Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Hakkında Dilbilimsel Bir Deneme

Tam boy görmek için tıklayın.

 

Dr. Meryem ÇAĞIL

Felsefenin imkânını soruştururken, dilin imkânını soruştururuz. Varlık hakkında düşünürken düşüncemizi dil üzerinden gerçekleştirir, dil hakkında düşünürken bile dilin el verdiği ölçüde, dilin sınırları içinde düşünürüz. Dile aktaramadığımız bir düşünceyi düşleyemediğimizi söyleyebiliriz. Bununla birlikte kelimelere dökülemeyen, kelimelerin eksikliği, mananın çokluğu nedeniyle karşılanamayan anlamlar da vardır ve madde mana diyalektiği dışında elimizde her zaman fazla mana kalır. Etrafımızda bize son fikri aşılamayan bir nesne görmememize rağmen sonsuzluğu düşleyebilir, sonsuzluk adını verdiğimiz şey kavramdan ibaret olup bir nesneye karşılık gelmese bile sonsuzluk fikrine sahip olabiliriz.

Dilin müphemlik özelliği gereği, bir kelimeye kıyasla onun anlamı daha cömert bir varlık barındırır, çoklu anlamların hepsiyle birlikte doğru olabilen bir kavram, çok fazla düşünceye oranla tek bir kelimeyle yetinir ve yorumla farklılaşan anlam zenginliğine karşı kelimeler daima sınırlı sayıda tezahür eder. Anlamın çokluğu yorumla, yorum da yorumcuyla birlikte var olur. Dil, kurallı bir olgu ve bir toplum faaliyetiyken, anlam, kuralların bağlayamadığı kişisel bir tecrübe olmak durumundadır. Bu nedenle Heidegger: “Dil varlığın evidir.” derken anlam ile nesne arasında kurulan deneyime dayalı sahte zorunluluğa ve bir tür bilimsel gerçekliğe itiraz eder. Anlamak yorumlamaktır ve her yorum biriciktir. Çünkü dünya varlığı olarak her insan aynı dünya içinde aynı fizik kurallara bağlı olsa da kendi hayatını yaşar. Başkalarının yerine ölemediğimiz gibi başkalarının yerine de yaşayamayız. Bir melodiyi düşünelim, yahut notaları önceden yazılmış bir şarkıyı. Piyano başında hangi tuşlara basacağım hususunda benim inisiyatifime bırakılmış bir şey yoktur ancak icra tamamen bana özeldir. Sesle icra edilen bir türküyü esas alalım, “Gel Ha Gönül Havalanma” türküsü mesela. Ben bu türküyü pekâlâ söyleyebilirim, makamına ve usulüne uygun bir şekilde okuyabilirim ama Turan Engin icrasındaki o muhteşem tekilliği asla yakalayamam. İşte varlığımızın o genel belirlenmişlik içindeki özel bulunuşu ancak dil ile mümkündür. Çünkü en nihayetinde dil, bir bildirişim aracıdır ve dil yetisinden farklı olarak hep bir toplumu gereksinir. Ancak konuştuğumuzda bir toplum olarak konuşmayız, toplumsal bir varlık olarak bireysel bir bildirimde bulunuruz. Bu yüzden ruhsal bir çağrışımı olmayan hiçbir ses, semantik bir gönderge barındırmaz.

   Yorumun biricikliği milletler arasında da tezahür eder ki halihazırda başka dilleri konuşan milletlerin iletişimi, dillerin de iletişimidir. Dil ailesinden bahsedebildiğimiz gibi birbirine en yabancı diller arasındaki kelime geçişliliğini de biliriz. Fakat bu kelimelerin her biri geçtiği dilin kültürüyle yeni yorumlara ve yeni anlamlara kavuşur. Başka dilden geçmesiyle birlikte, Türkçenin efsununa uğrayan kelimeler, yeni anlamlar giyinip, yeni kavramlara denk gelen ve geçtiği dile ait olan kelimeler olurlar. “Hürriyet”, “İstiklal” ve “Vatan” kelimelerini düşünelim. Bu kelimeler bir başka dilden dilimize geçmiş oldukları halde Türkçede önce eylem olarak tezahür ederler sanki ve her eylem, ontolojisine değil; ideolojisine, bu yüzden hep bir eylem olmasına kendi yüklemine bağlıdır. Türkçenin politik gösterge evreninde anlam bulan bu kelimeler gibi insanı yücelten nice kelimeler, deyimler, tikel olana değil kendi yapılarına göndermede bulundukları bir tamlık içindedirler. Türkçe, bu bağlamda kendinden olmayan kelimeleri de Türk düşüncesiyle Türkçeleştiren bir dildir. Dil, kendi başına bir şey olmamasına karşın dair olduğu kültür dünyasında bir varlığa karşılık gelir. Bir resmin kendini değil bir düşünceyi ve duyguyu karşıladığı gibi dilin de bir düşüncenin ürünü olması gerekir. Bununla birlikte o dil, kendi üretildiği düşünceye de etken bir varlık olarak katılmaya devam eder. Düşünceyi hem niteleyen hem de düşünce ile nitelenen olur.

Türk felsefesinin imkanını soruştururken, Türk felsefesinin problem alanını, Türkçe felsefenin, Türkçe düşüncenin, Türkçe üretilen felsefi metinlerin niceliğini ve niteliğini, tarihi seyrini, Türk felsefesinin mekanını tespit etmek gereklidir. Bu nedenle öncelikle Türk felsefesinin imkânı için birkaç soru sormak lazım gelir ki o sorular şunlardır: Türk felsefesinin problemi nedir? Türk felsefesi hangi felsefi problem alanında varlık göstermiştir veya göstermektedir? Türkçe üretilmiş felsefe nerededir? Türk düşüncesinin Türkçe ile ve Türkçenin kullanımı ile bağı nedir? Türkçenin ve Türkçe düşüncenin mekâna bağlı olarak geldiği durumun niteliği nedir? Yazının geri kalanında bu sorulara, aslında bir bakıma Türk felsefesinin imkanını düşünürken karşılaşılan kişisel sayılabilecek sorunlara cevap ve çözüm aranmaktadır.

Felsefe bir problem alanında varlık gösterir. Örneğin Antik Yunan felsefesinde varlık felsefesinin “arkhe” problemiyle başladığı bilinir. Thales ile başlatılan bu tarih, onun bir problem üretmesi ve o probleme de bir cevap-çözüm niteliğinde bir başlangıç bulmasıyla başlatılır. Malum, Solon da Antik Yunan filozoflarından biridir ancak Thales tarzı bir problem esas almadığı görülmektedir. Eğer bir Antik Yunan felsefesinden bahsedilmekteyse bir felsefi problem alanında isimler ortaya çıktığı için bahsedebilmektedir. Demek oluyor ki bir milletin felsefesinden söz edebilmemiz için o felsefenin hangi problemi temel alarak varlık ortaya koyduğunu da söyleyebilmemiz gerekir. Yine bir milletin felsefesinden söz edebilmemiz için o milletin dili ile üretilmiş felsefeden söz ediyor olmamız gerekir. Kant, Alman felsefesinden söz edebilmemizin nedenidir. Aristoteles mantığını ve felsefesini İslam felsefesine uyarlayan Farabi Türk olduğu halde ilim dilinin Arapça olması nedeniyle eserlerini Arapça vermiş, bu nedenle felsefesinden Türk felsefesi olarak bahsedilme olanağına erişilememiştir. Bununla birlikte bir milletin felsefesinden söz edebilmemiz için yazılı bir felsefi metnin varlığını şart koşmamalı ya da Türkçenin felsefeye yetkin olmadığı iddialarını muteber bulmamalıyız. Türkçe felsefenin imkanını tartışırken genellikle kavramsal sorunlardan söz eder, Türkçedeki kelimelerin yetersizliğinden, başka dillerden çokça kelime aldığından şikâyet ederiz. Kabaca yeterli sözcüklere ve kavramlara sahip olmayışımız aklımıza gelir. Oysa dilbilimcilerin de kabul ettiği gibi sözcüklerin anlamları yoktur, kullanımları vardır. Anlam sözcüklerin kendi aralarındaki bağıntının sonucu olarak var olur. Bir bulutu düşündüğümde, zihnimde bulut nesnesi belirmez; o nesnenin zihinsel imgesi belirir ki bazen yağmur oluverir bu bazen serinlik. Bulutta yağmuru çağıran şey, sözcüklerde anlamı çağırır. Belki bu yüzden anlam, nesnenin görüntüsüne oranla hep geç kalır. Saussure: “Dil göstergesi bir nesneyle bir adı birleştirmez, bir kavramla bir işitim imgesini birleştirir.” der. Bu bağlamda göstergenin yazılı yahut sözlü olması neyi değiştirir? Türkçe ve felsefe arasındaki negatif bağıntı hep bu soruya kurban verilir. Ortada bir yazın yoksa bir düşünce de yok gibidir. Oysa Platon: “Söz uçar, yazı kalır.” derken tam da bu anlayışı eleştirir. Söz; dağlar, dereler aşar ve asırlar ötesine taşınır ancak yazı kendi tarihine sıkışıp kalır. Bir söz bize bütün kültürel evrimini de yanında taşıyarak artsüremlilik içinde gelirken yazı sadece kendi zamansallığını bize iletir. Bu bakımdan yazı dilbilimin konusu olmaya daha uygundur. Çünkü dilbilim eşsüremli bir metod ister. Buna karşın söz, felsefi dünyanın daha salim bir unsurudur. Elbette yazılı bir aktarım isteyecektir ama yazıya aktarılınca söz olarak bitecek ve metinleşen her metnin başına gelen kendine yabancılaşma, gücünü kaybetme yazgısını yaşayacaktır. Yunan felsefesinin akıbeti ortadadır; onların yazılı eserlerle mühürledikleri, yaşayıp bitirdikleri, tarih kıldıkları felsefeyi, sözlü olarak bize aktarılan haliyle biz, yaşamaya devam ederiz.

Türk felsefesinden söz edebilme imkanını siyaset teorisyenleri, dilciler, şairler, sufiler ziyadesiyle sağlamaktadırlar. Türk felsefesi için söyleyebiliriz ki varlık, ahlak ve siyaset felsefesi türlerinin tümünde bir geçmişi vardır. Aklı, bilginin ilk kaynağı sayan ve rey ehli olarak nam salan Hanefi-Maturidi geleneğin Mutezile ekolüyle yakın ilmî faaliyetlerinin ve Alevi-Bektaşi Türkmen sözlü geleneğinin felsefi temelinin hakkının teslim edilmesi gerekir. Özellikle Anadolu’nun İslamlaşmasında en büyük katkının gönüllere giren sufilerin çabaları olduğunu hatırlamak gerekir. Tasavvufun felsefeyle yakınlığı Pythagoras’tan beri bilinmektedir. Onun düşünceleri zamanla ekol halini alan Pitagorasçılık, Anadolu’da başlayan tasavvuf tarikatlarıyla benzerlik arz etmektedir.

Felsefe ve edebiyat arasındaki ilişki ise Türk felsefesinin temsil edildiği ve izlerinin bulunabildiği bir ilişkidir. Türkçü dünya görüşün ilk temsilcilerinden olan Kaşgarlı Mahmut’un Türkçenin üstünlüğünü gösterme niyetiyle yazdığı Divan-ı Lügati’t-Türk adlı eser, Türkçe kelimelerin incelenmesi üzerinden dilin varlıkla ilişkisini ortaya koymaktadır. Farsça şiirin revaçta olduğu zamanlarda Türkçe şiir yazmayı özendirme niyetiyle Muhakemetü’l-Lügateyn kitabını yazan ve dil şuurunu ortaya koyan Türk şair Ali Şir Nevai, Farsça kelimeleri Türkçenin fonetiğine uyarlayarak Anadolu Türkçesinin oluşmasında katkı sağlayan, metafizik temalı şiirlerini Türkçe yazan Yunus Emre, Türk felsefesinin seyrinde Türk Edebiyatı ve felsefe ilişkisinin örneğidirler. Kutadgu Bilig adlı eser ile Yusuf Has Hacib, mitolojik bir örüntüyle siyaset felsefesinin temsilciliğini üstlenmektedir. Cumhuriyet öncesi ve sonrası modernleşme sürecinde de Türkçü dünya görüşünün öncelikle edebiyatla savunulduğu görülebilmektedir. Şinasi ile başlayan Türkçü dünya görüşün Mehmet Emin Yurdakul ile devam ettiği alan edebiyattır ve Akçura’ya göre de Türkçü düşüncenin izi Türk edebiyatıyla izlenebilmektedir. Türk felsefesinin varlığı Türk edebiyatından seçilmekte ve adları Türk felsefesine dahil edilerek yâd edilmeyen eserler, Türk felsefesinin mümkünlüğünü aşıp hakikatinden söz ettirirler. Bu eserlerden herhangi birine bakmaya, eserleri okumaya başlayan, Türk düşüncesine, Türkçe felsefi düşüne bakmaya başlar.

Bir toplumun dili; o toplumun düşüncesini, kültürünü, zihniyetini ortaya koyar. Her milletin kültürünü, zihniyetini, ülküsünü yansıttığı bir dili vardır. Dilin ortaya koyduğu düşüncede en etkili unsur ise zamandır. Lacan’a göre dil, anlatma ve kavrama üzerine bir zincirdir ve zaman hep araya giren unsurdur. Zamanın akıcılığına dilin de akıcılığı eşlik eder ve zamanın ayrılmadığı mekânın bozuluşuna dilin de bozuluşu eklenir. Dil, kullanıldığı mekânın ihtiyaçlarıyla kuşanır, o mekânın bağladığı toplum tarafından doğru kabul edildiği, üzerinde uzlaşıldığı anlamlarla sessiz bir sözleşme içindedir. Dilin ait olduğu toplum aynı zamanda ve mekânda o dile aittir. Söz gelimi, ima bildiren bir deyimin, aktaran ve anlayan tarafından doğru anlaşılması hem dilin hem dilin kullanıldığı toplumun birbiriyle olan ilişkisidir. Kendi somut varlığı dışında soyut bir kavrama göndermede bulunan bir ifade kalıbı üzerinde, gerçekleşmesi uzun süren bir uzlaşma sağlanmış demektir. Yalnızca bir dili konuşanlar arasındaki doğru anlama ilişkisi, kullanılan kelimelerin, kalıpların, o dili anlayanların var olduğunu kastederek ilerler. Bu bağlamda her bir millet, yazdığı ve konuştuğu dilin aitidir. Millet aynı zamanda dil varlığıdır ve dilsel bir topluluktur. Dili kullanma tarzı hem dili hem o dil vasıtasıyla düşünceyi niteler. Dil, toplumun en güçlü eylemi olma özelliğine sahiptir. Bu yüzden dilin kullanılmakta olan halinin kavranılması, toplumun mahiyetinin bilgisi için önemlidir. Dil toplumun anlamıdır ve aynı zamanda toplumu anlamlandırır. Toplum tarafından ortaya konan dil, toplumu da ortaya koyar. Dil, zamana ve mekâna bağlı olarak zamandan ve mekândan etkilenir. Türkçenin kullanımı Türk milletinin halidir ve milletin mekânı üzerinden bir kullanımı da içerir. Toplu konut kültürü ile doğadan uzaklaşan dil, artık yeni bir mekânın eylemidir. Çarpık kentleşme ile bozulan mekân, dilin bozulmasının nedenidir. Çarpık kentleşme, toplumsal sürgün anlamına gelmektedir ve bu dilsel sürgünün de nedenidir. Mekâna uyumlu olarak geçmişle bağı kopan bir dil kullanımı, dili ezbere dayalı, imgelemeyen ve yaşama bu imge eksikliğiyle aktarılan hale getirir. Mekânın etkisiyle yozlaşan dil, düşünceyi de kısırlaştırır ve yozlaştırır. Bu nedenle çarpık kentleşme mekanındaki Türkçe, gittikçe zayıflamakta, tembelleşmekte ve düşünce üzerinde olumsuz bir yönlendirici olmaktadır. Dilin bozulması dilsel göstergelerin bozulması olarak değerlendirilebilir. Kavramla buluşan işitim imgesinin bozuluşu, dilin bozuluş nedenidir. Kandili uyutmakla ampulü söndürmek arasında karanlık bakımından bir fark yoktur ancak kandilden yayılan ışığın ruhsal çağrışımları ile ampulün ışığı arasında epey fark vardır. Kandilin uyutulduğu zaman ve mekanla ampulün söndürüldüğü zaman ve mekân arasındaki fark, zaman ve mekân değişiminin dilin bozuluşu üstündeki etkisini gösterir.

Dil, toplumsal boyutta belirli bir kurala tabidir. Kuralı ile kavranıp kullanılmayan ve çarpık kentleşmenin doğurduğu kısıtlı ve hep aynı ihtiyaçlarla belirlenip konuşulan dil, Wittgenstein’ın “sıkıcı” sıfatıyla betimlediği dildir. “Dil sıkıcı bir hâl aldığında o yaşama da taşınır ve dünyayla yüzleşen aklın yalnızlığına taşınır.” diyen Wittgenstein, umutsuzluğun sebebi olarak gördüğü dili kurtuluş için de sebep sayar. Dil, işlevsel yönü sebebiyle, zayıfladığı zaman kültürel ve düşünsel çöküşe olanak hazırladığı kadar güçlendiği zaman kurtuluşa da zemin hazırlar. Jacques Ellul’un söylediği gibi: “İnsanlığı kurtarma isteğinde olan herkes bugün öncelikle dili kurtarmalıdır.” John Locke da dilin doğru kullanımının elzem oluşuna değinerek, “Karışık biçimlerle ilgili fikirlerimiz, kusurlu olmaya meyillidir ve bunu aşmak için çok şey bilmek değil düzgün konuşmak gereklidir.” der. Bu anlamda Türkçe, tastamam en üstün olanakları ile kullanılır olduğunda düşünce onun ardından gider ve Türk felsefesi, geçmişte olduğu gibi bugün de imkânını bulur. Kültür gerileyebilir, gelişebilir. Durağan olmadığı gibi muasırlaşmaya etkisi ve gücü de gelişmesine bağlıdır.

Sonuç: Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Projesi tüm bu önerileri elbette öngörmüş bir çalışmadır. Uzun ve hiçbir zaman bitmeyecek bir soruşturmanın konusu olan Türk felsefesinin imkanını tartışmaksa Türk felsefesinin ispat-ı vücudu gibidir ve bu soruşturmanın güzel olan tarafı da budur. Bu yüzden bu soruşturmaya asla son bir nokta koymak zorunda değiliz.

Meryem Çağıl

* Meryem Çağıl, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Hakkında Dilbilimsel Bir Deneme”, Türk Yurdu Dergisi, Devre: 7, Cilt: 43 (75), Sayı: 430 (791), Yıl: 112, ss. 27-30.

Yazar
Meryem ÇAĞIL

Lisans eğitimini, Eğitim Fakültesinde tamamlamıştır. Eğitimcidir. Mezhepler Tarihi alanında yüksek lisans çalışmasını sürdürmektedir. Gayrinizami felsefe, sosyoloji, göstergebilim ve zihniyetler üzerine alan çalışmaları yapmak... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen