*****
Ülkemizdeki eğitim sistemi üzerine bir türlü soluk aldıran, öğrenciyi yarış atından farklı kılacak bir proje geliştirilemedi. Oysa bundan 50 küsur sene evvel merhum Nurettin Topçu, o kıymetli Türkiye’nin Maarif Dâvası kitabındaki “Beklenen Gençlik” bölümünde, hem gençliğe yol göstermiş hem de hocalara nelerin üzerinde hususiyetle durmaları gerektiğini söylemişti.
Özellikle felsefe derslerinin önemsenmemesi ve hatta gündem dışı bırakılması yahut zorunlu dersler arasından çıkarılması hakkında kafa karışıklığı yaşayanların titizlikle okumalarını umut ederek, kitaptan bir bölümü hiçbir şekilde değiştirmeden (dil, noktalama vb.) alıntılıyorum.
Hayatını, felsefesini Türk maarifine adamış merhum Nurettin Topçu’dan okuyoruz. (Yağız Gönüler)
***
Ümitsizlik, imansızlığa götürür
Hakk’a götüren yolda yürürken uğradığı muvaffakiyetsizlikler, son neslin yollarını şaşırttı. Şüphe yok ki ümitsizlik, imansızlığa götürür. Kendine güvensizlik, kuvvete teslim eder, iradenin gevşemesi kaderci yapar. Böyle çeşitli zaafların ve gençliğin ruh kuvvetlerini karşılayan engellerin gittikçe çoğalması, ne bahasına olursa olsun muvaffakiyete söz vermiş olanlarda zarurî olarak yol değiştirmeler doğurdu. Evvelki yollar Hakk’a götürüyordu; lâkin engeller aşılmıyordu. Bu yüzden gerilediler ve gerilerden sapacak yer bularak kendilerine başka yollar açmağa çalıştılar. Lâkin birçoğu önceden açılmış bulunan bu yollar, Hakk’ın düşmanı olan kuvvetler tarafından açılmıştı. Onların dâvasına götürücü yollardı. Hak yolculuğuna çıkan nesil, bu yoldan da gayeye ulaşılır ümit ve vehmile harekete geçerek şuurunu uyuşturan heyecanlariyle bu yollarda yürüdü. Zira yürümek, durmaktan iyi idi. Birçoğu Hak düşmanı kuvvetlerin gayesine ulaştıran bu yollar, şimdi onları bir uçurumun kenarına götürüyor. Gaye, muvaffakiyet emelleri arasında kaybolmaktadır. Nesli uçuruma doğru götüren bu yolları birer birer gözden geçirelim:
Ahlâk muvaffakiyetsizliğin, siyaset muvaffakiyetin yolu olarak tanındı
1. İlk işaretle harekete geçerken yaptıkları ahlâk yeminini az zamanda unutup siyaset ve tedbir yolunu tuttular. Bir kısmı doğrudan doğruya siyasete atılarak orada ruhunu kurban verdi, verirken de “dâva için” dedi. Bir kısmı da siyaseti, fikrî ve içtimaî çalışmalarına soktu. Fikirlerin müdafaasını yapacak olan gençlik kuruluşları, politika yuvaları haline geldi. Buralarda siyasî boğuşmalar yapıldı. Kendilerini milliyetçi bilen teşekküller bile politika oyunlarının muvaffakiyet sahnesi oldu. Bu yolda bir müddet yürüyüp ilerleyen zümrelerin kafasında ahlâk muvaffakiyetsizliğin, siyaset muvaffakiyetin yolu olarak tanındı. Siyasette ona hizmet moda oldu. Farkında olmadan ahlâk öylesine yere vuruldu ki, ahlâk telkin edicilerin bile ahlâksızlığına hörmet duyuluyor. Bugün neslin gözünde siyaset en büyük değeri taşımaktadır, kurtuluşun sanki tek yolu odur. Çünkü muvaffakiyete onunla ulaşılır. Ahlâk, sonradan onun üzerine sürülebilen bir cilâdır. Bugün din yolu bile muvaffakiyete götürücü bir siyaset yolu olmuştur. Ahlâka her sahada vedâ edilmiştir.
Aşağılık karmaşasından gıdalanan taklit içgüdüsü
2. Yaratıcılığın yerini taklitçiliğin tutmuş olması, bu hatalı yol, son üç asırlık devrimlerimizin verimsizliği ile nihayetlendi: Üçyüz yıldan beri bizi olduğumuz yerde bocalattı ve daima geriletti. Biz İslâm ruhunun gerçek sahibi ve vârisi iken kıtalara medeniyet ulaştıran bir millettik. Arap taklitçiliği yaratıcı şuuru gölgelediği devirlerde ululuğumuzu kaybettik. Geçen asırdan beri sahneye çıkan yeni taklit rüzgârı sırasile bizi Fransız, Alman, Amerikan modalarına tâbi kıldıktan sonra, ruh ve kültür buhranı iradesiz varlığımızı bir yandan Japon kıyılarına öbür taraftan Çin ve Sılav dâvası olan anarşist bir sistemden gıdalanmaya kadar götürdü. Bazılarına göre Marx’i okumayanın cemiyet meselelerinde söz hakkı yoktur. Çoğunluğa göre ise her fikir ve hareketin doğruluğunun, delili dışardadır; değerlerin ve hakikatların bütün delilleri, bütün belgeleri Batı’da bulunmaktadır. Bir fikir ileri sürüyorsunuz; lâkin acaba Almanlar da öyle mi düşünüyor? Bir iş yapacaksınız; acaba Amerikalılar da öyle mi yapıyorlar? Aşağılık karmaşasından gıdalanan bu taklit içgüdüsü, zehirleyici bir parazit gibi bütün hür düşünceyi ve bahtiyar iradeyi bizde boğmuş bulunuyor.
