Fütüvvet ve Ahîlik Teşkilatlarının Ahlâkî İlkelerinin Oluşmasında Tasavvufun Öncülüğü[i]
Doç.Dr. Dilaver SELVİ[ii]
Öz
Tasavvuf, dinimizin ihsan boyutunu ve insan terbiyesini merkeze alan manevi bir eğitim kurumudur. Tasavvufu kısaca “güzel ahlâk” olarak tarif edebiliriz. Sûfîler, İslam aleminde bilahare bir teşkilata dönüşen fütüvveti, önceden ahlâkî bir terim olarak kullanmışlar, onu manevi makamlar arasında saymışlar, ona zengin bir muhteva kazandırmışlar ve hakkında müstakil eserler yazmışlardır. Fütüvvet konusunda ilk söz söyleyen Cafer-i Sadık’tır; ilk eseri yazan ise sufi müelliflerden Ebû Abdurrahman-ı Sülemî’dir. Sonra diğer sûfîlerin tanımları, eserleri ve uygulamaları gelir. Bütün bunlar, ileride kurulan Fütüvvet ve Ahîlik teşkilatlarının ahlâkî ilkelerinin oluşmasında öncü ve örnek olmuşlardır. Makalemizde, bunun nasıl, ne şekilde ve ne ölçüde gerçekleştiği incelenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Fütüvvet, Ahilik, Tasavvuf, Ebu Abdurrahman es-Sülemi
THE LEADING ROLE OF SUFISM ON FORMING ETHICAL PRINCIPAL OF FUTUWWAH AND AKHI ORGANISATION
Abstract
Sufism is a sciencefocusing on thatdimension of Islam which is expressed by the term ihsan and the discipline of man. We can simply describe it as “good morals”. Sufis, use the word futuwwah, a word which in due course became a name forthe urban organizations in the medieval Islamic World which emphasized such virtues as honesty and generosity, as a moral terms and they consider it among spiritual maqams. They have enrich edits content and wrote many books on that. The first scholar whoused the term futuwwah is Ja’far Sadiq and the author of the first completed work on futuwwah is Abu Abd al-Rahman al-Sulemî. Then come the other Sufis’ definitions, work sand practices. All these playe droles in the formation of moral principles for the organizations called futuwwah and akhi. In this article, I’m goingto analyze in what wayand to what extent it tookplace.
Keywords: Futuwwah, Akhi, Sufism, Abu Abd al-Rahman al-Sulemi
Giriş
İnsanlığın Hak yolundaki öncüleri -Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun- Peygamberlerdir. Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v) kadar bütün peygamberler, gönderildikleri insanlara yüce Allah’a iman, ibadet ve güzel kullukta rehberlik yapmışlardır[1]. Allah Resûlü (s.a.v), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” [2] buyurur. Onun bu davetine uyup İslam’ı yaşamada öncü olanlar Sahabe-i Kiramdır (r.anhüm). Allah Teâlâ, Muhacir ve Ensar’ı bu işte öncü olarak tanıtmış, onlara güzelce tabi olanlardan bahsetmiş, hepsine rıza ve cennetini müjdelemiştir. (Tövbe 9/100).
Sahabeden sonra bu ilahi emaneti Tâbiunnesli taşımış, onları Etbaü’t-Tâbiîn takip etmiş ve onlardan sonra emanet günümüze kadar ümmetin alimleri ve salihleri tarafından büyük bir aşk, ihlas ve fedakarlıkla korunmuş ve yeni nesillere aktarılmıştır. Bu arada ümmet içinde Ehl-i sünnete aykırı bir takım fikirler yayılmış, amelde gevşemeler ve ahlâkta bozulmalar olmuş; zamanla İslam hukuku ihmal edilmiştir. Bütün bunlarla birlikte, Allah’ın, İslam’ı koruma garantisinin bir tezahürü olarak dini hakkıyla yaşamak için bütün gayretini ortaya koyan âşık ve sadık kullar devamlı var olmuştur.
Resûlullah (s.a.v), kıyamete kadar ümmetinden bir grubun hak üzere kalmaya o ve Allah ’ın emrini yerine getirmeye (dini hakkı ile yaşamaya) devam edeceğini[3] her yüzyılın başında bu ümmetin içinden, onların dinlerini yenileyecek mücedditlerin gönderileceğini[4] ve her devirde ümmet içinde sâbikûnun bulunacağım”[5] haber vermiştir. Bu grupların ve şahısların kim olduğu konusunda her grup, kendi meşrebine göre cevap vermiştir.
Sûfiler, Peygamber’in (s.a.v) bâtınî ve zâhirî hallerine ve dinin hakikatine kâmil manada gerçek sûfilerin vâris ve sahip olduğunu söylerken[6], İmam Ahmed b.Hanbel (241/855), bu tâifenin ehl-i hadis olduğunu savunmuş, Kâd- ıIyâz(544/1149), bu sözle, ehl-i sünnet ve’l-cemaatin kastedildiğini ileri sürmüş[7], İmam Buhârî (256/870) de, “Onlar ehl-i ilimdir”[8] şeklinde âyet ve hadislere uygun bir yaklaşım ortaya koymuştur. [9] İmam Nevevî (677/1278) ise bunu belli bir taifeye hasretmenin doğru olmadığını, fakih, muhaddis, müfessir, mücahid, zâhid, abid, hayrı emredip kötülükten nehyeden her grubun bu emaneti kıyamete kadar taşıyacağını, bütün bunların bir arada bulunmasının şart olmadığını, her birinin değişik bir bölgede bulunabileceğini, hepsinin yok olmasıyla kıyametin kopacağını, bu hadisin bir mucize olduğunu, bahsedilen grupların hâla bulunduğunu ve belirtilen vakte kadar da bulunmaya devam edeceğini belirtir.[10]
Ebu Nuaymİsfehânî, sûfîlerin her devirde “sâbıkûn” sınıfını oluşturduğunu söyler ve konuyla ilgili hadisleri nakleder.[11] Sûfîler, Ashabı ve özellikle bütün hayatını İslam’ın hizmetine adayan Suffe ashabını örnek almışlardır[12] . Suffe ashabının halini elde edenler onlara nispet (dahil) edilir ve onlara “sufi” denir[13]. Kur’an’da yüce Allah’a yakınlıkta ve kullukta en ön safta olanlara Sâbıkûn- Mukarrabun denilmektedir. (Vakıa 56/10-11). Sühverdî, Avarifü’l-Meârif adlı eserinde, “sufi” denilince Sâbıkûn-Mukarrabun vasfındaki ariflerin kastedildiğini ve bu eserinde sûfîlerin ahlâkı olarak anlattığı bütün ilim, hal ve edeplerin mukarrabunun halinden ibaret olduğunu belirtir.[14] Buna göre gerçek sûfi, yine ayetteki taksime göre (Fatır 35/32) Allah’ın izniyle hayırlardaki yarışta en önde olandır. İbnü’l-Bennâ es-Serakustî’nin belirttiği gibi sûfîler, Hz. Peygamber’in (s.a.v) sözlerine ve fiillerine uyduktan sonra, aynı derecede ahlâkına da tabi olarak diğer İslamî grupların önüne geçmişlerdir.[15] Ebû NasrSerrac da Hz. Peygamber’in (s.a.v) ilmine varis olanları ve İslam ilmini ayakta tutanları “hadisçiler, fakihler ve sûfîler” şeklinde üç grupta toplar; bunlar içinde ihsan derecesine ulaşmış müşahede ehli sûfîlerin, zahir ilminde fakih ve muhaddislere ortak olduktan sonra, marifet ilminde yüce derecelere ulaştıklarını, şerefli manevî hallere sahip olduklarını, ibadet, taat ve güzel ahlâkta yüksek mertebeleri elde ettiklerini ve bu halleriyle ayrı bir özellik ve öncelik kazandıklarını söyleyip bu ilave ilimleri ve halleri sayar. [16] Şa’rânî, velilerin gerçek fakih olduklarını, çünkü onların, zahiri ilme manevi hallere ait ilmi de eklediklerini, böylece bildikleri ile amelden geri kalan âlimlerin önüne geçtiklerini söyler. [17]
Âlûsî, “Bir de sabikûn (önde gidenler) vardır ki onlar mukarrabûn olanlardır” (Vakıa 56/10-11) ayetinin tefsirinde, “sâbıkûn”a ait tarifler arasında, “Onlar, imandan sonra yakine dayalı ilimlerden ve takva mertebelerinden pek çok kemalatı elde etmiş kimselerdir” yorumuna da yer verir ve bu arada sâbikunu tarif eden şu hadisi paylaşır:
“Onlar, kendilerine hak verilince onu kabul eden; kendilerinden hak (bir mal ve ihsan) istenince onu bolca veren ve insanlar hakkında hüküm verirken, kendileri için hüküm veriyormuş gibi hüküm verenlerdir.” [18] Ibn Cübeyr,sâbıkunu, tövbeye ve salih amellere koşanlar olarak tarif eder.[19]
Sufilere bu vasfı kazandıran bir özellikleri de sürekli zikir ve fikir halinde olmalarıdır. Onlar, kainattaki tecellileri ve olayları yaratılış hikmetine uygun okuyan, bunun için ayette “gerçek akıl sahipleri” vasfıyla övülen; bu övgüyü yüce Allah’ı ayakta, oturarak ve yattıkları yerde yani bütün hallerinde zikrettikleri için hak eden (Âl-i Imran 3/90-191) âşık ve uyanık müminlerden olmayı biricik hedef haline getirmişlerdir. Hadiste ise Allah Teâlâ’yı çokça zikredenlerden “Müferridûn” (tekten ve az bulunur kimseler) olarak bahsedilir ve bu vasıflarıyla onların diğer insanları öne geçtikleri haber verilir. [20]
Bütün bunlardan sonra, sürekli zikir, fikir, ibadet, taat, salih amel ve güzel ahlâkla ihsan mertebesine ulaşmış sûfîlerin, ayet ve hadislerde anlatılan sâbıkûn- mukarrabun sınıfından olduklarını ve bütün ümmete iman, ihlas, edep, güzel ahlâk ve halka hizmette örnek olduklarını söyleyebiliriz.
Sûfîlerin öne geçmelerini sağlayan vasıflardan biri de vaktin kıymetini bilmeleri ve her anlarını en hayırlı bir işle değerlendirmeleridir. Ariflerden Amr b. Osman el-Mekki, “Tasavvuf, insanın yaşadığı vakit içinde yapılması gereken en hayırlı işi yapmaktır”[21] der.
Sûfi “ibnü’l-vakt” olarak tarif edilir. [22] Ibnü’l-vakt, içinde bulunduğu vaktin çocuğu manasındadır. Bu sıfattaki insan, içinde bulunduğu anda ne lazımsa onu yapar, boş ve gereksiz işlerden kaçar, iyi de olsa kendisini ilgilendirmeyen veya zamanı gelmeyen şeylerle uğraşmaz, eldeki vaktini dini ve dünyası için en kazançlı bir şekilde değerlendirir.
