Adem ASALIOĞLU*
İnsan aklı düşünebilme, kurgulayabilme yeteneği kazandığı günden itibaren varlık hakkında sorgulamaya başladı. İnsan bedenen ve aklen dünyada bulunduğu için ister istemez ilk önce etrafını saran varlıklar hakkında düşünmeye başladı. Zamanla bilgiden diğer bir bilgiye ulaştıkça uzakları, daha uzakları sorgulamaya, zihnindeki olup bitenlere cevap aramaya başladı. Bazen zihni ve hayal dünyası o kadar büyüdü ki, dünya onun içinde bir zerre şeklinde algılandı.
Thales’den başlayarak bazı filozoflar dünya ve evreni oluşturan ana madde hakkında sorgulamaya başladılar. Thales bu ilk maddeyi yaşadığı dönemin vaz geçilmezi olarak gördüğü için ‘su’ cevabını verirken, Anaximondros ‘sonsuzluk’, Anaximenes ise onsuz hayat olamayacağını düşündüğü için ‘hava’ demiştir. Değişim ve hareketin uyumunu ilk kez gözler önüne seren, değişime dikkat çekerek, değişmeyen hiçbir şey olmadığını söyleyen ünlü filozof Herakleitos ise ateşi her şeyin kaynağı olarak gördüğünden aynı zamanda ateş anlamına da gelen ‘logos’ kavramını dillendirmiştir. Zamanla bu ana madde içeriği zenginleşerek toprak, su, ateş, hava ve diğer kavramlarla ifade edilmeye başlanmıştır.
Avrupa Rönesansı sonrasına gelindiğinde ise, özellikle modern felsefe olarak tarif edilen dönemde genel kavramların yerini değerler almıştır. Çağdaş filozoflar artık metafizik kuramlar üzerinde yorumlar yapmaktansa insani ve toplumsal değerler konularında fikirlerini ön plana çıkarmışlardır. Her bir düşünür kendine çizdiği ideali sistematik olarak yorumlayarak, topluma mal etme derdine düşmüştür. Artık var olan dünya ve dünya ötesi ile değil, olması gereken dünya ve dünya ötesi ile, toplum ile ilgili yorumlar felsefenin ana eksenini oluşturmaktadır. Bu konuda İngiliz filozofları, Alman filozofları başı çekmektedir. J.S.Mill, Spencer, Hegel, Kant, Nietzsche yeni yorumlarıyla yeni akımlar başlatan filozoflar arasında sayılabilir.
Esas bizim üzerinde durmak istediğimiz konu dünya ötesi varlıklar olduğundan şimdi onlar hakkında olasılıklar yürütmeye, alışık olduğumuz zihin kalıplarımızdan çıkmaya çalışalım.
İnsan beyni bir yönüyle etrafındaki mikro olaylarla meşgul olurken, onların analizini, sentezini yaparken, onlardan kendine uygun olanları seçerken, kendine zarar verme ihtimali olanlardan kaçarken, diğer taraftan makro olarak kabul ettiğimiz, kendisini çok aşan, bedenin ötesine geçerek zihin dünyasında, hayaller dünyasında gerçekleşen, akıl sınırlarını zorlayan, Platon’un ifadesiyle ‘idealar alemi’ne dalar, orada kendisini ikna edecek, hislerine, hayallerine, beklentilerine tercüman olabilecek ip uçları yakalamaya çalışır. Adeta o beklentilerin hayaliyle, özlemiyle yaşamaya başlar.
Şuurlu varlık olan insan, dünyada etrafında gördüğü, bir anlamda binlerce yıl aralığında o varlıkları anlamlandırmaya muvaffak olduğu bilinciyle, bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşma gayretiyle, belki de iç sevkin gayretiyle gözünü, aklını dünya ötesine, bilinmez alemlerin meçhullüğüne diker. Bir anlamda dünyadaki daralmışlığını, kifayetsizliğini, anlamsızlığını, belirsizliğini, hiçliğini, buralarda bulacaklarıyla gidermeyi hedefler. Hayatına anlam, hiçliğine değer, kifayetsizliğine yetenek ve başarıyı katmak ister.
