Felsefenin Işığıyla Aydınlanan Aydınlanma[i]
Doç.Dr. Ercan SALGAR[ii]
GİRİŞ
Düşünce tarihinde XVIII. yüzyıl Aydınlanma çağı olarak adlandırılmaktadır. En geniş anlamda bu çağı diğer çağlardan ayıran en karakteristik özellik, aklı kurucu bir ilke olarak benimseyip hemen hemen yaşamın bütün öğelerini (felsefe, din, sanat, tarih, politika, vb.) bu akla göre biçimlendirmesidir. Genellikle Aydınlanma düşüncesinin Rönesans ve Reform hareketlerinden beslendiği ileri sürülmektedir. Bu savın doğru olmakla beraber yüzeysel olduğu da öne sürülebilir. Geçmişe doğru gidildiğinde Rönesans ve Reform hareketlerinin de felsefi bir tutum sonucunda açığa çıktığı ve bu anlamda Aydınlanma düşüncesinin temelde felsefi bir tutumdan kaynaklandığı ileri sürülebilir.
Tarihsel olarak bakıldığında hem Rönesans’ın hem de Reform hareketlerinin temelinde bir geleneğe başkaldırı söz konusudur. Bu başkaldırı Ortaçağ inanç ve değerlerinin felsefi bir tutumla eleştirilip sorgulanması sonucunda karakterize olmuştur. Bu doğrultuda hem Rönesans hem de Reform hareketleri bir takım yeni değerler üreterek daha rasyonel bir dünya anlayışı geliştirmişlerdir. Rönesans döneminde doğaya ilişkin yeni bilgilerin elde edilmesi ve bir takım icatların ortaya çıkması, akla duyulan güveni pekiştirmişti, Reform hareketlerinin sonucunda ise özel anlamda Katolik kilisesinin egemenliği, genel anlamda ise dinsel düşüncenin hâkimiyet gücü azaltılmıştı. Her iki hareketin sonuçları da Aydınlanma döneminde toplanarak bir dünya görüşü olarak benimsenmiştir.
Aydınlanma dönemi özellikle Batı Avrupa’da entelektüel bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. J. Locke ve D. Hume gibi düşünürlerin önderliğinde İngiltere çevresinde başlayan bu entelektüel hareket, Diderot, Turgot, Voltaire, Rousseau ve Condorcet ile Fransa’da, Leibniz ve Kant gibi düşünürler aracılığıyla da Almanya’da temsil edilmiştir. Aydınlanma hareketi farklı kültürlerde ve farklı zamanlarda ortaya çıkmış olsa dahi, bu hareketi bir çatı altında toplayan temel kavramın ‘akıl’ ya da ‘akılcılık’ olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Akılcılık Hareketi Olarak Aydınlanma
Bir entelektüel hareket olan Aydınlanma (İng: enlightment, Alm: aufklarung, Fr: l’ age de lumieres) her şeyden önce mutlak bir akılcılıkla insan davranışının yegâne rehberinin din ya da gelenek değil de, kendisi dışında hiçbir kaynaktan yardım görmeyen akıl olduğunu söyler. Akıl insanları bütün sorunlardan kurtarabilir ve akılla toplum ve doğanın yasaları keşfedilebilir. Gökberk’e göre bu çağ, akla inanıp güvenmede kendisinden önceki yüzyıllardan daha da ileri gider.
Ünlü Alman filozof Kant, An Answer to the Question: What is Ehlightenment? ( Aydınlanma nedir? Sorusuna Bir Yanıt) adlı makalesinde Aydınlanma ve akıl arasındaki ayrılmaz ilişkiyi şu şekilde ifade etmiştir:
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! (Aklını kullanma cesaretini göster!) Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.
Kant bu ifadeleriyle açıkça akla vurgu yaparak, aklın özerkliğe kavuşmasını Aydınlanma döneminin karakteristik unsuru olarak değerlendirmektedir. Aklın bu özerkliğe kavuşması ise yerleşik inanç ve düşünce sisteminin bertaraf edilmesiyle mümkün olmuştur. Aydınlanma bu çerçevede Ortaçağ dünya görüşünü reddedip, yeni bir dünya görüşü ileri sürmektedir. Buna göre Ortaçağ düşüncesini karakterize eden inanç referanslı düşünce sistemi reddedilerek, akıl temelli yeni bir dünya görüşü öne sürülmüştür.