Sûfi, asla tembel olamaz. Sûfîler, aynı halde kalmayı bile zarar sayarlar. Onlar, “iyiliğimi artırmadığım bir günde, benim için hayır ve bereket yoktur”[23] hadisiyle, “iki günü eşit olan aldanmıştır. Kimin içinde bulunduğu gün önceki gününden daha kötü olursa, o (faziletten) mahrum kalmıştır” hadisini[24]prensip edinmişler ve her günü ayrı bir fırsat olarak değerlendirmişler; yeni günde din veya dünyalarına yarayacak bir işin peşine düşmüşlerdir. Onlara göre “fırsat”, içinde oldukları andır ve her anı Allah ile geçirmek ihsandır. Sûfîler, bu anlayışlarıyla, Müslümanları diri tutarak, onları devamlı hayırlı bir iş peşinde koşmaya, üretmeye ve maddi manevi terakkiye sevk etmişlerdir. “Bir lokma bir hırka” anlayışı tasavvufun temel prensibi değildir. Ayrıca o, tembellik manasında değil, nefsi adına aza kanaat edip diğer bütün imkân ve enerjisini ümmetin hizmetine sarfetme olarak anlaşılmalıdır. Tasavvufta tercih edilen az yemek, az uyumak, az konuşmak ve aza kanaat etmek, artan vakti ve nimeti yüce Sevgili yolunda değerlendirmek içindir.
İbnü’’l-vaktin bir manası da, içinde yaşanan devrin hükmünü bilmek ve icabını yerine getirmektir. Sufi, zamanındaki insanların içinde yaşadığı şartları en güzel şekilde tahlil eder; ihtiyacı doğru tespit eder, ona göre tedbir alır, formül geliştirir; zengin, fakir, amir, memur, evli, bekar kısaca bütün insanlara fıtratlarına ve şartlarına göre davranır; bu da onu başarılı kılar.
Sûfîlerin öncülük yaptıkları bir vasıf da işlerini güzel yapmaktır. Sufi, bir mürşit elinde terbiye görmüş, salah ve felah halini elde etmiş, ihsan derecesine ulaşmış kamil insandır. İhsan, yüce Allah’ı görüyormuş gibi ibadet ve iş yapmaktır. İhsan, yüce Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. İşinin hakkını vermek, sanatını güzel ve sağlam yapmak marifetullahın gereğidir. Takva, bütün işlerini Allah’ın razı olduğu şekilde yapmaktır. Kamil insanın nakıs ve çürük işi olmaz. Onun gönlündeki güzellik her işine yansır. O, ibadetinde olduğu gibi, ticaretinde, esnaflığında, aile reisliğinde, idareciliğinde, arkadaşlığında, komşuluğunda hatta kavgasında bile takvaya uygun hareket eder. Sûfîler, “Sözü dinleyip en güzeline uyanlar” (Zümer 39/18) ayetiyle övülen gruptan olmayı hedeflemişler, bunun için itikatta, ibadette, amelde, düşüncede, sevgide ve işte en güzele talip olmuşlardır[25]. Sufi, estetik insanıdır; gözü her şeyde güzellik arar. Aynen Allah Resûlü’nün (s.a.v), oğlu İbrahim’in kabrinde gördüğü eğik bir taşı eliyle düzeltip, “Sizden biri bir iş yaptığında onu güzel ve sağlam yapsın” buyurması gibi. Allah Resûlü (s.a.v) yine oğlunun kabrinin içinde kalan lahitte gördüğü bir boşluğu düzelttirmiş, peşinden de, “Öyle kalmasının bir zararı, düzeltilmesinin de bir faydası yoktur, fakat düzgün olması ona bakan dirinin gönlünü hoş eder[26] buyurmuştur. Bu incelik ve estetik anlayışı en fazla insan-ı kamillerde görülür.
Sûfîlerin insanlığa öncülük ettikleri işlerden biri de, ilahi sevgidir. Sufi, yüce Rabbini tanıdıktan sonra, O’na âşık olmuş, O’nu her şeye tercih etmiş, Rabbi de onu herkesin önüne geçirip[27]; aşk, takva ve edepte insanlığa rehber yapmıştır.
Sûfîlerin bütün başarılarının arkasında ilahi aşk, ihlas, manevi destek ve sevgi dili vardır. Sûfîler gönül fatihleri olup, sevgi kemendiyle insan avlarlar; avladıkları gönlü yüce Sevgili’ye bağlayıp ona ölmeyen bir dost ve bitmeyen bir huzur kazandırırlar. Bunu yaparken bir ücret de istemezler. Bu, insanlığa yapılacak en büyük iyilik ve cömertliktir. İki türlü fetih vardır; biri kaleyi, diğeri kalbi fethetmektir. Kaleleri asker, kalpleri âşıklar fetheder. Asker kaleye, âşık kalbe girme derdindedir. Kale kapısını kılıç, kalp kapısını aşk açar. Kılıç öldürür, aşk diriltir. Kılıç insanı korkuyla, aşk sevgiyle teslim alır. Kılıç dağıtır, aşk toplar. Kılıç soğuktur,aşk yakıcıdır. Hak dine kılıç korkusuyla değil, Allah sevgisiyle girilir. Sevgi olmadan insandaki kötü sıfatlar değişmez. Sevgi olmadan yüce Allah’a güzel kulluk yapılamaz. Sevgisiz saadet olmaz. Sevgisiz medeniyet kurulmaz. Sevgi olmadan huzur[28] gelmez, fitne bitmez, korku gitmez. Hz. Mevlana, sevgiyi, bütün toplumsal bunalımların ve kavgaların ilacı olarak tanıtır. Hak âşığı, kâinattaki her şeyi yüce Sevgili’nin tecellisi olarak görür, bir damla suya bile edeple bakar; yaratılanı yaratandan ötürü sever, yetmiş iki millete hakikat, ibret ve rahmet gözüyle bakar, hepsine ilaç olmak ister[29].
Sufîlerin Rahmet Ahlâkında Öncülüğü
Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen (Enbiya 21/107) Hz. Peygamber’in (s.a.v) ahlâkına varis olan sufı âriflerinen bariz vasfı, âlemde herkese rahmet olmaktır. İslam tarihi incelendiğinde sûfîlerin, sadece Müslümanlara değil, diğer milletlere de güzel ahlâkta, şefkatte, merhamette, adalette ve hizmette örnek oldukları görülür. Bu onların engin marifetlerinden, ilahî muhabbetlerinden, insanı Allah’ın bir sanatı ve emaneti görmelerinden kaynaklanır. “Yaradılanı hoş gör, Yaratan’dan ötürü” sözünü, ancak Hak âşığı kâmil insanlar anlayıp uygulayabilir.
İmam Şa’rânî’nin belirttiği gibi, kendisinde fütüvvet ve mürüvvet (iyilik ve güzel ahlâk) bulunmayan kimsede hayır yoktur, velev ki ins ve cinlerin ibadeti kadar ibadeti olsa bile. Selef, sûfîlerin yolunda iyilik ve fütüvvetin bulunmasının vacip olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir[30].
SerîSakati, mürüvveti, nefsi çirkin şeylerden ve kulu insanlar arasında küçük düşürecek her şeyden korumak ve bütün muamelelerinde insanlara insafla davranmak olarak tarif eder[31].
Muhammedî ahlâka âşık sûfîler, bütün insanlığı bir aile gibi görmüşler, hepsine edep, tevazu, sevgi ve merhametle davranmışlar, Hak için halka hizmeti nimet bilmişler; bütün müminleri kardeşleri olarak sevip onların dertleriyle dertlenmeyi imanın şartlarından saymışlardır. Çünkü Allah Resûlü (s.a.v), bütün müminleri nefsimiz gibi sevmeden gerçek imanın hâsıl olmayacağını[32], onların dertleriyle dertlenmeyenlerin de müminlerden sayılmayacağını haber vermiştir. “Müminleri sevmek ve onlara karşı samimi olmak nasıl olur?” sorusuna İbn Receb-i Hanbelî, “Onları nefsimiz gibi sevmek, korumak, savunmak ve desteklemektir”[33] cevabım veriyor.[34]
Allah Resûlü (s.a.v), ümmeti içinde insanlığa rahmet yapılan bir gruba “abdâl” dendiğini, onların bu dereceye çokça namaz, oruç ve sadakalarıyla değil, cömertlikleri ve müslümanları samimi olarak sevip onlara nasihat etmeleri sebebiyle ulaştıklarını haber verir[35].
İmam Şa’rânî, sûfîlerin bütün müslümanlara hatta hayvanlara karşı gösterdikleri bu şefkatin Hz. Peygamber’e varis olmalarının gereği olduğunu, buna ancak Allah’ın kalplerini nurlandırdığı kimselerin güç yetireceğini söyler ve velilerden Ebû Abdullah-ı Meğaribî’nin şu sözüne yer verir:
“Kim, günaha düşenlere rahmet gözüyle bakmazsa o, tarikattan çıkmıştır.”[36]
Her mümine kardeşi olarak bakan bir sufi, elini açıp dua ettiğinde duasına bütün müminleri de katar, ilahî aşkla ağlarken, müminlerin affı için de gözyaşı döker. Bunun için sûfîlerden bir gruba “Bekkâûn/Ümmet için ağlayanlar” denmiştir. Ümmet için ağlamak ve istiğfar etmek, Allah Resûlü’nün (s.a.v) sürekli hâlidir ve bu ona verilmiş ilahî bir emirdir (Muhammed 47/19). Müminler için istiğfar etmek Arş’ı taşıyan meleklerin de görevidir (Mümin 40/7-9). Peygamber âşığı sûfîler de bu şerefli göreve talip olmuşlar ve bu sünneti ihya etmektedirler[37]. Onlar Ümmet-i Muhammedi, kendilerinin bir parçası gördüklerinden, ümmetin selefine ve halefine hayır dua ederler, onlara karşı içlerinde kin, düşmanlık ve haset beslemezler. (Haşr 59/9-10).
İşte onların rahmet ahlâkına birkaç örnek:
Velilerden Maruf-i Kerhî isyana düşen birini görünce, onun affedilmesi için dua eder, ilahî rahmeti ister ve derdi ki: “Allah Teâlâ Hz. Muhammed’i (s.a.v) insanların kurtuluşu ve onlara rahmet olması için gönderdi. Lanet üzerine olsun, şeytanı ise insanları helak etmek ve onları kötü hallere düşürmek için gönderdi. (Bize düşen Allah Resûlü gibi, müminlere merhamet etmektir).” [38]
Süfyan-ı Sevrî, Müslümanların başına ciddi bir sıkıntı geldiğinde o kadar üzülürdü ki, üzüntüsünden bevli kana dönerdi. Hasan-ı Basrî, bütün Müslümanlara şefkat ve merhamet göstermeyi abdalın (maneviyat erlerinin) alameti içinde sayar[39].
Şakik-i Belhî’nin, “Kim kötü hale düşmüş birine acımazsa, onun kendisi en kötü haldedir”[40] sözü, Allah dostlarının insana bakışına ve şefkatine güzel bir örnektir. Müminlerin bir vücut gibi olduğunu haber veren hadis [41] her müminden kardeşi adına bu hassasiyeti istemektedir.
İbn Abbas (r.a), din kardeşinin bedenine bir sinek konduğu zaman kendisinde bir sıkıntı hissetmeyen kimsenin, daha gerçek kardeş olmadığını söyler.[42]
Bişr-i Hafi, din kardeşini, evindeki bir hayvanı kadar düşünüp dert etmeyen kimsenin sevgisinde yalancı olduğu görüşündedir.[43]
Sûfîler, fütüvvetin gereği olan güzel ahlâka ulaşmadan derviş elbisesi giymeyi nifak olarak değerlendirip bundan sakınmışlardır.[44]
Sûfîlerin Hizmet Anlayışında Öncülüğü
Sûfîler bu dünyaya Allah sevgisiyle diğer insanlara hizmet etmek için geldiklerini düşünürler; “Siz insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz” (Âl-i İmrân, 3/110) ayetinin övdüğü en hayırlı kimselerden olmak için her bedeli ödemeye hazırdırlar.
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanlardır”[45]hadisini prensip edinen sûfîler, halka hizmetin önündeki en büyük engel olarak kibri ve kendini beğenmeyi görmüşlerdir. Bunun için kibri terk edip tevazuya bürünmüşler; zengin fakir, köylü-şehirli ayırımı yapmadan her kesimin arasına girmişlerdir.
Hizmetlerinde mümin-kâfir ayırımı yapmamışlardır. Hayvanlar dâhil kime ne fayda verebiliyorlarsa, onu yapmışlar, hizmetin her türlüsüne talip olmuşlardır. İlim öğretmek, talebenin ihtiyaçlarını görmek, fakirleri gözetmek, yetimleri ve garipleri sevindirmek, hastaları ziyaret etmek, mescit ve sokakları temizlemek, yolcuları ağırlamak, gerekince savaşa gitmek, İslâmî birlik ve dirliği teşvik etmek, cami, mescit, aşevi, okul, hastane, misafirhane inşa etmek gibi her türlü hizmeti gündeme almışlardır. Tarihteki Fütüvvet ve Ahîlik teşkilatları ile tasavvuf ehlinin önderlik yaptığı diğer hizmetler hep bu anlayış üzerinde kurulmuştur.
Sûfîler, halka hizmeti ve insanların yükünü çekmeyi peygamberlerin en başta gelen sünnetlerinden görür; bu sünneti ihya etmek için sadece mallarını değil, yeri gelince canlarını bile ortaya koyarlar. Cüneyd-i Bağdadi gerçek sufiyi şöyle tanıtır:
“Sufi, toprak gibidir; üzerinde iyileri de kötüleri de taşır. Sufi, bulut gibidir; herkesi gölgelendirir. Sufi, yağmur gibidir; herkese rahmet olur, fayda verir. Sufi, üzerine her türlü pislik atıldığı halde, bu pislikleri içinde eriten, temizleyen ve içinden güzel şeyler bitiren verimli toprak gibidir.” [46]
Ali b. Abdülhamid de, sufiyi herkesi aydınlatan güneşe benzetir ve onun herkesin eziyetine tahammül göstererek kendisinden hep güzel meyvelerin çıktığını söyler. [47]
Sehl b. Abdullah’ın, “Sufi herkese kanını helal, malını mübah görendir”[48] sözünden, Hak âşığının gerçekte kendisine ait bir mülk görmediğini, gerekirse Allah yolunda her şeyini feda etmeye hazır olduğunu anlıyoruz. Bu halleriyle onların, “İnsanlardan bazısı vardır ki Allah rızası için kendini feda eder” (Bakara 2/207) ayetinde övülen kimselere dahil olduğunu söyleyebiliriz.
Sûfîler, “Halk (yaratılan varlıklar ve insanlar), Allah ’ın ailesi durumundadır. Onlar içinde Allah ’ın en çok sevdikleri, O’nun ailesine en faydalı olanlardır” [49] hadisini, hayat felsefesi haline getirmişler; insan ve din ayırımı yapmadan herkese hayvanlara bile nasıl hizmet edeceklerinin hesabını yapmışlardır.Arifler, “Bir kimse bütün halkı (yaratılmış varlıkları) kendisi için bir aile ferdi gibi görmedikçe gerçek sufi olamaz”[50] görüşündedir.
Halka hizmeti prensip yapan sûfîler, “İnsanların arasına girip onların yükünü çeken ve eziyetlerine tahammül eden müslüman, hiç kimseyekarışmayan ve eziyetlerine sabretmeyen müslümandan daha hayırlıdır“[51] “Bir topluluk içinde en büyük sevabı onlara hizmet eden alır”[52]; “İnsanların efendisi, onlara hizmet edendir”[53] hadislerinin işaret ve beşaretiyle halka hizmete yönelmişlerdir.
Hz. Âişe (r.ah), Allah Resûlünün (s.a.v) evine girdiğinde halktan biri gibi elbisesini diktiğini ve ev işlerini yaptığını nakleder. [54] Bu hadisin açıklamasında Hakim Tirmizî, nebilerin ve velilerin iki dünyadaki işlerinin hizmet ve ubudiyet olduğunu, onların dünyaya ve ahirete ait işleri yüce Allah’ın tedbiri olarak gördüklerini, önlerine gelen helal işleri bir ayırıma gitmeden ve kibretmeden yaptıklarını, yüce Allah’a karşı kul (köle ve hizmetçi) gibi davranmayı sevdiklerini, bu şekilde yüce Allah’a kavuşmayı, rızasına ulaşmayı sevdiklerini belirtir[55].
Hadiste, bir müminin ihtiyacını gidermek için koşuşturmanın on senelik itikâftan daha hayırlı olduğu belirtilirken,[56] Hasan-ı Basrî, bir müminin ihtiyacını gidermeyi, bin rekât nafile namazdan daha sevimli görür[57].
Arifler, nefsi terbiye etmenin bir yolunun da halka hizmet olduğu görüşündedir[58]. Gönül almaya vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Gönül feyzini temin eden şey Allah için başkalarına hizmet etmektir.” [59]
Hizmette sınır olmaz, yer ve insan seçilmez, cemaat ve millet taassubuna düşülmez. Allah Teâlâ’nın can verdiği bütün mahlûkat hizmette hedeftir. Müminlere yapılacak hizmet çeşitleri bulunduğu gibi, mümin olmayan, inkâr içinde kalan, haramlara bulaşan insanlara da sunulabilecek pek çok hayır ve hizmet çeşidi mevcuttur; çünkü onlar da hak dinin terbiyesine, iman ehlinin şefkatine ve ilgisine, muhtaçtır. Bu hizmeti onlara sevgi ve hikmet diliyle sunacak olanlar kâmil müminlerdir. [60]
Şah-ı Nakşibend, “Bizim usulümüz, halkın içinde Cenâb-ı Hak ile beraber olmaktır (Halvet Der Encümen)” der ve ekler: “Yolumuz sohbet ve halka hizmet yoludur. Halktan kaçmakta şöhret, şöhrette afet vardır. Hayır, halkın içinde bulunup herkese Allah rızası için hizmet etmektedir.”[61]
Sûfîlerin İsar ve Cömertlikte Öncülüğü
İsar, başkasını nefsine tercih etmek, kendisi muhtaç olsa da elindeki imkânla önce mümin kardeşinin ihtiyacını gidermek, dünya ve ahiret işlerinde kardeşlerinin hak ve hazzını kendi hazlarından önde tutmak;[62] sevgi, hizmet ve nimetlerde ona öncelik vermektir. Buna Türkçemizde “diğergâmlık” denir.
Allah Teâlâ, Ensar’daki isar ahlâkını şöyle övüyor: “Onlar kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa onlar, kurtuluşa eren kimselerdir.” (Haşr 59/9).
Ayette övülen isar, ancak Hak âşıklarının yapabileceği bir fütüvvet ahlâkıdır. Bu aşk ile Ensar, Muhacir kardeşleriyle evini ve malını paylaştığı gibi, onlar için ganimet payından da vazgeçmiştir.[63] Yine bu ahlâktaki bir sahabi, misafir ettiği bir mümin kardeşine, evindeki tek kişilik yemeği ikram edip kendisi ve ailesi aç kalmaya razı olmuştur.[64] Aynı günlerde, kendisine kızarmış bir koyun başı hediye edilen fakir bir sahabi, gelen ete muhtaç iken onu, ihtiyaç içinde gördüğü diğer kardeşine göndermiş, o da aynı şekilde davranmış, kelle yedi kişiyi dolaştıktan sonra ilk sahabiye geri gelmiştir.[65] Muhacir kardeşi Abdurrahman b. Avf’a, isterse iki hanımından birini boşamayı teklif eden Sa’d b. Rebi’ de bu kahramanlardan biridir.[66]
Resûlullah (s.a.v), Allah yolunda yardım istediğinde, ordu için kullanılabilecek bütün malını getirip önüne koyan Ebu Bekir’e (r.a),
“Kendine ve ailene geride ne bıraktın? diye sorunca, “Allah ve Resûlü’nün muhabbetini bıraktım[67] demesi de isar ve fütüvvet ahlâkına güzel bir örnektir.
Huzeyfetü’l-Adevî, Yermük harbinde, yara bere içinde susuz kıvranan amcaoğluna su yetiştirmiş, tam suyu içecekken az ötedeki bir yaralının “su!” sesini işiten amcaoğlu, onu mümin kardeşine göndermiştir. Kendisine su gelen ikinci yaralı, suyu içmeden üçüncü sese göndermiş, Huzeyfetü’l-Adevî ona vardığında şehit olduğunu görmüş, geriye döndüğünde diğerleri de su yerine şahadet şerbetini içmişler[68] ve böylece bütün insanlığa fütüvvet ve isar dersi vermişlerdir. Benzer bir olay da Uhud harbinde yedi yaralı arasında yaşanmış, Ensar’dan saliha bir kadın tarafından yanlarına getirilen suyu hepsi öbür kardeşine göndermiş, hiç biri suyu içemeden şehit olmuşlar ve olay üzerine yukarıdaki ayet inmiştir.[69]
Muhyiddin b. Arabî, ayet-i kerimede övülen bu ahlâkın, din kardeşlerini gerçek bir sevgiyle sevmekten, onlar için yardımı en yüksek şeref bilmekten, kendileri ihtiyaç içinde iken önce kardeşlerini düşünmelerinin, gerçek fütüvvete ve kuvvetli bir tevhide ulaşmalarından kaynaklandığını belirtir.” [70] Ibn Arabi, el- Fütuhâtü’l-Mekkiyye’ de fütüvvet için açtığı özel bölümde, fütüvvetin kuvvet makamı olduğunu söyler[71] ve bölümün sonunda gerçek fetânın tarifini, halka muamelede Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu şekilde bütün gücünü ve kabiliyetini kullanan kimse olarak özetler[72].
Velilerden Yusuf b. Hüseyin er-Razî, gerçek îsarın ancak, her şeyin Hakk’a ait olduğunu gören ve bilen kimseden meydana geldiğini, bu anlayışta olan kimsenin, elindeki mülkü kendisine ait görmeyeceğini, nefsi veya başkası ona kim muhtaçsa ona ulaştıracağını belirtir.[73]
İsar, sûfîlerin hedeflediği bir ahlâktır. Sûfîlerisarı, “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızası uğrunda kendisini feda eder” (Bakara 2/207) ayetinin bir gereği görürüler. Hucvirî, Allah Teâlâ’nın, “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyiliğe ulaşamazsınız. Her neyi infak ederseniz, Allah onu bilir” (Âl-i Imrân 3/92) ayetinde sevdiğini Allah yolunda harcamayı bütün hayırların kapısı yaptığını, Hak için canını ortaya koyan kimsenin, malı mülkü, altını-gümüşü harcamaktan çekinmeyeceğini belirtir[74].
İhlasla yapılan bütün hayırlar, ilahi huzura arz edilmiştir[75]. Yüce Allah, bir hayra en az on karşılık vereceğini bildiriyor. (En’am 6/160) Bu ikramların ihlasa göre yüze, yedi yüze ve hesapsız derecelere çıkacağını da hatırlatıyor (Bakara 2/261; Zümer 39/10).. Allah için canını verenlere huzur ve neşe içine ebedi bir hayat müjdeliyor. (Bakara 2/154; Âl-i İmran 3/169). Bunun için Hz. Mevlana der ki: “Allah can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Hangi cömertlik Hakk’ın bu görülmemiş, akıl almaz cömertliğine benzeyebilir. Hakk’ın bu cömertliğini görseydin, nasıl olur da canını esirgerdin. Bir can için nasıl olur da bu kadar gamlanırdın.”[76]
Burada kurban olayında Hz. İsmail’in (a.s) ve hicret gecesi Hz. Ali’nin (r.a) Allah için canlarını ortaya koyarak gösterdikleri fütüvvet ve yiğitlik örneğini hatırlatalım. Şu beyitler onların halini tercüme etmektedir:
“Canımı canan istemiş minnet canıma,
Can nedir ki vermiyem cananıma.”
Hakîm et-Tirmizî, İslam’ın esasının bağışlama ve cömertlik üzere kurulduğunu, çünkü gerçek İslam’ın Allah Teâlâ’nın haklarını korumak için canını ve malını teslim etmek (ortaya koymak) olduğu belirtir. [77] . Rüveym de, tasavvufun (manevi terbiyenin) ancak ruhu feda ederek (her şeyini ortaya koyarak) elde edileceğini söyler[78].
İslam tarihinde Sahabeden sonra, infak, isar ve halka hizmet ahlâkında da “sâbıkûn” vasfını kazanan sûfîler, bu alanda çok güzel örnekler sunarak arkadan gelenlere yol açıp cesaret vermişlerdir.
Sehl b. Abdullah, fütüvveti “Sünnete uymak” olarak tarif ederken, Cüneyd-i Bağdâdî, fütüvveti, “Kimseye eziyet etmemek ve elindeki malı herkese infak etmek” şeklinde açıklar[79].
Cüneyd-i Bağdâdî, kendisinden bir şey isteyeni asla boş çevirmez ve, “Ben, esûlullah’ın (s.a.v) ahlâkı ile ahlâklanmak istiyorum”[80] derdi.
Davud-ı Tâî (165/781), mürüvveti (cömertliği) olmayanın (makbul bir) ibadetinin de olmayacağını[81] söyler.
Ariflerden Rüveymisarı (iyilik ve ihsanda kardeşini nefsine tercih etmeyi) tasavvufun temel şartlarından biri sayar[82]. Sehl b. Abdullah da, “Sufi, kanını heder, mülkünü herkese helal gören kimsedir”[83] sözüyle, sufinin her şeyini Hak için halka feda edecek bir cömertlikte olduğuna işaret etmiştir.
Sufi cimri olamaz. Cimri olandan sufi olmaz. Çünkü Allah Resûlü (s.a.v), “Bir müminin kalbinde iman ile cimriliğin asla bir arada bulunmayacağını bildirmiş[84], diğer bir hadisinde ise, “Cimrinin cennete giremeyeceğini[85] haber vermiştir. [86]
HakimTirmizî’nin belirttiği gibi, cimrilik gelince mal ortadan kaybolur; malında cimrilik eden kimse canında daha fazla cimrilik yapar. Cimrilik İslam’ı yıkar, imanı yok eder. Onda Allah Teâlâ’ya karşı kötü zan vardır. Cimrilik Allah’ın hukukunu yerine getirmeye mani olur. O, Allah Teâlâ’ya değil, mala güvenmektir[87]. Böyle bir huy Rahman’ın dostu hiç bir arifte bulunmaz.
Sûfîlerdeki isar ahlâkına birkaç örnek
Velilerden Ebü’l-Hüseyin Nurî, isar ahlâkının temsilcisi olup tarikatı isar üzere kurulmuştur[88]. Cafer el-Huldî, onun şu duasını nakleder: “Allah’ım dilersen, cehennemliklerin yerine orayı benimle doldur ve onları cennete gönder. Senin her şeye gücün yeter.” [89]
Ebü’l-Hüseyin Nurî, bir iftira üzerine üç arkadaşıyla idama mahkum edilmişti. Cellat infaz için hazırlık yapınca, geri sırada olan Ebü’l-Hüseyin Nurî ileri atılmış ve önce kendisinin idam edilmesini istemiş; sebebi sorulunca, “Kardeşlerimin biraz daha fazla yaşaması için önce benden başlayın” demiş, cellat şaşırmış, durumu halifeye haber vermiş, halife, Kâdı’l-Kudâtİsmail b. İshak’ı (Hucvirî’nin rivayetinde Ebü’l-Abbas b Ali’yi) işin aslını incelemek üzere görevlendirmiş, sonuçta hepsi serbest bırakılmıştır. [90]
Ebû Osman HM de Ümmet-i Muhammed’e olan sevgi ve şefkatini “Eğer ümmet-i Muhammed’in âsileri yerine beni cehenneme koysalar razıyım; tâ ki onlar kurtulsun!”[91]şeklinde dile getirir.