Vaktiyle karakaplı kitap hükümlerimizin tek selâhiyetli sözcüsü idi. Modern Amerikan neşriyatı veya o memleketin müesseseleri bugün aynı işi yapmaktadır.
“Biz zaten adam olmayız”
3. Daha evvelki nesillerin yersiz ve kolay harcayıp tükettiği iman ve ümidi bırakarak kendi zaaflarını kabul ettiler. Taklidi doğuran aşağılık karmaşası, ona hak verdirmek için hasta ruhların her nefesinde, “biz şöyleyiz, biz böyleyiz; bizde ne var ki? Biz zaten adam olmayız” dedirtti ve bundan bir yükseliş hamlesi de çıkartamadı. Varlığımızı sıfıra irca eden bu kahredici davranış insana verilen kıymet cevherini ayaklar altına aldı, Kur’ân’ın Allah’tan emanet diye getirdiği kalp ile yükseltilen insan, Batılı sosyoloji mektebinin gözünde sürü seviyesine indi; modern Amerika’nın hayat anlayışı içinde eşyadan farksız hale geldi. Anadolu’nun okuyan çocukları da sırasile bu görüşleri taklit ettiler. Onun köylerinde insanlığı tanınmamış sürü halinde insanlar yaşatılırken, şehirlerinde eşyaya pek benzeyen ve hem de XX. asrın lüks eşyalarına esir olan insanlar barınıyor.
20. asrın bütün lüks ve kazanç hırsları ile İslâm’ı beraber yaşatmak istediler
4. Hayat mücadelesinde olduğu gibi fikir mücadelesinde de düşmana karşı koyarken düşmanın silâhlarını kullandılar. Ruh ve dâva cephesinde düşmanlarla aynı silâhları kullanmanın düşman ruhuna minnettarlık olduğunu bilmediler. Düşmanın başvurduğu vasıtalarla anlaşmanın sonunda düşman ruhuna teslim oluşun gerçekleşeceğini düşünmediler. Yabancı vasıtaları kullanarak şahsiyet yapılamazdı. XX. asrın bütün lüks ve kazanç hırsları ile İslâm’ı beraber yaşatmak istediler; büyük sermaye sistemi ile milliyetçiliğin yan yana yürüyebileceğini sandılar; komünistlere karşı yine onların mücadele usûl ve vasıtalariyle döğüşmeği denediler. Ruhu yükseltmek için maddenin bütün barbar kuvvetlerini harekete geçirdiler. Hepsinde hezimete uğradılar; hepsinde kullanılan vasıtalar bizzat kendi tabiî gayelerine giden yolu açtı. Lüks ve kazanç hırsı, insanlığın ruhunu kemiren büyük sermaye saltanatı, anarşist ve maddeci kuvvetler ilerledi durdu.
Kendisine şef ve önder arayan Müslüman Türk çocuğu
5. Kendi iradesini kendi eliyle çürüten nesillerde kurtarıcı bir şef ihtiyacı kendini gösterdi. “Bizi sürükleyecek bir şef yok. Her şey var; millette kuvvet, cesaret, kabiliyet, hepsi, hepsi var. Ancak sürükleyici bir şef yok” formülü, tam anlayışsızlıkla felç getiren iradesizliğin muhteşem terkibi oldu. Her şey tamammış da bir önder, bir şef eksikmiş! Bu milletin başına büyük bir şef geçince neler yapmazmış. Bu tılsımlı şef tedavisi, bütün başları yukarıya ve kendi üstlerine çevirdi. Şef demek, millet kervanını çeken siyasî şef demektir. O halde siyaset sahasında başa geçecek bir şef bize yetiyormuş. Bir başla her şey olurmuş. Ne acı safderunluk hülyası. Eğer her birimiz bir âlem isek her birimizin ayrı bir başa ihtiyacı var demektir. Kendini yetiştirmeden şefini arayan nesil ekilmeden sulanan fidana benzese gerek. Alıcı kabiliyetle yüklü olup da görebilen göz için üstümüzde ve etrafımızda şef çoktur. Sonsuz âlemlerle dolu kâinatımızda ancak ümitsizler barınacak yer bulamaz. Böyle büyük bir tarih ve milletin çocuğu iradesine önder bulamasın; bu hal, ümitsizliğin en karanlık kuyusuna battığımızı göstermektedir. Kendisine şef ve önder arayan Müslüman Türk çocuğu, eğer kendinde irade kuvveti varsa, onu tarihte ve toprağının altında bulacaktır. Ancak Kur’ân’daki sonsuzluğu görmeyen, ummandaki benliğini tanımayan şaşkın hasta, şefini nerede bulsun? Ağlarsa da inlerse de haklıdır. Yokluk onun kendindedir. İradesini felce uğratan kendindeki zehirdir. Şefleri büyük sürünün önünde değil, her birimizin iradesinin ta içinde arayalım. Şefimiz aşkımızdır. Onu kalbimizde alkışlayalım. Bütün bir ömür dövülen kalp, en büyük ve cesur önderdir.
