Uluslararası finans kapital, çevre ekonomilerini değerlendirip “yatırımcılar”a yol gösterdiğinde üç konu üzerinde odaklanır. Ülkelere “güvenilirlik puanları” verir; Türkiye de aynı süzgeçten geçer.
Prof.Dr. Korkut BORATAV
Korkut Boratav’ın yazısı ilerihaber.org sitesinden alınmıştır
TÜRKİYE’NİN ÜÇ NOTU
Uluslararası finans kapital, çevre ekonomilerini değerlendirip “yatırımcılar”a yol gösterdiğinde üç konu üzerinde odaklanır. Ülkelere “güvenilirlik puanları” verir; Türkiye de aynı süzgeçten geçer.
Birincisi büyük önem taşır: Siyasi iktidar küreselleşmenin ana kurallarını benimsemiş midir; uygulamakta mıdır? Yani, kapitalizmin temel ilkesi olan özel mülkiyet güvence altında mıdır; bu haklardan kaynaklanan nemalar, kazançlar (vergi kısıtları dışında) serbestçe kullanılmakta, transfer edilebilmekte midir? Yanıtlar olumlu ise, ülkeye tam puan verilir.
Türkiye’nin uzunca bir dönemden beri bu konuda tam not alan ülkelerden biri olduğunu söyleyebiliyoruz. Son aylardaki olumsuz gelişmelere yazının sonunda değineceğim.
İkincisi, finans kapital istikrarsız bir dünya yarattığının bilincindedir. Çalkantılar karşısında dışsal kırılganlıklar kaçınılmazdır; ama, bunları asgarîye, en aza indirmiş ekonomiler makbuldür. Örneğin ilk ölçüte göre sorunlu görülen Çin, uluslararası ekonomik dalgalara karşı dirençli olduğu için bu konuda olumlu puan alır.
Türkiye ise, bu açıdan önemli zafiyet öğeleri taşımaktadır. Ekonomi kronik dış kırılganlıklar içermektedir. Son yirmi yıl boyunca yurt-içi tasarruf oranları düşmüştür ve ılımlı büyüme tempoları dahi yüksek dış açıkla sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla genişleme-durgunlaşma çevrimleri yabancı sermaye hareketlerine bağımlıdır. Bunlarda da “sıcak” akımların payı yüksektir ve istikrarsızlık nedenidir. Yıllık dış finansman gereksinimi milli gelirin dörtte birine ulaşmakta; bu akımların kesintisiz süregelmesi ekonominin hayatiyeti için zorunlu olmaktadır. Uluslararası sermaye hareketlerinde sert, hızlı daralma ortamlarından en fazla etkilenecek ekonomilerinden biri Türkiye’dir.
Üçüncüsü, özellikle finans kapitalin rantiye katmanları için önem taşıyan ve dışsal kırılganlıkları telafi edebilecek bir öğedir: Kamu açıklarının ve devlet borçlarının “ılımlı” boyutlarda kalması… Kamu dengeleri özellikle “sıcak” fon akımları açısından önem taşır. Yabancı rantiyeler için en risksiz yatırım aracı, yerli para (örneğin TL) ile ihraç edilen devlet tahvilleridir. Kamu maliyesi güçlüyse yatırımcıların bu alacakları güvence altında görülür. Bu nedenle kredi derecelendirme kuruluşları, kamu dengelerine, dış göstergelerden daha fazla önem verirler. Örneğin bu yıl başında Brezilya’nın kredi puanı sadece yüksek kamu açıkları nedeniyle “çöp” kategorisine indirilmiş; olumlu sayılabilecek dış denge verileri dikkate alınmamıştır.
Türkiye’nin kamu dengesi göstergeleri sağlıklıdır. IMF’nin 2016-2017 tahminlerine göz atalım: Faiz dışı devlet bütçesi yıllardan beri fazla vermektedir. Milli gelire oranlandığında bütçe açığının payı %1’i biraz aşmakta; kamu borçlarının oranı ise %30 civarında seyretmektedir. Bu oranlar, Batı ekonomilerinin pek çoğunun altındadır. AKP iktidarı bu duyarlılığın hep farkında olmuştur ve örneğin IMF için büyük önem taşıyan kritik eşiklerin aşılmamasını gözetmiştir. Bu “başarı”, dolaylı vergilere yüklenilerek ve kamu maliyesinin “regresif” (eşitsizlikleri artıran) doğrultuda değişmesi sayesinde gerçekleşmiştir; ama, vergi yükünün paylaşımı IMF’yi hiçbir zaman ilgilendirmemiştir.
