Murat Emre TIRYAKİOĞLU
Baraklar bilindiği üzere Orta Asya’dan en son gelen Türk boylarıdır. Oldukça meşakkatli bir göç macerasının ardından bugün adlarını verdikleri muhite ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağılmışlardır. Son gelen boy oldukları için sözlü kültürleri değişip dönüşen çağa rağmen gelişkindir. Bugün yörede gencinden yaşlısına ataları hakkında birkaç kelam edemeyecek kimse yok gibidir. Hatta kırk, elli yıl öncesine kadar Türklerin Ortaasya’dan göçüşü, sonrasındaki antropolojik ve kültürel yapısını anlayabilmek için güzel bir örnek teşkil etmekte idiler: Türkülerin ağırlığını koyduğu meclisler, vefat eden her yiğide türkü yakılışı, destanlarla soyun asabiyesini genç kuşaklara aktarma, hayvanların toplum hayatında önemli bir yer tutması…
Örnekler çoğaltılabilir. Lakin ülkemizde bu topluluk hakkında gerek sosyal bilimlerin Cumhuriyetin ilk yıllarında henüz emekleme aşamasında olması, gerek ülkenin henüz antropolojik ve sosyolojik araştırmalara kaynak ayıramayacak kadar küçük bütçeli olması; gerekse var olanın var olunan anda kıymetinin bilinmemesi gerçeği nedeniyle detaylı bir araştırmaya girişilmemiştir. Hâlbuki Çukurova’dan Halep’e, Tel Abyad’a kadar olan bölgeyi etkilemiş bir kültür figüründen bahsediyoruz. Zamanında Baraklar hakkında yeterli çalışmalar yapılmış olsa idi ülkemizin Suriye politikasına bile etkisi olurdu ve insanlar oraların ve orada yaşayanların Gaziantep ahalisinden farkı olmadığını bilirdi.
İşte “Feriz Bey” kitabı bu kaynak sıkıntısı ve sözlü kültüre dayalı Barak aktarımının gün geçtikçe azalma ve niteliğini kaybetmesi, buna karşın bu topluluğa karşı akademik ilginin hala artmaması sebepleri içerisinde, aidiyet duygusuyla yapılmış bir arşivlemenin üçüncü kitabıdır. Yazar ilk olarak kendi köyünün adı ile Seydimen’i yayınladı. Bu kitap daha çok hobi amaçlı ve yapılan işin kayda alınması esaslı idi. Yazarın beraber yaşadığı insanları anlattığı kitabıdır. Yörenin sosyal ve antropolojik figürleri hakkında oldukça fikir veren bir kitaptır.
İkinci kitap ‘Garıp’ ise ilk kitapta anlatılan kişilerin öncesindeki kuşağa tekabül etmekte idi. İkinci kitap hem oturmuş bir üslubu, hem de ne yaptığını bilen bir yazarı karşımıza çıkardı. Kitabın başından sonuna kadar hakim olan “Hüzün” ise hem edebi yanını güçlendirip hem de bir geçmiş muhasebesine kapı aralar vaziyetteydi. Kitabı bitirdiğiniz zaman yörenin var ettiği kültürün izlerini görebiliyor; ve bu töre harmanından eksilenlere hayıflanabiliyordunuz.
Serinin üçüncü kitabı ‘Feriz Bey’ de ise Horasan’dan göçle başlayıp Garıp’ta yaşayan insanlar zamanına kadar olan uzun ve meşakkatli zaman dilimini konu alınmıştır. Yöre insanlarından sözlü aktarım ve yayınlanmış araştırma inceleme ve makalelerden derlenerek bu büyük göçü anlatan bir kurgu oluşturulmuştur. Kitapta Horasan yöresindeki Baraklar artık kalabalıklardır ve sürülere meralar yetmiyordur. Ayrıca bölgenin de eski tadı kalmamış sürekli bir isyan ve kargaşa hakimdir. Feriz Bey ve boyun diğer büyükleri toplanır ve diğer soydaşları gibi Urum eline göçmeye karar verirler ve olaylar başlar. İlin lideri konumundaki Feriz Bey boyun diğer beğlerini de toplar, eksisiyle artısıyla muhasebesini yaparlar göçün. Feriz Bey bu arada konuyu İran Şahı’na da iletmiş ve olurunu almıştır. Hatta Şah ile sözleşmişlerdir; işler istendiği gibi gitmezse Baraklar geri döneceklerdir.
