Fethedilecek Yeni Ufuklar

İstanbul’un fethi bu sene her zamankinden başka bir alay-ı vâlâ ile geçti. Pekçok sosyolojik ve siyasi faktörün katman katman üst üste binerek ortaya çıkardığı bu durum, son tahlilde, bilinmeyen fakat hayal edilen bir geçmişe imrenme şeklinde yorumlanabilir. Sığ bir bakışla, hayal etmeyi bilmekten aşağı gördüğüm sanılmasın; zira toplumsal olan hemen her şey böyledir, toplumlar rasyonel hakikatlerle değil; hayaller, hüsranlar ve rüyalarla ayakta durur ve yürürler. Filibeli Ahmed ismini duymuş olanlar, hayalin derinliklerinden ne gerçeklerin neşet edebileceğini bilirler. Haliyle, en derin hayal denizi olan tarih, mevcut anın gerçekliğine bir şekilde itiraz eden kitlelerin daldığı mecra oluyor.

Böyle bir itirazla, adeta gerçeklikten kaçarak tarihe dalan kitlelere dair şunu bilmemiz gerekiyor. İnsanlar tarih diye aslında çoğu zaman mitolojiye koşuyor. Evet, Hayden White “Tarih bir kurgudur.” der demesine, hatta Hobsbawm bunu “geçmişin, pek de albenisi olmayan şimdiki zamana şaşalı bir arkaplan yaratması” ile gerekçelendirir, hatta ve hatta Malinowski’nin büyü kavramına yüklediği anlam ve fonksiyona referansla, tarih büyüsünün gerçekliğe dair somut işlevler gördüğünü de söyleyebiliriz; fakat bu tarih kurgusu, George Iggers’in altını çizdiği gibi “boşlukta değil, akla uygunluk ölçütlerini paylaşan sorgulayıcı zihinlerden oluşan bir topluluk içinde” ortaya çıkar. İşte tarihle mitolojiyi ayıran, ayakları yere basıp basmamaları, akla istinat edip etmemeleridir.

Sözün gelip dayandığı noktaya bir set çekerek, mitoloji bahsine girmeden, meseleye şöyle bir düğüm atmak istiyorum. Edward Said’e göre tahayyül edilen coğrafya oryantalizmi, Benedict Anderson’a göre tahayyül edilen birlik duygusu milletleri yaratmıştır. Tahayyül edilen tarih de yiyecek ekmeği olmayan fakir halk kitlelerine hayali ekmekler pişiriyor. Mitoloji karın doyurmasa da tokluk hissi veriyor, ve o meşhur söz sonuna kadar yanlıştır: Aç kalan insanlar değerlerini yemezler, bilakis kendilerini değerlerine yem edebilirler. Bugüne itirazları olan sosyal kesimler, bir asr-ı saadet coşkusu içinde tahayyül ettikleri fethi ziyafet sofralarına değişirler mi sanıyorsunuz? Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer!

Mitolojik tarih kurgusunun işlevine düğümü attığımıza göre, Iggers’in yaptığı akıl istinadı uyarısının gelecek projeksiyonunu akıl zemini üzerine yapabiliriz.

Sorduğum soru şudur: Fetihleri geçmiş zaman kipine mahkum bir toplum, fetihten bahsedebilir mi? Yani “bahsetmeye hakkı var mıdır?” sorusunu değil, “bahsederse dişe dokunur neye yarar, zaman israfından başka ne iş yapmış olur?” sorusunu soruyorum. Cevabım net: helva demekle ağzı şirin oldu sanır, bozgunda fetih rüyası görmeye devam eder.

Çok mu acımasızım, bugüne dair hiçbir övüncü, geleceğe dair hiçbir umudu olmamasına ragmen halkın kendi tarihiyle övünmesi, en azından ona bir güç, bir özgüven vermez mi? Geçmişten güç almak, şüphesiz bir gerçekliktir, bu çaba ruhsal bir problem haline gelmediği sürece. Elinizdeki sopadan güç alabilirsiniz lakin o sopayla gökte uçan kuşu avlayacak güce kavuştuğunuzu düşünmeniz sağlıklı bir akli durum değildir. Talut gibi küçük olabilirsiniz, lakin elinizdeki aracı akılla değerlendirip akıllıca kullanabilirseniz Calut’u devirebilirsiniz. Tarih, ancak mitolojiden ayrılabilirse, işimize gelmeyen yönleri dahil, dürüstçe anlaşılabilirse, ve tarih okuması, ileri doğru giderken yapılırsa toplumlara sağlam bir zemin olur. Oturarak tarih okunmaz, okunursa baş dönmesi yapar, halüsinasyonlara yol açar.

