Sait BAŞER
Tek tip, illâ belli bir sistematik yapıda olma şartı dayatan, mutlak gerçeği bilme iddiasında, yüzde yüz objektif bir felsefi yoktur, olamaz! Eşyanın da insanın da fikrin de tabiatına aykırıdır. Başka bir gerçek de şudur: Hiç bir filozof içine doğduğu zaman, kültür ve dilden bağımsız düşünemez. Fikirler ihtiyaçlarla gündeme girer, şartların ilhamıyla şekillenir, tarihin yarattığı kavramlarla dile gelir!
Bizim felsefe muhitine girmiş arkadaşlarımızda felsefeye fazlaca önem atfetmek ve sadece tek tip bir felsefe mümkünmüş gibi, adeta “muhayyel bir ideal felsefeyi kutsama tutumu” tespit ediliyor. Bu tutum, felsefenin tabiatına aykırı. Felsefeye dogmatik bir yapıymış gibi bakılmasını yadırgıyorum. Felsefenin değeri, kayda girmez bir soru sorma imkânı taşımasında değil miydi? Tenkit ve analiz çabasından bağımsız bir dogma değeri verildiği an, o faaliyetin adı kesinlikle felsefe olmaktan çıkıyor. Belki din, ideoloji veya edebiyat oluyor…
Akademimizde, felsefe karşısında dizlerinin bağı çözülen felsefecilerimizi anlamıyor değilim. İnsanlığın yetiştirdiği en parlak muhakemeli insanlar denilebilecek bir filozoflar zümresinin ürünlerine nüfuz ve hâkimiyet kolay değil. Büyülenmemek de büyük iddia olur.
Felsefenin büyüsü, aslında o dâhiyane elemanlara duyulan hayranlıkta aranmalı… Eldeki felsefe külliyatının ağırlığını kaldıramadığında, karşısına almaktansa yanında durmak anlamında, neredeyse o “topluluğa dühul” ihtiyacından söz edilse yanlış olmaz. Oysa ortada bir gerçek var: “Homojen, birbirinin mütemmimi ve ortağı” sayılabilecek bir felsefeci topluluğu yok. Bilakis, birbiriyle temelden tezatlı bir yığın filozof söz konusu.
Kolları sıvayıp aynen hakkı teslim edilmiş, fikir ve tespitleri revaç bulmuş filozofların hasbiliğiyle ve onların yaptığı gibi çağının, toplumunun, kültürünün ihtiyaç ve meseleleri üzerine fikir yürütmek mümkündür. Bendeniz hiç abartmadan, felsefeyi sadece düşünme cesaretinden ibaret görüyorum. Bunun için de kimseye hesap vermeye mecbur olunacağını kabul etmiyorum. Hesap, sadece fikirler arası ilişkilerdeki mantık düzenine ve gerçekle temas adına sorulabilir. Bir metodu, formu takip adına değil!
EVRENSELLİK NEDİR?
Felsefeyle uğraşan, çoğu akademisyen ve mevcutlara bir ekleme yapma iddia, ihtiyaç ve cesaretine sahip olamayan arkadaşlarımızın, meşgul oldukları alanı yüceltirken kendi itibarlarını da arttırma güdüsü taşıdıkları söylenebilir. Hâlbuki felsefede sabit bir üslup, belli bir yönteme esaret, illa bir modele riayet şartı koşulamaz. Koşulduğu an, düşüncenin önü de direkt veya endirekt olarak kesilmiş olur. Eğer sadece nakil veya eğitim kastıyla, vulgarize ediş hedefiyle değil de meseleyi anlamak ve açıklamak derdiyle düşünüyorsanız ortaya koyacağınız o fikir felsefeye dahil olacaktır. Nasıl bizim “Divan Edebiyatı”nın belli form, mazmun ve türlerde eser verme geleneğini Batı’dan istemeyi abes buluyorsak Batı’da gelişen düşünme form ve türlerinin dışına çıkılınca felsefeden de çıkmış olma kanaati de isabetli değildir. Nasıl “Divan” tarzı, edebiyatın tek vadisi olarak görülmüyor, bir Fransız’dan Divan teşkil etmesi beklenmiyorsa bizim fikir dünyamızı “Sistematik Felsefe” kalıplarına uymuyor diye felsefe dışı addetmek de yanlıştır. Bu kıyası yürütürsek Batı müziğine benzemediği için Türk müziğini, Batılı bencil ahlaka karşı diğergam Türk ahlakını, ejderha veya canavarlaştırılmış Batı devlet ütopyasına mukabil hizmet ve adalet temelli devlet geleneğimizi, şehrimizi, kurumlarımızı, sosyolojimizi… toptan reddetmemiz gerekecektir!
Eğer “anlama”nın öznelliğinin farkındaysak, kültürel ortamın belirleyiciliklerini görebiliyorsak, bir “dil” ile düşünüp yazıyorsak, o dildeki semantik ilişkilerle fikir inşa ediyorsak, işte o üretim tam da “yerelden evrensele sesleniş” olacaktır. Çünkü kullanılan dil, sloganlaştırmadan da içindeki muhakemesiyle yereldir ama siz, o dil ile insanlığın derdine dair, ihtiyaçları hakkında imal-i fikr etmektesinizdir. Fezada asılı, herkesin uymasını mecbur kılan, dogmalaşmış bir evrensellik kalıbı yok! Evrensellik iddialarının pek çoğunun arkasında iktidar gücü bulunmaktadır… Yerel duyuşların rafinasyonundan doğan fikir, gene o yerel tecrübenin ürünü olan dil kalıbına girerken yerelliğini kaybetmez. Mesajı fikrin doğduğu toplum ötesine geçebilirse evrensel olur. Hepsi budur. Evrensel olayım diye yola çıkılmaz, eseriniz insanlığa ulaşıyorsa evrensel olursunuz!
Marx’ın “Asya tipi üretim” formülü, bizim tarih ve toplum tecrübemize değmez bile. Marx’ın sınıfsız bir toplum örneği olarak Türkleri tanıdığını ve incelediğini kim iddia edebilir? Yoksa Marx, müstakbel bir iddia olarak dile getirebilir miydi o “sınıfsız toplum” rüyasını? Ama onun fikrini benimseyen yığınla Asyalı var! Bu yanlış mütalaayı evrensellik mi saymalıyız?
Ancak “tercüme dili” denilebilecek bir özel ve toplumun geçmişinde bulunmayan (Türkçe örneğiyle söylersek “Türkçemsi”, tercümeye muhatap dilin muhtevasındaki tecrübeye ad aramanın ürettirdiği bir sentetik Türkçe yani) söz konusu oluyorsa, o felsefe metinlerine yerellik yakıştırılması mümkün olmaz. Aziz Yardımlı nam mütercimin Hegel vb. filozoflardan aktardığı, en iyi Türkçecilerin dahi fikri tanıyamadığı eserler(!) gibi…
‘PÜR FELSEFE’ YOKTUR
Bazı felsefeci dostların, felsefeyle Türk kültürü ilişkilerine dair satırları arasında dolaşırken, azıcık tenkidlere karşı tedbir endişesi varmış gibi gelir bana. Olabilir tabii. Hak verilebilir. Felsefecilerimizdeki felsefe yapma korkusu, maalesef bizim akademik muhitlerde, yerel meselelerimizle felsefe arasında ilişki kurmama titizliğine de dönmüş durumdadır. İlişki kurulması halinde çok ciddi bir saldırıya muhatap olacaklarını bilmektedirler. Batı tipi felsefenin tabulaştırılması, o alanın “bekçiliğine soyunmuş” gruba karşı ciddi bir savunma ihtiyacı duyurmaktadır çünkü.