İl yola çıkar. Seksen dört bin hane ve bunların otlaklara sığmaz hayvanları nizamı bozmadan aylarca yol alırlar. Once Tebriz’e oradan Erciş üzerinden Erzurum’a varırlar. Erzurum’dan sonraki durakları da Sivas olmuştur. Valinin oluru ile oba oba Sivas çevresine yerleşirler. Ancak işler istedikleri gibi gitmez, kargaşa ve çevreyle anlaşamama; gerekse valilerin onları içten içe tehdit olarak görmesi onlara yavaş yavaş Rakka yollarını açar. Üstelik bu kez gittikleri yer Sivas gibi bereketli meraları olan bir yer de değildir. Kurak bir çöl iklimi, üstüne haramilikle nam salmış bedevilerle mücadele ve büyük lider Feriz Bey’in Acem’e dönüşü.
Bu noktadan itibaren Şahin konu alınır ve onun önce Muvali aşiretiyle mücadelesi; ardından verilen iskan kararının mecburen uygulanışı ve obanın üç büyük parçaya kopuşu anlatılır. En büyük kesim ise bugün adlarını verdikleri Gaziantep yöresine yerleşenlerdir. Ardından fevri yapısıyla nam salmış meşhur Gözübüyük Hamo, sonrasında Seydimen köyünün kurucusu olarak bilinen yörenin en güçlü adamlarından Hıfney Ağa, son bölüm olarak nenemden de menkıbelerini dinlediğim Sultan Garı. Kitap yazarın da hayat hikayesinin başladığı kerpiç evde gerçekleşen bir doğumla son bulmakta ve böylece Barak Türkmenlerinin üç yüz yıllık tarihi özet geçilmiş olmaktadır.
Kitap büyük bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkmıştır. Yanlış anlaşılmasın; burada büyük çalışmadan kastım yazarın bıkmadan usanmadan yıllardır yaptığı bilgi belge toplama çabasıdır. Elbette kitapta belli bir mesainin ürünü ve bir eseri meydana getirmek öyle her babayiğidin harcı değil. Fakat bu kitap yazarın çalışmalarının pozitif dışsallığıdır benim yorumuma göre. Sade dili ile herkesin anlayabileceği bir üslup kullanılmış ve hikayeleştirmeye giderken kaynaklara bağlı kalınmaya özen gösterilmiş. Zaten dörtlüklerin hemen altına da kaynağının dipnotu düşülmüş(ki bence gerek yoktu).
Benim en çok beğendiğim nokta; klasik eserlerin özelliklerinden olan tutarlı atıf yöntemine başvurulup kitabın bitimine yakın ilk kitaptan, blog ve Facebook sayfasında hâlâ ara ara vurgulanan “uğurlu ev” ile karşılaşmam oldu. Zaten Sultan Garı bölümü öykü olarak kitabın en diri bölümü ve Garıp kitabından bir devam havasında. Bu beğeni de öykünün tamamının güçlü olay örgüsünün de etkisi olabilir. Bunun yanında diğer karakterlerin, özellikle de Gözübüyük Hamo’nun mizacı da tam olarak yansıtılmış. Öyküyü okudukça onun fevri ve saf yapısını özümseyebiliyorsunuz. Bir edebi eserde önemli olan da karakterleri güçlü tutmaktır. Karakterler güçlü tutulduğu vakit olay örgüsü bir iki dokunuşla kendiliğinden oluşacaktır.
Fakat kitabın ilk bölümü Feriz Bey’de bu konuda biraz zayıflık mevcut. Özellikle yan karakterler yeterince hikayeye oturtulamamış ve bu yüzden önemli anlarda dahi silik kalmışlar. (Tabi burada es verip insafsızca eleştirme konusuna da şerh düşmek lazım: öncelikle yazar hayatı resmi yazışmalar ve akadamik makaleler, üstüne bir de çekilmez banka ve finans mevzuatıyla geçen biri. Ayrıca edebi bir eser konusunda da iddialı değil ki zaten misyonu da bu destanların sonraki kuşağa şerhini düşmek. Biz de affına sığınarak olumlu olumsuz yönlerini yazalım ki yarın insanlar farklı beklentilerle kitabı almasınlar.) bu acemilik anlaşılabilir çünkü tarihi roman ve öykü, özellikle de geçtiği dönemin kurgusunda hakkıyla yazması gerçekten zor eserlerdir. Hem kültürel, hem antropolojik figürlere hakim olmalısınız. Kullanılan kelimelerden yiyecek içeceğe, çocukların oynadığı oyunlara kadar fikriniz olmalıdır. Yoksa breler ve niçünlerle tarih anlatmaya çalışırsınız. Yazar bu bayağılığa düşmemiş, elindeki imkanlar doğrultusunda folklorik figürleri işlemiş ve özellikle Dedemoğlu(aşiretin abdalı)’nun boy beyi için önemini aktarabilmiş. Ayrıca Barakların yiğitlerinin de hakkını vererek selam çakmış.