Peki, Aydınlanma düşünürlerinin akla besledikleri bu güven ve inanç nereden kaynaklanmaktadır? Bu düşünürlerin akla duydukları bu sarsılmaz inancın arkasında genel olarak Rönesans ve Reform hareketlerinin etkisinin olduğu söylenebilir. Fakat bu etkiyi daha da özelleştirmek gerekirse burada Descartes’ın rasyonalist felsefesi ve yeni doğa bilimlerinin matematik-fizik (bilimsel) yönteminin daha ön plana çıktığını görebiliriz.
Descartes aklın bir kipi olan ‘cogito’ dan yola çıkarak hakikate ulaşılabileceğine yönelik bir sistem geliştirmişti. Buna göre ‘cogito’ Tanrı dahil her şeyin bilgisine muktedirdi. Daha gerilere gittiğimizde Descartes’ın akılcılığının temelinde ise Rönesans döneminin başarı kazanmış matematik-fizik (bilimsel) yönteminin olduğunu görürüz. Kopernik, Kepler ve Galileo gibi bilim adamlarının eserlerinde ilke olarak doğanın matematiksel bir yapıda olduğu ve doğayı kavramak için de matematiksel yöntemin gerekliliği vurgulanmıştı. Bu anlayış da bilimsel sahada büyük başarıların elde edilmesine olanak sağlamıştı.[*] Rönesans’ın temellerini atmış olduğu doğaya matematiksel bakış (matematik-fizik yöntemi) XVII. yüzyıla gelindiğinde diğer düşünürler gibi Descartes’ı da derinden etkilemiştir. Descartes Metot Üzerine Konuşma adlı eserinde matematiğin sağlam ve güvenilir bir yöntem olduğunu ve bu yönteme dayanarak diğer bilimleri de biçimlendirmek istediğini belirtir.
Gerek Descartes’ın gerekse Rönesans bilim adamlarının matematiksel (matematik-fizik) yönteme vurgu yaparak bir yönüyle doğanın matematiksel kavramlarla aydınlatılabileceği düşüncesi, XVIII. yüzyıla gelindiğinde insan aklının doğa karşısında güçlü ve egemen olma bilincini doğurmuştur. Çünkü soyut nitelikteki matematiksel kavramlar aklın bir ürünüydü. Nitekim Aydınlanma düşünürleri de bu bilinçle hareket ederek aklı bir kılavuz olarak görüp onun egemenlik alanını daha da genişletmeye çalışmışlardır.
Bu ifadelerden Aydınlanma düşünürlerinin akla duydukları güvenin temelinde başarı kazanmış matematik-fizik yönteminin bulunduğu ve bunun da açıkça bilimsel yönteme işaret ettiğini görmekteyiz. Kepler ve Galileo ile başlayan ve Newton ile son formuna ulaşan modern bilim yöntemi Aydınlanma düşünürleri için doğru bilgiye ulaşmanın yegâne aracıydı. Newton bu yöntemi esas alarak yeryüzü ve gökyüzüne ilişkin birçok olguya açıklık getirmişti. Bu durum da Aydınlanma düşünürleri için bilimsel yöntemin önem ve gücünü açığa çıkartarak, bir ‘bilimcilik’ fikrinin oluşmasını sağlamıştır.
Aydınlanma düşünürlerine atfedilen ‘bilimcilik’ etiketinin modern bilimsel yöntemin başarıları sonucu ortaya çıktığını destekleyen bir diğer argüman da Aydınlanmanın hareketinin ilk olarak İngiltere’de başladığı düşüncesidir. Aydınlanma hareketinin ilk olarak İngiltere’de başlaması bir tesadüf değildir. İngiltere asıllı Isaac Newton 1687 yılında modern bilim yönteminin en güzide örneklerinden biri olan Philosohiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) adlı eserini yayınlatarak İngiliz aydınları üzerinde büyük bir etki yaratmıştı. Bu etki özetle hem bilimsel yöntemin hem de bu yöntemin dayandığı aklın doğa üzerinde egemen ve güçlü olduğu algısını oluşturmuştur.