Nasıl bir filozofun fikir beyan etmediği alanlara dair, fikir beyanında bulunduğu alanlardan hareketle bir tamamlama çabası: “ Muhtemelen o olsa şöyle derdi “ denemeleri yapılabiliyorsa kültürün içinde, dilde, sanatlarda, edebiyatta… bir aklın işlediğini gördükten sonra, o kültürün ihtiyaç duyacağı yeni alanlarda eksik ve açık seçikleşmemiş unsurlarına dair çalışmalar yapılması, tekrar üretilme denemelerine teşebbüs edilmesi de gayet makul ve beklenecek çabalar cümlesindendir. Varlık meselesinin son zamanlarda yerini epistemolojiye bıraktığı fikrine de katılmıyorum. Epistemolojiyi de, etik veya estetiği de hâlâ ontolojiden bağımsız ele almak imkanı yoktur. Tabiatıyla karşılıklı etkileşimleri ihmal etmeden konuşuyorum. Burada kelime fetişizmine girilmesi de doğru olmaz. Ontoloji veya diğer felsefe alanları, üzerinde son söz söylenmiş, standart alanlar değil. Kezâ bir toplumda felsefe yapılırken, felsefenin onun ihtiyaç ve yönelişlerine destek olması gerekir. Ülkemiz kurumlarında yapılan felsefe etkinliğinden bunu beklemeye hakkımız vardır. Felsefe fantezi yapılan bir saha değil. Her çağın felsefesi, her toplumun tarzı farklı. Neden Alman ekolü ile Fransız veya Amerikan ekolleri ayrışmıştır? Her toplumun filozofunun meselesi de standart değildir, üslubu da, dili de, muhataplarının anlama imkanları da! Filozof fildişi kulede olacak diye bir şart icat etmeyelim.
“Pür Felsefe” diye tamamen soyut bir şey yok. Fiilen imkansız.
Felsefe “bir şey üzerine” felsefedir.
Varlığa, bilgi, ahlak ve güzele dair yapılmaz sadece; hukuk, din, dil, tarih, iktisat, edebiyat… gibi bilim dalları ve normatif alanlara dair de yapılır. Devlet gibi, ordu gibi kurumlar üzerine de keza felsefe mesai sarf eder.
Bir topluma hitaben yapılır felsefe. Okuyucuyla kontak kurma derdi taşımayan metin anlamsızdır.
Bir “dil” ile açıklanır.
Felsefeye en yakışmayacak şey kendisini takdisdir!
Biz dinî alandaki takdisin bile ifrat hallerinde nelere mal olduğunu konuşurken, felsefeyi din yerine koyarmışçasına ululamak anlamsızdır. Nihayet felsefe bir gaye değil, vasıtadır. Eğer bizim sıkıntımız, ihtiyacımız bir İngilizinkinden farklıysa, felsefe yaparken bir İngiliz’in çalıştığı alanlarda mı ömür tüketeceğiz? Onun derdi aklın şekillenişine dair kabuller üzerinden bir insan tarifine ulaşmak ve sömürgeciliği, o faaliyete yabancı insanlar üzerinde meşrulaştırmaksa geleneğinde sömürü bulunmayan bizler de onların izini mi takip edeceğiz? Bizim “adalet felsefesi” üzerine oturmuş bir toplumsal geleneğimiz, devlet teorimiz, daha açıkçası geleneğimiz vardır. Ahlak ve adaleti dayandırdığımız bir ontolojimiz bulunduğundan ise zerrece tereddüdümüz yok. Bu durumda felsefenin İngiliz veya bir başka varyantını bulup taklide davranma şansına sahip olamayacağız. Yeniden insanlığa da merhem olacak, siyaseti bir vahşet faaliyeti olmaktan çıkartacak bir devlet felsefesi teşkil edeceğiz. Burada biz yapamayız deme şansımız olmadığını düşünüyorum.
Kültürümüz, toplumsal tecrübemiz ve adalet temelli devlet geleneğimiz üzerinde düşünme ihtiyacımızın had safhaya geldiği şu günlerde, felsefecilerimizin hâlâ akademik fantezileri felsefe sanma lüksleri olamamalıdır…
Bir Türk felsefeci, içinde kendisini bulduğu toplumuna borcu olduğunu kulak ardı edemez. Toplumunun dertlerine dair arayışları, buluşları, yorumları da Türk Felsefesi olur. Eğer başka toplumlar fikrinizi doğru ve sevimli bulurlarsa felsefeniz de otomatikman evrensellik niteliğini kazanır…
Sayın yazarın Karar Gazetesi, http://www.karar.com/gorusler/sait-baser-yazdi-felsefeyi-takdis-etmek-433785# sayfasından alınmıştır.