Yalnız bazı noktaları es geçmiş. Bu yine yazarın bizlerden farklı kaynaklarla beslenmesinden sağladığı bir mükayeseli üstünlüğün sonucu olabilir. Bunlardan birincisi ve yöre dimağında dramatik bir etki bırakmış olan Feriz Bey’in gidişi esnasında yaşananlardır.[1] İkinci ise Rakka civarının namlı savaşçısı, Arapların Abuseyf dediği Delferoğlu.[2] İşin içine sözlü kültürün girdiği ve birkaç farklı anlatımın olduğu göz önüne alınınca yazarın kendi kurgusu için mevcutta verdiği hikayenin doğruluğu kabul edilmelidir.
Kimsenin doğru düzgün ne akademik; ne de edebi olarak daha önce girmediği bir alana bu iki metodu bir arada kullanarak girmek gerçekten cesaret işi. Bu hamasi söylenmiş bir söz değil, işin zorluğunu anlatmak için öne sürdüğüm bir önerme. Bugünün insanı kendi zamanının dahi özeleştirisini yapamaz; özeleştiriyi bırakalım yaşadığı anın şerhini düşemez bir durumda iken. Ki buna yöre insanı da dahildir. Yıllardır ülkeye onlarca yetişmiş insan sunan ve sunmaya devam eden bu yöre yine kendi evlatlarınca yeterince anlatılamayıp yaşatılamadı. Halbuki ortada üç kez dağılma yaşayan ve bugün ülkenin pek çok yerinde akrabaları mukim bir İl mevcut. Şu an memleketinde yaşayan büyükler küçüklerine bu zorlu göçü yeterince anlatamadı. Aynı zamanda gençler de insanın dünyaya karşı kimliği olan aidiyeti yeterince önemsemedi. İşte bu kitaptaki cesaret buradan kaynaklıdır. Yazarıyla uzun süredir yüzyüze gelemesek de adım gibi biliyorum ki pek çok insan: “Yav işin gücün mü yok?” “Okumuş adamsın, makamına bak sana mı kaldı Barak?” “Hanı nic’oldu o eski adamlar sen kime öğretecen bunları?” tepkileri vermiştir. Yine de sevindirici kısmı yöre insanında yazarı yazmaya devam ettirecek büyüklükte bir muhabbet hasıl olmuştur.
[1] Anlatılana göre Feriz Bey küserek gidiyordur. O kadar uğraşmasına ve çevresiyle barış içinde yaşayarak Boy’a rahat imkanlar sunmaya çalışmasına rağmen sözü dinlenmemiş ve Osmanlı’nın yine tepkisi çekilmiştir. O da geldiği gibi dönmeye karar vermiştir. Arkasından İl’in büyükleri apar topar “minnetçi” olarak yola düşmüştür fakat o kararlıdır. Arkasından gelenlerin pes etmeyeceğini anlayınca, biraz da yüzyüze gelmemek istediğinden, karısından küçük oğlu Muhammed’i alır ve atının üzengisine çalıp yere bırakır. Herkes donmuştur, minnetçiler de öyle. Göç tekrar yürümeye başlar ve minnetçi ekibinden biri o üç yüz yıllık deyişi söyler: “Kalkın gidelim. Eniğini yiyen kurdun önüne durulmaz!”
[2] Bu yiğidin obalardan birinin beyi olduğu hususu tartışmalıdır. Fakat ortak kanaat getirilen nokta onun insanüstü bir savaşçı olduğudur. Yalınkılıç haliyle kırk atlıyı hakladığı, bir oturuşta üç yaşında koçu tek başına yediği söylenir. Delferoğlu Dede Korkut destanlarından fırlamış gibidir. Denir ki yine bir gün Bedeviler onu Sacır suyu kenarında turna avında iken yalnız görüp saldırırlar. İlk gelenleri haklar, ikincileri de fakat bedevilerin çadırlarına Abuseyf’in yalnız başına Sacır suyu kenarında olduğu haberi ulaşmıştır. Delferoğlu bakar ki gelen Arap’ın haddi hesabı yok, vuruşa vuruşa Münbiç’i gören bir tepeye çıkar. Bedeviler çoğalmış fakat zayiatları çoktur ve tepede duran bu adam daha fazla zayiat verecek gibidir. Gözden kaçırmamak için aşağıda beklerler. Fakat gün döner Abuseyf hâlâ yerinde ve kılıcının ucu yerde beklemektedir. Ertesi gün de geçer. Üçüncü günün şafağında tepesinde dolaşan akbabaları görünce anlarlar ki Abuseyf ölmüştür ama ayakta. Korkarak yaklaşırlar. Kimi Bedevilerin ona saygılarından tepeye türbesini yaptırdıklarını, kimi ise Rakka’dan sürülmeyi tetikleyen olayın Delferoğlu’nun vefatı sonrası çıkan büyük arbede olduğunu anlatmaktadır.