Bir Aydınlanma İdeali Olarak İlerleme Fikri
Newton’la birlikte belirgin bir hale gelen modern bilim yönteminin elde ettiği başarılar Aydınlanma düşünürleri üzerinde bir değişim algısını beraberinde getirmişti. Aydınlanmacıların deyimiyle bu değişim, insanlığı barbarlık ve karanlıktan, uygarlık ve aydınlığa taşımıştı. Olumlu ve iyimser bir bakış açısıyla değerlendirilen bu değişim algısı bir ilerleme (progressus) olarak tanımlanmıştır.
Aydınlanma yüzyılı olarak anılan XVIII. yüzyıl düşüncesini karakterize eden belki de en önemli kavramlardan diğer birisi de ilerlemedir. Hatta ilerleme fikrinin ilk kez bu dönemde karakterize olduğunu ileri süren birçok düşünür olmuştur. Bu savı geçerli kılmak adına ‘ilerleme kavramı’ ve ‘ilerleme fikri’ arasında bir ayrım yapmak doğru olacaktır. XVII. yüzyıldaki doğa bilimlerinin başarıları modernler (moderns) ve eskiler (ancients) arasında belirgin bir bilgi farklılığı açığa çıkartarak ‘ilerleme kavramının’ meşrulaşmasını sağlamıştı. XVIII. yüzyıla gelindiğinde içeriği doğa bilimlerinin başarıları ile belirlenen ‘ilerleme kavramı’ bir model gösterilerek yaşamın diğer alanlarına uyarlanmaya çalışılmıştır. Bu tutum da ilerlemenin bir fikir ya da ideal olarak dikkate alınmasını sağlamıştır. Bu anlamda ilerleme göstermesi istenen bütün öğreti ve disiplinler inanç ve iman yerine, akıl ve bilimi (bilimsel yöntemi) temele alarak yola koyulacaklardır. Bu maksatla yola çıkan Aydınlanma düşünürleri için iki temel gereklilik kaçınılmaz olmuştur.
i) Geçmişte ilerleme için engel teşkil eden dini ve metafiziksel sistemleri tekrar gözden geçirerek ya reddetmek ya da akıl ile uyumluluğunu sağlamak.
ii) İlerleme kavramını yaşamın diğer alanlarına (özellikle de beşeri bilimlere) tatbik ederek daha genel ve kapsayıcı bir ilerleme fikri (extentus progressus)[†] oluşturmak.
İlerlemenin Engeli Olarak Din ve Metafizik
Aydınlanmacıların aklı temel alarak bir entelektüel proje sunması, özellikle vahiy yoluyla elde edilen dini düşünce ve bilgilerin değersiz olduğu sonucunu açığa çıkarmıştı. Bu nedenle Aydınlanma düşünürlerinin hemen hemen birçoğu özelde Hristiyanlığa, genelde ise dine doğrudan karşıdırlar. Hatta bu dönemde özellikle dini ve metafiziksel dizgeleri eleştirmenin ve yadsımanın bir aydınlanma tutumu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tutumun en önemli sebeplerinden birisi de söz konusu kurum ve kuruluşların aklı normal işleyişinden alıkoyarak, ilerleme fikrine bir engel oluşturmasıdır.
Fransız Aydınlanmacılarına göre Hristiyanlık ve kilise insanın bu dünyadaki rolü ile ilgili sabit bir dünya görüşü empoze eder. Bu dünya görüşü her şeyden önce statik bir yapıda olduğu için her türlü ilerlemenin önünde bir engel oluşturmaktadır. Bilindiği üzere, ilerlemenin belirgin bir şekilde ortaya çıktığı saha doğa bilimleriydi. Doğa bilimleri özü gereği değişimi esas alan dinamik karakterliydi. (Örneğin yaklaşık bin yıl hâkimiyetini sürdüren Aristoteles fiziği XVII. yüzyılda yerini Galileo ile birlikte modern fiziğe bırakmıştır.) O halde ilerlemenin gerçekleşmesini sağlayan ön koşullardan birisinin değişim olduğu söylenebilir. İlerleme olmadan değişimin olacağı; fakat değişim olmadan herhangi bir ilerlemenin söz konusu olmayacağı görülmektedir. Bu gerekçeyi en başa koyan Fransız Aydınlanmacılarının hemen hemen hepsi dini ve metafiziksel dizgeleri reddedip kendilerini ifade etmek adına ‘philosophe’ terimini kullanmışlardır. Bu terim, onları geleneksel anlamda metafizik üreten ‘filozof’ teriminden ayırarak, daha çok ‘ilerlemeyi’ ve ‘iyimserliği’ esas alan yazar ve reformcular olarak göstermektedir.