Çevre ekonomilerindeki finansal krizler, sağlıklı kamu dengelerinin yatırımcılara güvence getirmeyebileceğini defalarca göstermiştir. Bir kere, tahvil yükümlülüklerinin yerli parayla ödenebilmesi, alacaklıların tüm sorunlarını çözmez. Bir döviz krizi bunların dış dünyaya transferini güçleştirir. Devalüasyon, TL’nin dolar karşılığını eritir, sıcak para yatırımcısını zarara bile sürükleyebilir. Döviz borçlusu şirketler, bankalar ödeme güçlüklerine sürüklenirse, bunların dış borçları (2001’de Türkiye, 2011’de Avro Bölgesi krizlerinde olduğu gibi) devlet tarafından üstlenilebilir. Kamu maliye göstergeleri de hızla bozulur.
Ne var ki, bu sakıncalar dış kırılganlıklarla (bir önceki ölçütle) ilgilidir. Kırılgan hale gelen bir dünyada, kamu dengelerinin güvenilir olması, finans kapital için önemli bir telafi öğesidir; bu yüzden ısrarla izlenmektedir.
Görüldüğü gibi yakın geçmişe kadar uluslararası finans çevreleri Türkiye’ye sözü geçen üç ölçütten ikisi için geçer not vermekteydi.
Bugünlerde bu değerlendirmeler gözden geçiriliyor.
KAMU DENGELERİ SORGULANMAYA BAŞLIYOR
Mustafa Sönmez arkadaşımızın Al Monitor sitesinde (2 Kasım) önemli bir yazısı yer aldı: “Mega Projelerden Kara Delik Tehdidi”…
Yazı, “İstanbul Üçüncü Havalimanı, Üçüncü Köprü, Avrasya Tüneli, Gebze-İzmir Otoyolu gibi ‘mega projeler’in… kamu maliyesi için taşıdığı kara delik tehdidine” dikkat çekiyor.
Cumhuriyet’te Çiğdem Toker de bu tür yatırımlar tek tek mercek altına aldı; inceledi. Mustafa Sönmez bu projelerin Dünya Bankası’nın öncelikli bir programı olan kamu-özel ortaklığı (KÖO) modeli içinde yer aldığını vurgulayarak sorunu genel bir çerçeveye taşıyor.
Mülkiyeti devlette kalan kamusal varlıkların işletme ve kullanım haklarının, yatırımı üstlenen özel şirketlere devredilmesi söz konusudur. Görünüşte kamu (bütçe) kaynakları kullanılmamaktadır. Ne var ki, “Güney” coğrafyasının yozlaşmış burjuva iktidarları, finansman yükünü kamusal veya özel bankalara devreder; Hazine de bu kredilere kefil olur. Güvenceli kredilerle tamamlanan yatırımın işletme hakkı ise, yine devletçe üstlenilen talep (satış) güvencesinden yararlanacaktır. Bu çekici ihalelerde son söz, elbette, siyasi iktidarın olacaktır.
Bu model, “Güney” dünyasında, yolsuzluğun önemli kaynaklarından biridir. Örneğin Tunus’ta ve Mısır’da halk ayaklanmalarını tetikleyen ekonomik etkenlerin içinde, Bin Ali ve Mübarek kliklerini besleyen bu model de yer almıştı. Modelin “resmî” gerekçesi, devlet desteklerinin özel sektörün gelişmesi, hatta oluşması için kullanılmasıdır. Gerçekte ise, kamu kaynaklarının siyasetçilere ve “yarenlere” peşkeş çekilmesi söz konusudur.
Mustafa Sönmez, Dünya Bankası verilerine bakıyor ve “kamu-özel ortaklığı” proje stoklarının hacmi açısından Türkiye’nin 161 milyar dolarla üçüncü sırada yer aldığını gösteriyor. 2013 sonundan bu yana ortaya çıkan yolsuzluk dosyalarının bir bölümünün bu projelerle ilgili olması şaşırtıcı değildir.
Kapkaççı burjuvaziyi palazlandırmak için icat edilen bu model, tanım gereği “ihalelerde yolsuzluk” ile işler. Kâğıt üstünde “kamu kaynağı kullanmadan gerçekleşen” yatırımların, başta kredi ve satış güvenceleri aracılığıyla devlet maliyesine yansıması kaçınılmazdır.
Mustafa Sönmez, bu düzenlemelerin bütçeye yansıma boyutunu incelemeye çalışıyor. Sayıştay, TBMM’ye sunulan (ve dikkate alınmayan) raporlarında, bu türden “talep garantisi tutarları”nın ilgili kuruluşların bütçe tablolarına yansıtılmadığını eleştirmektedir. Sönmez, sözü edilen mega-projeler, benzerleri ve sağlık kampüsleri (şehir hastaneleri) için toplam olarak milyarlarca dolarlık talep/satış ve kredi garantilerinin, kira bedellerinin söz konusu olduğunu açıklıyor. Çiğdem Toker, örneğin Sayıştay’ın 2014 DHMİ Raporu’nu kaynak gösteriyor ve bu kamu kuruluşunun Esenboğa’daki işletmeci şirkete “talep garantisi” nedeniyle sekiz yılda 26,2 milyon avro ödediğini açıklıyor (Cumhuriyet, 8 Kasım).
Özel sektöre dönük bu tür aktarımların, er-geç bütçelere girmesi, “sağlıklı” göstergeleri bozması ne kadar ertelenebilir? 15 Temmuz sonrasında alelacele kurulan Varlık Fonu’nun, bu tür harcamaları bütçe dışına taşıma (görünülmez kılma) yöntemi olarak oluşturulduğu anlaşılmaktadır.
NEOLİBERALİZMİN ‘ÇOKLU KİMLİK’ ARIZASI
“Kamu-özel ortaklığı”, Dünya Bankası programlarının iddialı bir öğesidir. Yukarıda açıkladık ki, neoliberalizmin bir başka önceliği olan “kamu maliyesinde kemer sıkma” ile de çatışabilmektedir.
Neoliberal programların bütününde içsel tutarlılık aramak beyhudedir; zira bu dünyada “çoklu kimlik bozukluğu” denilen psikiyatrik arıza yaygındır. Farklı kimliklerin (örneğin “KOÖ modeli” ile “malî disiplin” ilkesinin) uzlaşması söz konusu olamaz.
Peki, kamu dengeleri bakımından bugüne kadar “neoliberal müfettişler” tarafından tam not almış olan Türkiye’nin de “takkesi düşmekte” midir? Ve ortaya çıkan “kel”, başmüfettiş IMF tarafından görülmekte midir?
İki örnek vereceğim: Birincisi, IMF’nin Nisan 2016’da yayımlanan Türkiye Raporu’nda yer alıyor. Raporda, Türkiye’de “kamu-özel işbirliği”nin, esas olarak Dünya Bankası projelerinden oluştuğu ifade edilmekte (s.75-76) ve bu projelerin yatırımları ve kredileri için oluşturulan Hazine güvencelerine değinilmektedir (s.57).
Daha da önemlisi şu uyarılar yapılıyor: “2009’dan beri hızla artan kamu-özel ortaklığı, daha güçlü merkezî gözetimi, açıklığı ve yolsuzluğa karşı önlemleri gerektirmektedir. Buna rağmen hükümet malî risk kayıtlarını yayımlamamaktadır. Yatırımların finansmanında artan kamu-özel ortaklığından ve [Hazine] güvencelerinden kaynaklanan malî riskler, ekonominin inişe geçtiği dönemlerde [ek] yükümlülüklere yol açabilir. Yüksek altyapı gereksinimleri nedeniyle sürdürülen yatırımlar kamu-özel ortaklığının daha fazla kullanımına yol açmakta; burada da riskler faydaları aşmaktadır.” (s.26,37)
İkinci olarak, IMF’nin Türkiye uzmanları tarafından kaleme alınmış olan 4 Kasım 2017 tarihli bir ön-rapora (bilgi notuna) değineceğim. Bu kısa belgede de, 2016 Raporu’ndakini benzer öğeler var. Aktaralım:
“Kamu-özel ortaklığı portföyü ve ona bağlı güvenceler genişledikçe olası yükümlülükler de artmaktadır. Daha güçlü merkezî gözetim, onay ve açıklık gereklidir ve bunlar Hazine dışındaki [kamusal] kuruluşlarca sağlanan güvenceleri de kapsamalıdır. Bu çerçevede, kapsamlı bir KÖO yasası yararlı olacaktır.”
İki belgenin ortak tespitlerine bakalım: Kamu-özel ortaklığı yolsuzluk yaratmıştır; malî bilgiler açıklanmamaktadır; gözetim yetersizdir; yasal düzenleme ve açıklık yoktur; riskler faydalara baskındır…
IMF uzmanları, böylece, kamu-özel ortaklığının (en azından Türkiye’de) bir kapkaç ve yolsuzluk düzenlemesi olduğunu; bütçe disiplinini bozduğunu fark ediyorlar. Ancak “çoklu kimlik arızası” nedeniyle bu teşhis, tedaviye (“KOÖ modeline son verilsin” önerisine) yol açmıyor. Zira, ilkel servet birikimi öncelik taşımaktadır; hastalıklı da olsa, uygulamaya devam…
4 kasım tarihli belgede, “malî disiplin” ile ilgili ılımlı bir öneri yer alıyor: “Varlık Fonu’nun yönetiminde en iyi uluslararası uygulamalar örnek alınmalıdır.” Burada sözü geçen Fon’un astronomik rezerv biriktiren ülkelerin (Çin, Suudi, Norveç) devlet yatırım fonlarına benzemediği; bütçe açığının kamuflajı amacıyla oluşturulduğu ima ediliyor. Bir kez daha kamu hesaplarında açıklık gereği vurgulanmış oluyor.
‘MÜLİKYET HAKLARI’ ÜZERİNDE ENDİŞELER Mİ?
4 Kasım tarihli IMF belgesinde, OHAL uygulamalarından kaynaklanan tedirginlik öğeleri de yer alıyor: “İş dünyasında güvenin yeniden inşası ve kamuda kurumsal kapasitenin sağlanması kilit öncelik taşımaktadır. Ayrıca, yatırım ortamının da iyileştirilmesi için hukuk sisteminin etkinliğinin geliştirilmesi üzerinde odaklanmak gerekir.”
Bu belge, ayrıntılı bir Türkiye Raporu’nun oluşmasına katkı yapacak; ek bilgilerle birlikte 2017 başında IMF Yürütme Kurulu’nda görüşülecektir. Burada yer alan, “iş dünyasında güven”, “yatırım ortamının iyileştirilmesi”, “hukuk sisteminin etkinliği” ifadeleri, OHAL sonrasında ortaya çıkan “mülkiyet hakkı ihlalleri” ile ilgili endişeleri mi yansıtmaktadır?
Bu bağlamda Moody’s’in 23 Eylül’de Türkiye’nin kredi notunu indirme kararında açıklanan gerekçeleri hatırlayalım: “Hükümetin, özel sektörde Gülen hareketiyle bağlantılı kurumlara dönük eylemleri, özel yatırımların korunması ve genel olarak yatırım ortamı üzerinde endişelere yol açarak ülkenin büyüme patikasını olumsuz etkileyebilir. Güvenlik riskleri ve iktidarı pekiştirme gereksinimine eklenen anayasa değişikliği belirsizlikleri, kurumlarda zafiyete, dağınıklığa yol açabilecektir.”
Yazının başında, uluslararası finans çevrelerinin Türkiye değerlendirmesinde, özel mülkiyete dönük güvence ilkesinin AKP iktidarınca benimsenmiş olmasının taşıdığı öneme işaret etmiştim.
Birisi uluslararası sermayenin üst organı (IMF), diğeri finans kapitalin rantiye kanadının akıl hocalarından biri (Moody’s)… AKP iktidarını örtülü-açık uyarıyorlar: İnsan hakları bizi ilgilendirmez; ama mülkiyet haklarına saygıda kusur etmeyiniz… Kapitalist dünya sisteminin parçası olarak kalmanın ön-koşulu budur…
Mülkiyet haklarını koruyunuz ki, özelleştirmelerden, kamu mülkiyetinin kapkaççı özel mülkiyete dönüştürülmesinden, kamu-özel ortaklığından aslan paylarını alan “yarenlerin”, kapkaççıların, müteahhitlerin, siyasetçilerin varlıkları, servetleri de güvence altında olsun…
Tabii, “yarenlerin” kayırılmasında ölçüyü kaçırmamanız, kapıları bizlere de açık tutmanız; ayrıca bütçe açıklarını frenleyerek tahvillerinize para bağlayan yatırımcıları da gözetmeniz şartıyla…
———————————————————-
11.11.2016
http://ilerihaber.org/yazar/finans-kapitalin-turkiye-karneleri-62870.html