Fethe dair en acilinden, şunu farketmemiz gerekiyor: Onlar bir nesildi geldi geçti, onların kazandığı onlara, bizim kazandığımız bize! Helva demekle ağız şirin olmaz. Kuru ekmeği yemeğin buharına banınca o yemek yenmiş olsaydı, Nasreddin Hoca fıkrası bildiğimizden farklı gelişirdi.

Onlar bir dünyayı yıkıp yeni bir dünya yarattılar, takip eden yüzyıllarda onların yarattıkları dünya da defalarca yıkılıp defalarca yeniden yaratıldı. Bu yaratıcı yıkım silsilesi içinde devinen dünya, nihayet bugüne geldi. Şimdi mesele, bu dünyayı da yıkıp, yeni bir dünyayı ahlak, emek ve ümitle yeşertmektir. Sıra bize Fatih’ten beri yüzyıllardır bir türlü tekrar gelemedi mi?

O meşhur hadis İstanbul’un fethi ile ilgili de internetin, sermayenin, teknolojinin ve bilimin fethiyle ilgili değil mi? O hadis, bence şöyle okunmalı: “Dünyanın kalbi her daim yeniden fethedilip yeni bir göğüste, yeni bir nefesle, yeni bir aşkla atmaya devam edecektir. Dünyanın kalbini fethedip medeniyet tasavvuru damgasını vurabilenlere, surlarına bayrağını dikebilenlere ne mutlu!”

Dünyanın kalbi dün İstanbul’du, Roma’ydı, Endülüs’tü. Sonra matbaa dünyanın kalbi oluverdi. Sonra bilim, sanayi, modern tıp, dünyanın kalbi oldu. Bunlara hakim olanlar çağ açıp çağ kapatmaya muvaffak oldular. Sonra psikoloji, yönetim, reklamcılık, finans ve devasa bir kapitalizm sistemi. En sonunda yüksek teknoloji imalatı, genetik, uzay araştırmaları, robotik ve veribilim dünyanın kalbi, merkezi, İstanbul’u haline geldiler. İstanbul’lar her daim fethedilirken, dünyada her daim yeni bir çağ başlarken biz bu devridaime takipçi dahi olamadık. Bunu fark edip, bir şeylerin ters gittiğini ve bunun bizim aleyhimize geliştiğini itiraf etmek, feth-i mübinimizin ilk adımıdır. Artık fetihleri geçmiş zaman kipinde değil, şimdiki zaman kipinde anacağız yemini etmekse gemilerin karadan yütütülmesine denk bir somut adım olacaktır. Gerisi, tıpkı Fatih’in verdiği türden bir sınav: Ne kadar mühendislik biliyoruz, ne kalitede bilim üretiyoruz, ne kadar sağlam bir iktisadımız var, ne kadar kenetlenmiş bir toplumuz, ve bütün bunlara ahenk verecek bir şair gönlüne ne kadar sahibiz?

“Kızıl elma neresi?” diye soruyordu Ömer Seyfettin ve cevabı şöyle veriyordu: “Hakk’ın bizi göndereceği yer.” Keza Yahya Kemal’in nefis şiirinde ifade ettiği “Türk’ü gönderen yed-i takdîr” Türk’ü nereye gönderirse kızıl elma orasıdır. Yeter ki Türk, nereye gönderilmekte olduğunun bilincinde olsun. Fatih olmak, önce zamanının İstanbul’unu, yani kızıl elmasını tespit etmekle başlar, ona ulaşabilmek için ayağı yere basan planlar yapabilmekten geçer, ve nihayet gecesini gündüzüne katarak çalışmakla müyesser olur. İşte bu şuur ve fedakarlık Mehmet’lerden birini Fatih yapar.

Hakk bizi yüksek teknoloji imalatına, genetik ve uzay araştırmalarına, robotiğe ve veribilime gönderiyor. Var mısınız bugünün İstanbul’larını fethetmeye?

 

Yazar
Fatih AKICI

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen