A. Yılmaz Soyyer
Felsefe Antik İyon-Helen uygarlığında ortaya çıkmış bir düşünce disiplinidir. Her ne kadar Hint’e, Çin’e kadar uzandırılabiliyorsa da asıl etkili dönemi Anadolu’nun Akdeniz-Ege bölgelerinde ortaya çıkmıştır. İslam filozofları denilen ve Arapça felsefe yapan İbn Sina, Farabî gibi şahsiyetler her ne kadar Türk kökenliyseler de onların ortaya koydukları düşünceyi Türk’e has olarak değerlendirmek pek de mümkün görünmemektedir.
Felsefe yaklaşık 2500 senelik serüveninde görüldüğü üzere “soru sormak ve verilen her cevapla yeni bir soruyu da mümkün kılmak” şeklinde özetlenebilir. Bu düşünüş biçimi, her hangi bir kesin yargıya nassa (dogma) veya ideolojik düşünceye saplanmaksızın ve soruların sınırlarını belirlemeksizin yapılan bir faaliyettir. Dünyanın her yerinde düşünce ürünleri varken, bizde de Köktürk yazıtlarında, Divan-ı Lugati’t-Türk’te ve Kutadgu Bilig’de insan düşüncesi kullanılıp eserlerin verildiği zamandan günümüze kadar bu eserler etkili olmuşsalar da bizlerin felsefe olarak adlandırdığımız disiplinin içerisinde değillerdir.
Bu bağlamda felsefe faaliyetinin sadece Antik İyon-Helen uygarlığında doğmuş bulunduğunu belirtmek zorundayız. Bizdeki, Hint’te veya dünyanın başka yerlerindeki yazılı faaliyetlere edebî düşünce demek mümkünse de felsefe dememiz imkan dahilinde bulunmamaktadır. Türklerin tarihte felsefe yapmamış olmaları da onlar için bir eksiklik değildir. Yeni Çağ’da kendilerine özgü felsefeleri olan İngilizlerin Türkler taşa yazı yazarken varlıklarından dahi söz edilemez.
Bir başka bakış açısıyla baktığımızda felsefe içerisinde değerlendirilebilecek bir takım söz faaliyetlerimiz de vardır elbette. Kutadgu Bilig ile başlayıp Yunus ve diğer mutasavvıflarımızda zirvesini bulan tasavvuf felsefe içerisinde pekala değerlendirilebilir. Bilhassa ahlak dediğimiz alana kaynaklık etmesi mümkündür. Tasavvuf bir ferdî tavır ve tutum olarak kaldığı sürece felsefenin içerisindedir. Değilse tarikat dediğimiz sosyal yapılanmayı aynı düzlemde değerlendiremeyiz.
Tarikatler 12. yüzyılla birlikte tasavvufu sosyalleştirmişler, aynı zamanda da sorgulanamaz, itiraz edilemez bir din haline getirmişlerdir. Mesela Mevlânâ’nın Mesnevî’sini ya da bilhassa Dîvân’ını okuduğumuzda ele avuca sığmaz bir âşıkla karşılaşırsınız. Vefatından bir asır sonra Mevlevîlik tarikatleşince bütün bu metinler eldeyken dahî takipçilerinin zihninde İslamî geleneğin ağırbaşlı, sanki bir medreseli ciddiyetinde mürşidi ortaya çıkarılmıştır. Bununla asla Mevlanâ ciddiyetsizdi demek istemiyorum, söylediğim onun coşkun, taşkın hallerle söylediği müthiş şiirleridir. Mevlevîlik çelebiler ve müntesipler tarafından -bana göre- Mevlanâ ve Şems’in muhteşem ve yalın alevden Tanrı sevdâlarından, yaşadığı mânevî aşkı “yan fakat tütme” düsturuna ulaşmış seyrüsüluka dönüştürülmüş bir yoldur.
