. Hani Çanakkale savaşlarında bizim cennetmekânlıklardan biri yüz bilmem kaç kiloluk mermiyi tutuvermiş de sürmüş namluya ya.. Onu diyormuş adam. Bak neler neler biliyor adamlar! Ben dolabı sırtıma alınca bu olayı hatırlamış. Adam, subay emeklisiymiş. O günden sonra, nerede rastlaşsak konuşmadan geçmez yanımdan. Bir gün kolumdan tuttu, kahve içmeye çıkardı evine.“Türkiye bizim leopar tanklarından yapacakmış..”dedi. “Yapacak inşallah..”dedim, “leopar tankı da yapacak, elefant tankı da.”Sandım ki o da seviniyor, benim gibi.“Warum?.”dedi. “Lâzım da ondan?” “Kaç tane lâzım? Yüz, bin, onbin? Fazlası ne olacak?” “Satarız..”dedim. “Kime?.”“Sana, bana, Arap’a, Alman’a..” Adam ne dese beğenirsin? “Olmaz.. Savaş çıkar!..” “O niye?.” “Ee, biz kime satacağız?” Bak hele.. Gördün mü bak! Bunlar bizim kuvvetlenmemizi istemiyor arkadaş.. Bizim değil, kimsenin kendilerinden kuvvetli olmasını istemiyorlar. Insan hakları, demokrasi ha! Paran var mı, kuvvetli misin, insan hakkın da var, demokrasi hakkın da.. Niye Japonlara yabancı demiyorlar? Gözleri küçük küçük, dünyanın ta öteki ucundan gelmişler hem de?
Bunlar böyle.. Bunlar böyle de bizimkiler pek mi iyi sanki? Bir kadın gelmiş buraya Türkiye’den bir tarihte. Bakanmış. Bizim vatandaşlar,niye haklarımızı aramıyorsunuz diye sıkıştırmışlarmış, “fazla konuşmayın, paranıza ihtiyacımız yok artık,”demiş kadın.. “Hem para yolladınızsa ev aldınız, bilmem ne aldınız kendinize.. Devlete mi bağışladınız marklarınızı?”Bak, haltetmenin bundan iyi daniskası olur mu? Bakan olmuş ama, adam olamamış.. Hadi bakalım erkekse, Türk bankalarına alsın burada yatan paraları? Enayi mi millet!
Ne ise, Protestanların ilkokuluna başladı kız. Orada da Martin feneri, Noel yıldızı, Paskalya yumurtası, niye uzatayım lâfı, gene aynı şeyler. Birinci sınıftı, ikinci sınıftı derken, postadan bir mektup. Okula çağırıyorlar. Kalkıp gittim. Güya çocuklarımızla ilgileniyoruz biz.Amma yediğiyle, içtiğiyle.. Hani, derslerine falan yardımcı olmamız da mümkün değil zaten. Ne dilinden anlarız, ne hesabından. Bazı bazı bakardım kızın kitaplarına. Onların sayıları da bizimkiler gibi öyle ya. Değil halbuki.. Rakamları bile ters okuyor bunlar. Bizim öğrendiğimiz gibi de hesaplamıyorlar üstelik. Onun için, çocuğun dersleriyle ilgilenmedik. Zaten okula gitmiyor mu? Öğretmen yok mu başlarında? Öğretsin işte ne öğretecekse! Karışıp görüştüğümüz mü var? “Siz misiniz Fatma’nın babası?.” dedi öğretmen. “He, benim..”başını iki yana salladı bön bön. “Fatma..” dedi, “başaramıyor. Onu daha kolay yapacağı başka bir okula yollamak istiyoruz. Sizin imza atmanız lâzım test için.”Yahu ne testiymiş bu? Bu da nereden çıktı? Şöyle dediler, böyle dediler, he dedirttiler bana. Çocuğu test etmişler. Aklını ölçmüşler anlayacağın. Çocuğunun iyiliği için denince, sen olsan he demez misin? Gene he dedik, bizim kızı kolay yapacağı okula yolladılar. Sonderschule diyormuş bunlar. Kız oraya başlayalı birkaç gün olmuştu ki, bizim kadın çarşıdan iki gözü iki çeşme, döndü geldi. “Vay sen yavrumu deliler okuluna nasıl yollatırsın? Kız evlâdı bu.. Yarın yüzüne kim bakar adı deliye çıkan kızın!”Tövbe tövbe! “Kız bu da nereden çıktı? Kim diyor deliler okulu diye?”Hardı, hırdı, ertesi gün eski öğretmenine gittim.“Fatma’yı gene buraya getirmek istiyorum ben..”dedim. Başını iki yana salladı. Bu Alman milleti bir kere “nein” dedi mi, “ja” dedirtemezsin artık. Gene de uğraştım ama nâfile. Kız orada kaldı. Gündü, aydı derken, dörde, beşe vardı. Vardı ya, valla gözümüzün önünde değişip gitmeye başladı. Şunun okuluna gidip öğretmenleriyle konuşayım, dedim. Adamlar yılda iki kere ana babayla konuşma günü yapıyorlar ama işten, güçten vakit bulup gidemediydim. Kalktım, okula vardım. Bahçenin dışından şöyle bir göz gezdirdim etrafa. Teneffüse çıkmışlarmış. Arkadaş, akıllıyla deli birbirine girmiş. Iki çocuk birbirleriyle bir kapıştılar, Allah yaratmış demiyorlar. Öğretmenin biri seyirtip geldi, ayıramıyor valla. Komik komik insan evlâtları.. Olduğum yerden kıpırdamadım. Gözüm benim kızı arıyor. Gördüm sonunda. Kız değil sanki canavar.. Yahu bu okulda boğuşmaktan, yıkışmaktan başka oyun bilinmez mi? Benim kız önüne kim gelirse, altalta, üstüste. O, onu kovalıyor, o onu.. Tutup tutup öpüyorlar birbirlerini.. Yere yıkıyorlar.. Üstünü, başını açıyorlar birbirlerinin. Daha fazla duramadım orada, döndüm eve geldim. Canımın sıkıntısından evde de durmayıp kahveye gittim. Benim bir hemşeri var. Hâlimden anladı keyifsizliğimi. Sordu, söyledim. “Türkçe okulları var burada..”dedi, “oraya gönder, kendi âdetlerimizi, usşlümüzü öğrenir.”Sordum, soruşturdum. Ortaokulun birinde varmış. Haftada bir gün öğleden sonra Türkçe yapıyorlarmış. Kalktım oraya gittim. Bir kadın öğretmen vermişler. Türk. Etrafına toplamış on, onbeş çocuğu. Bığır bığır birşeyler konuşuyor. Kadınla iki lâf edinceye kadar sınıfın altı üstüne geldi. “Ne biçim öğretmensin sen?.”dedim, “bunlara terbiye versene!” Ne dese beğenirsin bana öğretmen hanım!“Evde anasının, babasının terbiye veremediklerine ben iki saatta nasıl vereyim?”Yahu öğretmen dedin mi, şöyle bir toparlanırdık biz. Buranın çocuğu nasılsa, öğretmeni de öyle. Yahut tersi.. Hem niye iki saat? Bizim iş yerinde bir Kosta var. Yunan. Anadili gibi Türkçe bilir kâfir. Onun çocuğu da okula gidiyor. Haftada beş saat Yunanca dersi veriyormuş Yunan öğretmenleri. Iki saat da ayrıca din dersi. “O niye Kosta?”dedim, “sizin din Almanlarınkiyle aynı değil mi?” Değilmiş. Onlar da bunlar gibi hristiyan ama mezhepleri ayrıymış. O yüzden Yunan öğretmenleri veriyormuş din dersini de. Bizim Türk çocuklarının din dersi hakkı yok. Karnelerinde din dersi en başta yazılı. Bizimkilerinde bir çizgi..
Vaydı, vuydu derken yıllar geçiyor. Birinde farkettim ki, kız sigara içiyor. Anasını sıkıştırdım. “Senin neden haberin var? Uğraştığın mı var çocukla? O bir yıldır içiyor onu..”Gel de öfkelenme! Bakma anasının hatası az değil aslında. Mâdem bir yıldır sigara içiyor da niye söylemiyorsun bana? Niye saklıyorsun? Alışmışmış. Ben bırakabiliyor muymuşum, o nasıl bıraksınmış! Hem bütün emsalleri içiyormuş. Iyi! Emsallerinin yediği her haltı yemeye kalkarsa, hapı yuttuk demektir.
Hapı yutmuşuz zaten de, haberimiz yokmuş arkadaş! Kız, bir de oğlan arkadaş edinmiş kendi okulundan. Gizli gizli buluşurlarmış. “Yanlış anlama da..”dedi arkadaşın biri, “benim hanım, senin kızı polisler götürürken görmüş. Hani, haberiniz yoktur da, başınıza bir iş gelir diye söylüyorum.”Vay anam, vay! Eve geldim, hanıma sordum. “Haberim yok..” dedi. Kur’an getirdim. “Bas elini!.”Basmadı. Yumruğu vurdum suratına. Meğer arabalardan radyo, teyp çalan bir çeteye girmiş kız. Gözcülük yaparken yakalamış polisler. Hanım, korkusundan benden saklamış. Eh, bu güne kadar fiske vurmadığım nikâhlıma onun yüzünden yumruk vuracağım da, bağışlayacak mıyım kendisini? Akşam eve gelince, hiç bir şey demeden bastım tokadı.. Eve geç geldikçe çarptım suratına. Birkaç hafta sonra okulun müdüründen mektup geldi. Okula çağırıyor. Hayır haber olmadığı belli.. Öyle ya, durup dururken ne diye çağırsınlar adamı. Gittim. “Sen..”dedi,“kızını dövüyormuşsun. Burada böyle birşey yapamazsın. Eğer tekrar edersen polise bildiririm.” Sen olsan ne yaparsın şimdi? Insan, evlâdını durup dururken döver mi? Sonra, dövmek mi sayılır benimkisi? Izi yok, beresi yok! Nasihattan anlamaz, azardan anlamaz, aklı ermez birine, belki gözü korkar da kendisine çeki düzen verir diye sallanmış hafif bir iki tokat.. “Utanmadın mı babanı şikâyet etmeye?” dedi anası akşam eve geldiğinde. Mutfakta konuşuyorlar. Ben oturma odasındayım. Duyuyorum her şeyi. “Kör mü, rahat bıraksın o da beni..”diye karşılık verdi kız. Anası, “seni rahat bırakmayıp da ne yapıyoruz biz? Sabah gidip akşam geliyorsun. Iş yaptırdığımız yok, aç, açık bıraktığımız yok..”deyince, “ben hayatımı yaşamak istiyorum. Siz hâlâ köylülükten kurtulamadınız. Elin kızları oğlan arkadaşlarıyla diskoya gidiyor, gezmeye gidiyor, kimse ses çıkarmıyor. Ya ben? Başkaları gibi oğlanlarla değil, bir kızla bile buluşamıyorum. Ama ezdirmeyeceğim kendimi, köleniz değilim ben. Bir daha bir şey desin, bak ne yapacağım o zaman.. demez mi? Korktum valla. O saat korktum. Yahu ben niye hâlâburalarda sürünüyorum? Kadın berberi olsun istediydik. Hanımla aklımızdan geçirdiğimiz oydu. Istanbul’daki arsaya ev yaptırmaya başladık. Seneye bitecek, dönecektik temelli. Buradan en modern berber âletlerinden alıp götürecektik. Kız da hevesliydi bu işe. Kursa da gidip geliyordu altı ay öncesine kadar. Ne olduysa, bu altı ay içinde oldu. Kız, sırtarıp çıktı karşımıza. Bütün dünyam kararıverdi o saat.
“Sizin Türkiye’nize benzemez burası..”dedi kız, anası, “iyi, defolur gidersin de acından geberirsin..”deyince. “Öğretmenim ister benimle kalır, istersen kadınlar evine yerleşirsin,dedi.”Her şey aydınlık oluverdi kafamda o dakka. Hemen gidip o öğretmeni bulmalı, ona yalvarmalıydım. Madem onun sözüne kıymet veriyor, belki faydası olurdu. Ama o ara kız daha neler dediyse, anası dayanamadı belliki, bir şeyle vurdu kıza. Kız, kapıyı çarptığı gibi çıktı. Karı koca oturduk, elimiz kucağımızda yığıldık kaldık. El başına gelenleri duyar, üzülürdük de, hiç aklımızdan geçmezdi ki, bir gün aynı şeyler bizim başımıza da gelecek!“Ne yapacağız kadın?..” diyorum ben, “bu öğretmen her kimse onu bulmamız lâzım.” Hanım tanıyormuş onu meğer. Daha önce kızla birlikte gelmişmiş bizim eve. “Monika, Monika..”diyormuş benim kız ona. Bir talebe öğretmenini adıyla çağırır mı hiç? “Yahu nasıl birisi bu Monika?.”dedim hanıma.“Meymenetsizin biri..” dedi hanım, “erkek suratlı, at dişli biri. Kart kart konuşuyor öyle.”Başımdan aşağı kaynar sular dökülüverdi. “Inşallah öyle değildir..”diyorum içimden. Bir yandan da kapıya bakıyorum öyle. Akşam karanlığı çöktü, dönmedi kız. Duramadım, arabaya binip çıktım. Çarşının içinde şöyle bir dolandım. Nerelerde gençler öbek öbekse oralara sokuldum, baktım. Kız yok! Eve geldim. “Yahu kime gider bu? Türklerden filân bir arkadaşı yok mu? Telefon edip sorsak.”Hanım, “sağa sola telefon edip de kendimizi rezil etme..” dedi, “o öğretmene gitmiştir.”Ya orada değilse? Ya sokaklarda dolaşıyorsa? Başına bir iş geldiyse? Polise telefon ettim gece yarısına doğru. “Kaç yaşında kızınız?”diye sordu polis. “Onaltısına yeni girdi..”dedim, kaygılanıp da arasınlar diye.“Küçük bir kız değil, arkadaşlarıyla buluşmuştur. Diskoya veya başka bir yere gitmiş olabilir. Sabah saat sekize kadar dönmezse tekrar arayın bizi..”Yahu ne biçim memleket bu? Polisi de öyle, öğretmeni de..
Sabaha kadar bekledik. Bütün gün eşşekler gibi çalışmışım, yorgunluktan gözlerim kapanıyor, zihnim dürtüyor. Saat sekiz oldu, dokuz oldu, gelmedi. Kalkıp okula gittim. Duvarın gerisinde bekledim. Teneffüse çıktılar. Baktım, baktım, göremedim bizimkini. Içeri girdiler, bir daha çıktılar. Yok, gözükmüyor. Dağılma vakti geldi. Bir kenara çekilip bekledim. Herkes gitti, gitti, gene yok. En son iki oğlan geliyor. Baktım, Türk’e benziyorlar. Dedim, sorayım be.. “Türk müsünüz?” “He, amca.” “Monika öğretmeni aradıydım.” “Kim o?” Birbirlerinin yüzüne baktılar, çiğinlerini çektiler.“Almanlar soyadlarını söylerler amca. Biz öğretmenlerin küçük isimlerini bilmeyiz.”Çaresiz kaldım. “Peki..”dedim, “Fatma diye birini tanıyor musunuz?” Çocuklar şüphelendiler. “Niye soruyorsun amca? Neyiniz oluyor o sizin?”.Arkadaş, Allah kimseyi evlâdından utandırmasın! Utandım, babasıyım diyemedim. Bu yaşta yalan söyledim. Aklıma nasıl geldi bilmem, “bizim akrabalardan biri oğluna düşünüyor onu da, şöyle bir göreyim nasıl bir kızmış..”dedim. Oğlanlardan biri omuzunu çekti, yürüdüler. Şöyle, onyedi, onsekiz yaşlarında olanı döndü, gerisin geri yanıma geldi. “Yaramaz amca..”dedi, “o kız lesbiş.”Bakakaldım. Yahu bu da neyin nesi? Hey canına yandımın utancı!.. Şunca yıldır bu memleketteyim, a diyeceğime çok b dedim de, bir günden bir güne akıl edip sözlük almadım arkadaş. Sıkışınca birilerine sordum, bu nedir, şu nedir… Bir iki kitapçıya uğrayıp sordum. Birinde hem Türkçe’den Almanca’ya, hem Almanca’dan Türkçe’yesi varmış. Aldım. Kendimi tenha bir yere attım, soluk soluğa. Araya araya buldum sonunda. Aklıma gelen şey, başıma da geldi. Ne deyim Allah’ıma bilmem ki!
Kızı arayıp sormamaya yemin ettim o dakka. Iki gün aramadım hem de. Anası ağlayıp sızladıkça, çöktüm tepesine. Lâfını ettirmedim iki gün. Sonunda kendim de dayanamadım. Yeniden okul yollarına düştüm. Müdüre gittim. “Gelmiyor okula..” dedi. Polise gittim.“Haberimiz var, sizden çekindiği için eve gelmiyor, bir iki hafta bekleyin, döner..”dediler. Onu da tembih etmekten geri durmadılar ki, görür edersem, sakın ola, zorla eve götürmeye kalkışmayayım. Bu benim evlâdım arkadaş, evlâdım!.. Birden öfke tepeme fırladı. Ulan, devir Hitler devri mi be? Mahkeme var, avukat var dünyada. Fi tarihinde bir araba davam olduydu. Iyi bir avukata düştüydüm. Gene ona gittim. Ihtiyarlamış biraz. Olanı, biteni arımın elverdiği kadar anlattım. “Polis nasıl gizlermiş senin çocuğunu?”dedi, telefona yapıştı. Aradığı yerden ne dedilerse, bir başka yeri daha çevirdi. Orayla da konuştu. “Yapabileceğim pek bir şey yok..”dedi bana dönüp,“mahkemenin geçici kararıyla olmuş bu iş, esas mahkemeye seni de çağıracaklar. O zaman bir daha düşünürüz.” Polisin dediğini o da dedi.“Zor kullanmamalısın!”Vay anam, vay!
Dört, beş gün sonra çarşıya gittiydim bir şey almaya. Birden görüverdim kızı. Yanında, o erkek suratlı kadın.. “Yavrum..”dedim, yanına koştum. Içim alaf alıverdi birden. Öyle özlemişim! Birden kaçmaya başladı. “Dur Fatma.. Dur kızım..”Yok! Birileri sımsıkı tuttular beni. Yavruma gitmeye bırakmıyorlar. Herhal debelendim, bağırıp çağırdım. Polisler alıp götürdüler beni karakola. Bir gün orada tuttular. Sonra mahkemeye. Kız da geldi. “Istemiyorum..”dedi, “eve dönmek istemiyorum.” “Gençlik dairesine havale..”dedi hâkim. Fatma’yı alıp götürdüler. Giderken dönüp de bir kere olsun yüzüme bakmadı yavrum… Çaldırdım kara gözlümü… Ah, çaldırdım yavrumu!.. Çaldırdım!..
BU HIKAYENIN SONU NASIL GELECEK?..
Birileri kalkıp belki sorabilir: Bu hikâyenin sonu nasıl gelecek? Ama, bu bir hikâye değil ki! Böyle bir şeyi, hiç bir Araflı sormaz zaten. Zira onlar, bir değil, birçok, yüzlerce, binlerce Fatma tanıyorlar..
Kimi Fatma’lar öldürüldüler; babalar ya da kardeşler, omuzlarına yük gelen yaralanmış gururlarının önlenemez öfkesinde evlât ya da kardeş kaatili diye hapislere atıldılar…
Kimi Fatma’lar yeraltı dünyasında yaşamaya devam ediyorlar; kiminin adı Bettina, kiminin Katherina.
Umumi tuvaletlerde ölü olarak bulunan ve “kimliksiz” kimliğiyle gömülenlerden kiminin adı, belki de Fatma…
Araf’ın hapisanelerinden yükselen yanık Anadolu türkülerini kimler söylüyor olabilir ki?
Ya Ali Onbaşı ve karısı?.. Babalar ve analar?.. Ellerine birer tahta bavul tutuşturup yapayalnız yollara salıverdiklerimiz, yapayalnız bıraktıklarımız ve yapayalnız ölenler.. öldürdüklerimiz, ölecekler?
Bre, biz kimleriz?.. Bizde adam çoktur!.