Aydınlanma düşünürleri din engelini aşmak adına ‘ateizm’ ve ‘deizm’ görüşlerini benimsemişlerdir. La Mettrie, Condillac, Helvetius ve Diderot gibi düşünürler Tanrının varlığını reddederek ‘ateizmi’, Voltaire ve Rousseau gibi düşünürler de ‘deizmi’[‡] benimseyerek bu sorunu aşmaya çalışmışlardır. Bu düşünürlerin çoğunluğunun ilk etapta ateist olması ve daha sonra deizme kapı açmalarının sebebi tamamıyla toplumsal düzen ve kontrolün sağlanması ile ilgilidir. Bu hususta Fransız Aydınlanmacı Voltaire, Tanrı’nın yokluğunun yol açacağı bir nihilizmin halk için büyük bir tehlike yaratacağı düşüncesindedir. Ona göre aydınlar (entelektüeller) ateist olabilirler ve bu bir sorun yaratmaz; fakat halk ateist olursa bu durum toplumun huzur ve güvenliği açısından büyük bir sıkıntı doğurur.
Genel Bir İlerleme Fikri
Aydınlanma düşünürlerinin gerçekleştirmek istedikleri ikinci proje genel bir ilerleme fikri oluşturmaktır. Daha önce değinildiği üzere, ilerleme (progressus) kavramı XVII. yüzyıldaki başarı kazanmış doğa bilimlerinin yöntemiyle meşrulaştırılmıştı. Diğer bir deyişle, bu yöntemle bir ilerleme gerçekleştirilmişti. Aydınlanma düşünürleri bu noktadan yola çıkarak doğa bilimlerinin yöntemini özellikle de tarih ve toplum bilimlerine uyarlayarak genel bir ilerleme fikrine ulaşmak istemişlerdir. Bu teşebbüsün temel gayesi, ilerleme sonucunda insanlığın refah ve mutluluğa ulaşacağı inancıdır.
XVIII. yüzyıla gelinceye kadar tarih ve toplum bilimlerinin doğası ve yöntemine ilişkin herhangi ciddi bir çalışma yapılmamıştı. Özellikle Descartes ve Bacon gibi XVII. yüzyıl entelektüelleri tarihin bir bilim olmadığını savlayarak daha çok ilgilerini doğa bilimlerinin problemlerine yöneltmişlerdi. Oysa Aydınlanma düşünürleri doğa bilimlerinin yöntemini esas alarak hem tarih ve toplum bilimlerini biçimlendirmiş; hem de bu disiplinlerin ilerlemeye tabii olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Değinildiği üzere, doğa bilimlerinin yöntemi matematik-fizik yöntemiydi. Burada özellikle matematiğin rolü, hem akla bir ayrıcalık tanımış, hem de doğa-akıl özdeşliğini açığa çıkarmıştır. Rönesans sonlarına doğru yeni bilimlerle birlikte doğanın matematiksel kavramlarla anlaşılması ve doğa yasalarına matematiksel (zihinden türetilen) kavramlarla ulaşılması, şu inancın oluşmasına zemin hazırlamıştı: “Doğa ile akıl, nesne ile zihin arasında doğrudan bir uygunluk vardır.”
Doğa ile akıl arasında kurulan bu özdeşlik ilkesi, akla ait özelliklerin doğada da bulunduğunu ve doğa içerisinde bulunan bütün varlıkların akıl ile bilinebileceği varsayımını oluşturmuştur. Aydınlanma düşünürleri bu varsayımdan yola çıkarak tarih ve toplum bilimlerinin de doğa bilimleri türünden benzer yasalara tabi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre daha önce doğa bilimlerinin yasalarını keşfedip ilerlemeyi (progressus’u) gerçekleştiren ‘akıl’ şimdi de doğa çerçevesi içinde bulunan tarih/toplum bilimlerinin yasalarını keşfederek tarihsel ve toplumsal ilerlemeyi (‘extentus progressus’u) gerçekleştirecektir.
Bu türden bir genel ilerleme fikri (extentus progressus) Aydınlanma düşünürlerinin eserlerine insanlığın ilerlemesi olarak yansımıştır. Özellikle Fransız Aydınlanmacılarından Turgot [Universal History (Evrensel Tarih) ] ve Condorcet’in [Esquisse d’un Tableau Historique des Progres de I’esprit Humaın (İnsan Zekâsının İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı)] yapıtlarında ‘ilerleme’ genel anlamda insanlığın ilerlemesi olarak ele alınmıştır.
DEĞERLENDİRME
Genel olarak bakıldığında Aydınlanma düşüncesinin aklı merkeze alarak bir aydınlatma projesi yapmaya çalıştığı görülmektedir. Aklı temele alan bu proje zamanla akla müttefik ve muhalif kavramları (düşünceleri) açığa çıkarmıştır. Aklın müttefik olduğu kavramlar bilim ve ilerleme olmuş; muhalifleri ise din veya metafiziksel dizgeler olmuştur. Aydınlanmanın kavram veya düşüncelere yönelik bu kategorileştirmesi aynı zamanda bu çığırın dünya görüşünü de ortaya koymaktadır. Bu anlamda bir kişinin aydınlanmacı olduğunu söyleyebilmek için akıl, bilim ve ilerlemeyi benimsemesi; dinsel ve metafiziksel dizgeleri reddetmesi ya da sekülerleştirmesi gerekecektir.
Aydınlanma düşünürlerinin benimsemiş oldukları ve benimsetmeye çalıştıkları bu ilkesel düşünceler XVIII. yüzyıldan XX. yüzyılın sonlarına değin çeşitli açılardan ve farklı şekillerde eleştirilmiştir. Özellikle XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren post-modern düşünürler Aydınlanmanın öne sürdüğü ilkelerin kendi idealleri ile çeliştiği gerekçesiyle aydınlanma ilkelerinden vazgeçilmesi gerektiğini savundular. Post-modern düşünürlere göre XX. yüzyılda patlak veren iki büyük dünya savaşının ve nükleer silah tehlikesinin sorumlusu bilimdi. Bu bağlamda bilim Aydınlanmacıların öne sürdüğü gibi insanlığın refah ve mutluluğunu arttırmamış, aksine insanlığı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıp, sefalet ve mutsuzluğa sürüklemişti.
Burada her şeyden önce post-modern düşünürler tarafından bilime yöneltilen eleştiri ve suçlamaların birtakım yanlış anlama ve yorumlamalara dayandığını belirtmek gerekir. Bilimin yol açtığı büyük teknik olanaklar, insanlığın refahı ve mutluluğu için kullanılabileceği gibi, insanların birbirlerini yok etme yolunda da kullanılabilir. Dolayısıyla burada bilimi değil de, bilimi kullananları eleştirmek ve suçlamak daha doğru olacaktır. Bu hususta İngiliz filozof B.Russell haklı olarak şu ifadeleri dile getirmiştir: “Bilgelikle birleşmeyen bilim tehlikelidir ve çağımız için gerekli olan şey de bilgiden çok bilgeliktir.” Bu manada Aydınlanmaya düşüncesine yönelik eleştirilerin yıkıcı ve düşmanca bir eğilimden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Bu temelsiz eleştirileri bir kenara bırakırsak, Aydınlanma düşüncesinin ileri sürdüğü fikir veya düşüncelerin günümüz Batı medeniyetinin kurucu ilkeleri (akılcılık, bilimcilik, ilerlemecilik, din ve metafizik karşıtlığı (sekülerleşme) ) olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Bugün Batı’nın bilim ve teknoloji alanında daha ilerde olmasının ve sanat, eğitim, devlet ve hukuk gibi alanlarda bir seküleştirme gerçekleştirerek daha yaşanılır bir toplum oluşturmasının temelinde şüphesiz söz konusu kurucu ilkeler bulunmaktadır.
Öte yandan bu ilkelerin Batı ve Doğu medeniyetleri arasında bir sınır çizgisi oluşturduğunu hatta bu ilkeler çerçevesinde Batı’nın Doğu’dan daha ileride olduğu ileri süren birçok düşünür olmuştur. Buna göre Doğu toplumlarında aydınlanma ilkelerinin bulunmaması ya da bu ilkelerin yerleşmemesi onları Batı’dan daha geri bıraktığı söylenebilir.
Daha önce değinildiği üzere, Batılı insanın aydınlanma değerlerine ulaşması pek kolay olmamıştır. Felsefi bir tutumla (eleştirel ve sorgulayıcı bir yaklaşımla) Rönesans ve Reform hareketlerini başlatmış ve bu hareketlerin sonuçlarından beslenerek hem aklın gücünü benimsemiş hem de bir din ve gelenek eleştirisi yapabilmişti. Bu veriler Aydınlanma döneminde sentez edilerek bir dünya görüşüne dönüştürülmüştü. Buna karşın Doğu toplumlarında XIV ve XV. yüzyıllar arasında Rönesans ve Reform hareketlerini başlatacak bir felsefi tutumun (eleştirel ve sorgulayıcı bir zihniyetin) olmadığını ya da oluşmadığını eldeki kaynaklar bildirmektedir.
KAYNAKÇA
Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 1998.
Carr, H.E., Tarih Nedir?, Çev: Misket Gizem Gürtürk, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.
Cevizci, Ahmet, Aydınlanma Felsefesi, Ezgi Kitabevi, Bursa, 2002.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul, 2014.
Çiğdem, Ahmet, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997.
Collıngwood, G.R, Tarih Tasarımı, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1990.
Descartes, R., Metot Üzerine Konuşma, Çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1994.
Goldman, Lucien, Aydınlanma Felsefesi, Çev: Emre Arslan, Doruk Yayınları, Ankara, 1999.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002.
Koyre, A., Yeni Çağ Biliminin Doğuşu, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1999.
Yıldırım, Cemal, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2008.
————————————————–
[*]Bu hususta Fransız düşünür A. Koyre matematiksel yönteme büyük bir sorumluluk yükleyerek, yeniçağ bilimini karakterize eden düşüncenin deney ve gözlem değil de, doğaya matematiksel bir bakış olduğunu iddia eder. Bkz. A. Koyre, Yeni Çağ Biliminin Doğuşu, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ara Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 43-48.
[†]Latince kökenli olan ‘extentus progressus’ terimsel anlamıyla kapsam alanı genişletilmiş ilerleme olarak tanımlanabilir. Burada ‘extentus’ (kapsamı genişletilmiş) sıfatını temsil eden unsurlar tarih ve toplum bilimleridir. Ayrıca belirtmek gerekir ki ‘extentus progressus’ Aydınlanma düşünürleri tarafından kullanılan bir kavram değildir. Aydınlanma düşünürleri doğa bilimlerindeki ilerlemeye karşılık gelen progressus’u aynı zamanda tarih ve toplum bilimleri için de kullanmışlardı. Bu da bir kavram ve anlam belirsizliğine yol açmaktaydı. Bu nedenle ‘extentus’ sıfatını kullanarak tarih ve toplum bilimlerini de kapsayacak şekilde bir kavramlaştırma gereği duyduk.
[‡] ‘Yaradancılık’ olarak da bilinen ‘deizm’, Tanrı’ya inanmakla birlikte, belli bir dinin dogmalarını ve ilkelerini benimsemeyen; Tanrı’nın evreni yarattıktan sonra onu, kendi yasasına göre işlemek üzere kendi başına bıraktığını öne süren öğreti olarak bilinmektedir. Ayrıca bkz. Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 1998. s. 196.
[i] Kaynak: https://www.academia.edu/21888468/FELSEFEN%C4%B0N_I%C5%9EI%C4%9EIYLA_AYDINLANAN_AYDINLANMA
[ii] Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Sistematik Felsefe ve Mantık ABD Öğr.Üyesi