Günümüzde böylesine bir aşkın felsefî yansımalarını ihmal ederek hiçbir veri elde edemeyiz. Yapılması gereken -bence- tasavvufu bir hâlden bir sisteme yâni, aşk hâlinden bilim haline dönüştürerek felsefî gelenek oluşturmaktır. Bu da irade ve ahlâk konuları başta olmak üzere bir Türk felsefesi oluşturmakta etkin malzeme ve yönlendiriş temin etmeye sebep teşkil edebilir. Bu söylediklerim beraberinde “aşk sorgulanabilir mi?” sorusunu getirecektir. Bence sorgulanmalıdır, Kant’ın estetikle aşmaya çalıştığı “duygular bilgi midir?” diye de sorulaştırılabilecek yargıyı tasavvuf alanında da yeniden ele alamaz mıyız? Bence bu yapılabilir ancak tasavvufun yani ondaki aşk denilen vasıtasız bilginin vehbi (Tanrı tarafından verilmiş) olmasını paranteze almamız gerekir. Ya da bu vehbi bilginin söze ve yazıya geçirilerek bencileyin bu vasıtasız bilgiyi alamayanlara anlatılışını insan aklı mahsulü kabul edebiliriz. Böylece de bize pekala Yunus, Mevlana ve İbn Arabi’deki aşkı sorgulama ve yeni bir aşk felsefesi geliştirme hakkı doğmuş olacaktır.
Ben bu bahsettiğim Yunus, Mevlana gibi mutasavvıfların dizelerinde ifade ettiklerini onların diğer dizelerine bağlı kalmak ve eserlerinin bütünü ile uyum içinde olmak kaydıyla ciddi okuyucu tarafından bir mutasavvıfın (dervişin, vasıtasız bilgi alabilenin) yorumuna gerek duyulmaksızın anlaşılabileceği kanaatindeyim.
Bu elbette çok zor bir girişimdir. İlkin dervişlerin “ben ustamdan öyle öğrenmedim” ya da “sen ne dersen de ben usta malı satarım” sözleri karşınıza dikilecektir. Eğer ısrar edip “ustanız anlamıştır ama ben de anlayabilirim” derseniz, “kibirli olmaktan tutun dinsizliğe kadar” pek çok sert sözle karşılaşacaksınız demektir. Bütün bunlara rağmen eğer bir Türk felsefesi oluşturmak ve hayata geçirmek istiyorsak bunu yapmak mecburiyetindeyiz. Bu çabamıza Kadim Yunan Filozofları, özellikle Platon, Markus Orelyus, Epiktetos, Stoacılar, Yeni Platoncular gibi felsefe akımı mensupları da katkıda bulunabilir.
Bunu söylerken “Türk felsefesinin bir din felsefesi olması zorunluluk mudur?” sorusu akla gelebilir. Geçmişimize baktığımız zaman -şimdilik- bu bir mecburiyet olarak görülmektedir. Hele hele yeniden her sahada etkili olacak bir felsefî ahlâk geliştireceksek bunu yapmak zorundayız. Bu girişimi gerçekleştirirken düşüncenin metodlarını kullanmanın yanı sıra Orhun kitabelerinden dîvân şiirine, hatta modern şiir ve romanlarımıza kadar pek çok malzemeyi kullanabileceğimiz kanaatindeyim. Bu yeni disiplinin yapılış yeri üniversiteler veya oluşacak bilgi çevreleri olabilir. Eğer üniversiteler bu konuda bir öncülük sağlayacaksa hem İlahiyat fakültelerinden hem de felsefe bölümlerinden uzakta, yepyeni bir alan oluşturularak gerçekleştirilmesi doğru olabilir. Aslında ilahiyat fakültelerinde felsefe derslerinin çok aza indirildiği bir ortamda bir din felsefesinin yapılması da zaten gün geçtikçe zorlaşmaktadır. Felsefe bölümleri ise filozofların hayat ve görüşlerinin öğretildiği yerlerden ibarettir. Zaten özgür düşünce ortamının bulunmadığı bir yerde bu faaliyetler de yürütülemez. Böyle bir felsefî çevrenin oluşması vakıf ve derneklere kalmaktadır.
Son olarak şunu ifade etmeliyim: Bir Türk felsefesi kurmak ve hayata geçirmenin yalnızca şu yazdığım şekilde olamayacağının farkındayım. Benim söylemek istediğim “ben bir metod girişiminde bulunuyorum, bunu eleştirin, katkıda bulunun” hitabıdır. Bir felsefenin hayata geçmesi için öncelikle böyle bir şeye bir toplumda ihtiyaç duyuluyor oluşu gereklidir. Bu ihtiyaç olduğu zaman Kantlar, Hegeller kendiliğinden ortaya çıkacaktır.