Eyüp Ersegün KAHRAMAN
Feodalizm…
Rönesans’a ulaşmadan önce Avrupa’nın son durağı. Skolastik düşüncenin hakimiyeti altında geçen altı yüzyıllık dönem. Papazlar, savaşçılar ve serflerden oluşan bir toplumsal yapının başşehri…
Tuhaf olansa günümüz milliyetçi camiasıyla olan benzerlikleri, hadi bir göz atalım.
Önce başlangıcından
Feodalizmin başlangıç tarihine dair iki düşünce bulunmaktadır; Biri IV. yüzyılda I. Theodosius döneminde Hıristiyanlık’ın Roma’nın resmi dini olarak kabul edilmesidir. Diğer düşünce daha sonra ‘‘büyük veba’’ olarak adlandırılacak VIII. Yüzyıldaki büyük veba salgınına uzanmaktadır. Sağlıklı kişilerin hayatta kalmak için duvarlar ardında, salgından uzak bir hayat süren feodal lordlara hizmetlerini sunmaları temel alınır. Milliyetçi camiaya baktığımızda ikinci düşünceyle olan benzerliğini şöyle görebiliriz:
Camianın 1970-1980 arasında verdiği saygı duymamak bir gibi bir gaflete düşmeyeceğimiz mücadelesi, doğru bir şekilde anlatamasak da ekseriyetimizce bilinmektedir. Değineceğimiz noktaysa bu mücadele zamanında yaşı ortaokul çağında olanlarla bu mücadeleyi birer ‘‘destan’’ niteliğinde dinleyerek öğrenenlerle ilgilidir. Bu genç nesil veba salgınından kaçan insanlar gibi tabiî bir biçimde ağabeylerinin hizmetine girmeyi bir vazife görmüştü. Bu vazife, şüphesiz bir gönül bağı neticesindeydi ama; ister istemez daha sonra oluşacak bir kast sisteminin temellerinin atılmasına zemin hazırladı.
Demografik olarak incelersek;
Feodal sistemin toplumsal yapısı din adamları, savaşçılar ve serflerden –kölelerden- oluşmaktaydı. Veba salgınından sonra insanları hâkimiyeti altına almaya başlayan lordlar, din adamları için potansiyel bir tehdit olmuştu. Hıristiyanlık’ın resmi din olmasıyla birlikte Avrupa coğrafyasında Hz. İsa’dan sonra Tanrı’ya en yakın kişi olma niteliğindeki din adamları, bu kimlikleri sayesinde coğrafyada istedikleri gibi at koşturmuş, gelir elde etmiş, hiç kaybetmeyeceklermiş gibi büyük bir statü kazanmışlardır. Lordların hâkimiyet kazanmaya başlamasıyla lordlarla aralarında farklı bir yarış başlamış, ‘‘Tanrı’ya en yakın kişi benim yerinde dur sen’’ ikazlarıyla –ki bireycilik anlayışıyla bu yıkılacak- din adamlarının hâkimiyeti belli bir süre daha devam etmişti.
Camiamızı, eski teşkilat liderleri(din adamı), şuan ki liderler(lordlar), teşkilat mensupları (serfler) olarak sınıflandırırsak toplumsal yapı olarak da bir benzerlik yakalayabiliriz.
Yetiştirildikleri şartlar dolayısıyla her biri liderlik özellikleri barındıran, çile çekmiş, hayatlarından feragat etmiş camiamızın büyükleri, belki hak ettikleri saygıyı göremediklerinden, belki taşıdıkları liderlik özelliklerinden, belki de sahip oldukları tecrübe sebebiyle yeni teşkilat liderlerine, mensuplarına ‘‘biz şöyle yaptık, biz şunu yaşadık, biz bunu gördük’’ gibi cümlelerle yaklaştıkları için camia içindeki gönül bağı, yerini bir kast sistemine bırakmakta, hizipçilik boy göstermekte, belki de en kötüsü gelecek kuşakların önüne çit örülmektedir.
Ekonomisine de bakacak olursak
Feodal sistemin ekonomisi takasa ve lordla serf arasında ‘‘sinbiyotik’’ ilişki benzeri bir sisteme dayanmaktadır. Sinbiyotik ilişki, serfin lordun sahip olduğu araziyi sürme, lordun ihtiyaçlarını karşılama şartıyla lord tarafından güvenli, sağlıklı bir hayat sürmesinden oluşmakta. Bu sistemde serf, sürdüğü arazinin mahsulüne bir oran karşılığında ortaktır. Misal, toplanan ürün 3 ise serfe düşen 1’dir. Bu oransa lord tarafından değiştirilebilir. Bu şartlar altında çalışan serflerden gözünü açansa kendini şehre atıp lorda olan bağlılığından ayrılmaktadır.
Camiamızdaysa bunu yükselen, gelirinde ciddi bir artış görülen iş adamlarımızın yaşadıkları sorunlarda görebiliriz. Maalesef ki camiamızda bir gelir eksikliği var. Bundan çok yakınıyoruz; ama bu sorunun kaynaklarından birisi de biziz. İnsanlarımız para kazandıkları anda onlardan burs, kurum giderleri gibi meseleler sebebiyle takviye istiyoruz. Bu takviyeyi yapanlar arasında yükselenler elbette var ama yaptıkları takviyeden dolayı yeterli sermaye sağlayamadığından yükselişleri duranlar da yok değil. En çok üzüldüğümüzse serfin şehre kaçtığı gibi takviye yapmamak için camiamızdan ayrılan yüzlerce kişi var.
‘‘Sürüden ayrılanı kurt kapar’’
Feodal sistemde papazların kurmuş olduğu egemenliğin mihenk taşlarından birisi de başlıkta yazan cümledir. Papazların Tanrı’ya en yakın kişi olma durumundan bahsetmiştim, aynı durumun destek ayağındaysa şu düşünce yatmakta: Bizim kurduğumuz sistemden farklı olan, bizden farklı olduğu gibi Tanrı’nın sisteminden de farklıdır, yani şeytanladır. Bu sebeple Rönesans’ın temellerini atan birçok insan engizisyon mahkemelerinde cezalandırılmaktaydı. Lakin bu düşünce Avrupa’yı bataklığın dibine doğru götürmek üzereyken farklı bir düşünce filizlenir: Bireycilik!
Bencillikten farklı olan bu düşüncenin temelinde Hz. İsa’nın bir birey oluşunda ve Tanrı’ya da en yakın kişi olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu düşüncenin hızla yayılmasıyla birlikte farklı fikirlerin açıklanması ilahi bir destek kazanmıştır. İlerde Avrupa’nın Rönesans ile Yeni Çağ’a girebilmesinin temelinde bu fikir vardır.
Bizim camiamızdaysa sürüden ayrılanı kurdun kapması devam ediyor. Farklı düşünen biri olduğunda engizisyon mahkemesine çıkartılıp tasfiye ediliyor ya da milliyetçi olmadığına dair ithamlarda bulunuluyor. İhtiyacımızın her geçen gün arttığı rönesansımızdansa bu sebeple uzaklaşmaya devam ediyoruz. Bize çağ atlatacak olan nesil ya camia dışı oluyor ya da hiç doğmadan kürtaja maruz kalıyor.