Oysa işin aslına bakacak olursak, insan bütün bunları neden yapmak ister? Onu kendi bedeninden bu kadar uzaklara kaçıran nedir? Onu, aklını divane edecek sonsuzluk deryasına iten nedir? İnsan neden etrafındakileri ve daha uzağındakileri sorgular? Neden meçhullere karışmak ister?
İnsan içerisinde barındırdığı nüve itibariyle, İbni Arabi’nin deyimiyle sonsuzluktan bir parçadır. Aslında Mutlak Varlık’tan bir parçadır. Bu nedenle bazen kendini aşarak, varlığını Mutlak Varlık olarak görmeyi ister. Cesaretli söylemlerde bulunur. Ve bu yönüyle söylenebilir ki Mutlak Varlığın özelliklerini minimal olsa da taşır. Bu özelliklerden birisi olan sonsuzluk özlemini her durum ve şartta öne çıkarır.
Mutlak Varlık hakkında bu güne kadar hem ilahi dinlerde, hem milli dinlerde hem de felsefi yorumlarda çok farklı özellikler dile getirilmiş, çok farklı üstün özellikler sayılmıştır. Bu yorumlar genelde dünya şartları göz önünde bulundurularak, dünya dilleri ve kelimeleri kullanılarak, insan beyninin üretebileceği kavramlarla telaffuzlar geliştirilerek yapılmıştır. Zaten doğal olan da budur. Oysa sınırlı kelimelerle, sınırlı dünya algımızla, sınırlı cümle kurabilme yeteneklerimizle sınırsız olduğunu sezinlediğimiz Mutlak Varlık’ı ifade edebilmemizin imkansızlığı ortadadır. Çünkü biz sadece dünya bilgilerimizle görebildiğimiz kadarına yorum yapabiliyoruz. Burada benim esas üzerinde durmak istediğim Mutlak Varlık olmadığından, dünya ötesi varlık olduğundan bu konuyu burada keserek dünya ötesi varlık konusuna geçmek istiyorum.
Dünya ötesi varlık denince yerküremiz dışındaki gezegenler, güneş sistemimiz, galaksiler, diğer güneş sistemleri, evrenin içerisinde olan tüm varlıklar anlaşılmaktadır. Bilmediğim güneş sistemleri, galaksiler, onların içlerinde yer alan sayısız varlığın ne’liği, nasıllığı üzerinde fikir beyan etmek, keyfiyetlerine dair fikir yürütmek istemem ama bize verilen hayal gücüyle ve sınırlı bilgimizle en azından oralardaki varlıkların ve kavramların, değerlerin nasıl olacağına dair yorumlar geliştirebilme imkanına sahibiz. Bu yapılan yorumların doğruluğu, yanlışlığı elbette tartışılabilir. Hatta gereksiz de görülebilir. Ama insandaki bilinmezleri bilme, açılmazları açma özlemi, nasıl ki bir dönem insanı Ay’a ayak bastırdı, şimdi de Mars’a yolculuk hazırlıkları yaptırdığı gibi dünya ötesi varlık bilinmezini de düşündürüyor.
Dünyamızdaki tüm varlıklar enerjiden ibaret olduğu gibi, zannımızca evrendeki tüm varlıklar da enerjiden ibarettir. Elbette ki enerjinin farklı görünüşleri, boyutları var. Dünya dışındaki galaksilerde dünyada bildiklerimiz dışında da farklı şekillerde görünümleri olabilir. Bu konuda astrofizikçiler çok daha somut şeyler söyleme imkanına sahipler.
Bazı gezegen ve galaksilerde varlık farklı kavramlara bürünmüş şekilde olabilir. Mesela bizden çok uzaklarda bir yerlerde tüm varlıklar sevginin farklı görünümlerine bürünmüş olabilirler. Her nereye varılırsa varılsın orada sevgi selleri görülebilir. Varlıklar sevginin milyarlarca tonuna nispeten var edilmiştir. Dünya tasavvurumuzla hayal edecek olursak tüm varlık çeşitleri, o galaksiyi ya da gezegeni kaplayan tüm enerji katmanları sevginin farklı tezahürleri olarak karşımıza çıkabilir. Bir diğer galakside varlık, mutluluğun farklı tonlarını aksettirebilir. Orada mutsuzluk adına hiçbir şey bulamazsınız. Varlığın tüm etkileşim alanlarında temel içgüdü ya da cazibe kaynağı mutluluktur. Yine bazılarında hüznün farklı tonları, nefretin farklı tonları, ışığın farklı tonları, billurun farklı tonları, düşüncenin farklı tonları vb. şeklinde tezahür etmiş olabilir.
Tabii ki bu varlık şekillerini çok sayıda bildiğimiz kelimelerle ifade edebiliriz. Oysa bu bildiğimiz kelimeler dışında dünya ötesi galaksilerde milyarlarca bilmediğimiz, zihnimizden dahi geçiremeyeceğimiz, kozmik bellekte saklı farklı kelime ya da ifade türleri olabilir. Buralardaki varlıklar o sayısını dahi bilemediğimiz kelime ve kavramlarla ifade ediliyor olabilir. Zaten böyle olması da hayal gücümüzün bize fısıldadığı bir zorunluluktur. Buralarda olup bitenler kozmik aklın yansımalarıdır. Kozmik akılın var olması diğer varlıkların var olması için yeter sebeptir. Bu nedenledir ki kozmik aklın varlığından dolayı diğer varlık olasılıkları içerisinde en makul olanlar evrenin farklı noktalarında farklı madde ya da varlık şekilleriyle var olmuşlardır. Diğer olasılıklar da var olacakları uygun anları beklemektedir. Bu varlıkların çeşitliliği konusunda bir fikir yürütme şansımız ise ancak kendi hissedebildiklerimiz, hayal edebildiklerimiz, tasavvur edebildiklerimiz kadardır. Dünya ötesi varlıklarla tanıştıkça bu varlık tasavvurumuz da artacaktır.
Biz bu denememizde dünya ötesi medeniyetler, gelişmişlikler, uzaylılar, bize nispeten ileri uygarlıkların varlığını ispat ya da kendi acizliğimizi ortaya koymanın peşinde değiliz. Amacım bir yönüyle elinden hiçbir şey gelmeyen, bir virüsü dahi alt edemeyen bir insanın diğer yönüyle, yani evrenle iletişime geçebilme yönüyle, hayallerimizin ötesine geçebilecek gücü kendinde barındırdığı gerçeğini vurgulamak. Kanaatımca insanın varlığının asıl amacının sıradan yaşamlar yerine o sonsuzluk deryasına ulaşabilmek için her şeyiyle mücadele etmesinin zorunlu olduğudur.
İnsanın mevcut beden ve teknoloji ile hayallerine ulaşamayacağı, dünya ötesi sonsuzluk denizine dalamayacağı ortadadır. Bu nedenle de baş döndürücü şekilde teknolojik ilerlemeler insanın yıkımına rağmen devam etmektedir. Bedenen robot ama zihnen ve aklen yeni insan türlerine ulaşmak için insanoğlu çok büyük çalışmalar yapmaktadır. İnanıyorum ki, bizim nesil göremese bile yakın gelecekte, belki bir asır içinde insanoğlu farklı bir türüyle hayallerine ulaşma yolunda çok büyük bir adım atacak ve evrende çok hızlı seyahat imkanı kazanacak, dünya ötesi diğer varlıklarla karşı karşıya gelerek varlık algısında ve nitelemesinde çok büyük değişimler yaşanacaktır.
*Prof. Dr. Adem ASALIOĞLU, Munzur Üniversitesi Felsefe Bölümü, Tunceli