“Ne yapalım, bize yol göstermediler, bize ışık tutmadılar, bizim kabahatimiz yok”
6. Çeşitli tarihi sebeplerle iradesi yıpratılan ve kendine güven gücünü kaybeden son nesiller, bir mesuliyetle karşılaştıkları anda determinizme sığınmaktan çekinmiyorlar ve böylelikle kendilerini kurtardıklarını zannediyorlar. Zaaflarını her hatırlatmada “ne yapalım, bize yol göstermediler, bize ışık tutmadılar, bizim kabahatimiz yok, suç bizim değildir” diyorlar. Ateşe atılıp da yanarken “ne yapayım, ateş yaktı, benim kabahatim yok ki”, dercesine kendi hareketlerini kendilerinden ayırarak kadere irca ve teslim etmek suretile kendilerini inkâr eden, yok sayan bu masumlara acımamak elden gelmiyor. Ancak, kendi yüklerini yüklenmekten korkan bu mesuliyet kaçakları bilsinler ki, kendi adlariyle damgalanan bu kader yükü er geç kendilerini mesul edecek; mesuliyet de hürriyet gibi verilen şey değil, alınan bir şeydir. Başka ellerin kendine hazırladığı kaderden insan bizzat kendi mesuldür. Kendi hareketlerimizle dünyaya gelmiyoruz, lâkin kendi hareketlerimizle ölüyoruz. Dünyaya gelişimiz bizi mesul ve mahkûm ediyor.
Hırslarımızla bedenimizin isteklerinin bizi esir ettikleri düşünülmedi
7. Vazifeye karşı koyulan hürriyet tepkisi, asrımızın hoyratlığıdır. Hür oluşları bahanesile yer yer mecburiyetleri inkâr eden genç zümreler, kutsal ödevleri birer birer çiğnediler. Bütün ödevlerin başında gelen itaat ödevi, eski bir put gibi tekme ile devrildi. Sonra onun çevrildiği konulara sıra gelince, her adımda onlardan birini devirmek vazife sayıldı. Mihrab mümine emredemez oldu. Vicdanın sonsuzluğa götüren yolu şaşırtıldı. Yukarıdan gelen işaretler, yerini hayvani hırslarla bedenin isteklerine bıraktılar. Kendi içimizden kaynayarak gelen bu hayat hamlesi, hürriyetimizin kaynağı sayıldı. İster ferdî, ister içtimaî olsun, hırslarımızla bedenimizin isteklerinin bizi esir ettikleri düşünülmedi. Bizde sonsuzluğa açılan kalbin kapısı gerçek hürriyete açıldığı halde bu kapı kapatıldı. Şüphesiz ki bedeniyle çok isteyen insan ödevler yüklenmez; onun sırtı zayıftır. Hayat hamlesi onda ödevlere eğilen merhamet olacak yerde, istekleri çağıran hasta bir kibirdir.
Bugün artık kutsallaştırdığı uzvî yapının sakat sinirleriyle kıvranan nesli tedavi için, tam hastalığın bulunduğu yerden işe başlamak lâzım geliyor. Uzviyetten ilme, ilimden felsefeye, felsefeden sanata ve ahlâka ve nihayet dine yükselmemiz lâzımdır. Böyle adım adım yürüyüş, hasta, hem de şaşkın bir nesli Allah’a götüren yolda yeniden canlandırabilir. Bu iş bir maarif işidir ve bir neslin kurtuluşunu ancak maarifinin yükselmesinde aramak lâzımdır.
I- Hareket, 1/1 Ocak 1966; II- “Uçuruma götüren yollar”, Türk yurdu, IV/5, Mayıs 1965. (Bu yazı “Hareket” imzasıyla ve “Harcanan neslimiz” başlığıyla Hareket, 1V/44, Ağustos 1969’da aynen yayımlandı); TMD/2.
Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Dâvası: Beklenen Gençlik, (Dergâh Yayınları, 3. Baskı: Kasım 1997, İstanbul, sf. 22-26)
Alıntılayan: Yağız Gönüler
———————————————————————
Kaynak:
http://www.dunyabizim.com/alinti/25007/felsefeden-sanata-ahlka-dine-yukselmemiz-lzimdir