Ebü’l-Hasan el-Antâkî, yanına gelen otuz küsur misafire, beş kişiyi doyurmayacak kadar ekmeği doğrayıp ortaya koymuş, herkes nasibi kadar yesin diye ışığı söndürmüş, yemeğin başına oturmuşlar, bir müddet sonra, yemekten geri çekildiklerinde, bütün ekmeklerin olduğu gibi durduğu görülmüştür. Çünkü her biri, kardeşini kendisine tercih ederek, bir şey yememiş ve bütün yiyecek ortada kalmıştır.[92]
Benzeri örnekler çoktur. Bütün bunlar ilahi rahmetin kullardaki yansımasıdır. Bu ahlâk sadece sûfîlerde değil, diğer kesimlerde de görülebilir. Ümmet içinde fitne olmasın diye halifelik hakkından vazgeçen Hz. Hasan (r.a.), İstanbul’un fethinde İslam bayrağını sura dikmek için canını ortaya koyup yüzlerce oka vücudunu siper eden Ulubatlı Hasan, Çanakkale savaşında kendisi yaralı iken elindeki tek bez parçasını yanında yaralı olarak yatan genç düşman askerinin yarasını sarıp kendi yarasına ot basan Müslüman asker, talebelerinin yiyeceği için evini satılığa çıkaran salihler, çıkan bir yangında çocuğunu korumak için vücudunu ateşe siper eden ve kendisi yanıp yavrularını kurtaran anneler birer isar kahramanıdırlar. Ancak Hak âşığı arifler bu ahlâkta önde ve öncüdürler.
Sühreverdî’nin belirttiği gibi, sufiyi, başkalarını nefsine tercih etmeye sevk eden şey onun nefsinin temizliği ve şerefli bir tabiata sahip oluşudur. Allah Teâlâ bir kimseyi ancak, tabiatını bu güzel ahlâk ile terbiye ve ıslah ettikten sonra kendisine dost yapar. [93] İsar, kalbi ilahi nur ve aşkla dolmuş kimselerin başaracağı bir ahlâktır. [94]
Yukarıda anlatılan isar ahlâkının bir çeşidi de nefse zulmedeni affetmek, kötülük edene iyilik etmek, vermeye vermek, gelmeyene gitmektir. Resûlullah (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Ey Ukbe! Sana dünya ve ahiret ehlinin en faziletli ahlâklarını haber vereyim mi: Gelmeyene gidersin, vermeyene verirsin, sana zulmedeni affedersin. [95]
Kendine hakaret veya kötülük edene iyilik etmek, bir çeşit isardır. Çünkü bu kimse, manevi hakkından vazgeçmiş, intikam yerine ikramı seçmiş, nefsine rağmen güzel bir iş başarmıştır. “Fütüvvetin ikinci derecesi, sana isyan edeni kendine yaklaştırman, sana eziyet verene ikramda bulunman ve sana karşı kusur işleyenden özür dilemendir, bir de bunu öfkeyle değil gönül hoşluğu ile yapman, zorlanarak değil severek yerine getirmendir” diyen Abdullah Herevî, düşmanını barışmak için aracı bulmaya muhtaç eden ve onun gelip özür dilemesinden utanmayan kimsenin fütüvvetin kokusunu alamayacağını söyler. [96] Menazili şerh eden İbn Kayyım el- Cevziyye, bu ahlâkın en üst seviyede Allah Resûlü’nde (s.a.v) bulunduğunu, ona varis olanların da nasipleri kadar ondan pay sahibi olduklarını belirtir[97]. Yine Menazil şarihlerinden Kâşânî ise, insanın, kendisine yapılan kötülüğe veya eziyete hikmet ve hakikat gözüyle bakıp güzel değerlendirdiğinde, ondan, nefsini terbiye, kusurlarını idrak, günahlarına kefaret ve ilahi hükme rıza gibi hayırlı sonuçlar elde edeceğini söyler[98]. Bu davranış, Rahmanî ahlâktan pay sahibi olmaktır; çünkü yüce Rahman, kendisini inkâr edenlere de iyilik ve ihsanda bulunmaktadır. Bunu gören bir arif, nasıl cimri, katı ve müsamahasız olur?
Hz. Peygamber (s.a.v) ve ona varis olan kâmil insanlar, canlarına kastedenlerin bile canlarını ateşten kurtarmak için uğraşırlar. [99] Kendilerine nankörlük edenlere iyilik yapmayı daha kazançlı görürler. [100] Çünkü onda ihlas vardır, gösteriş ve beklenti yoktur. Ebû Hafs Haddad, fütüvveti, “Herkese karşı insaflı davranmak ve kendisine insaflı davranılmasını istememektir” şeklinde tarif edince, Cüneyd-i Bağdâdî, yanındakilere, “Kalkın gidelim, bu tarif bize yeter; o kimsenin yapamayacağı tarifi yaptı”[101] demesi, hasmını affetmenin ve ona müsamaha ile davranmanın ahlâkta zirve nokta olduğunu gösteriyor. İnsanın gerçek hali, düşman ve hasımlarına karşı muamelesi ile ölçülür. İyilik gördüğü kimseye iyilik etmek kolaydır. Bu, “al gülüm ver gülüm” cinsinden bir şeydir. Asıl yiğitlik ve güzellik, bize haksızlık veya kötülük edeni affetmek ve ona isteyerek iyilik yapmaktır[102]. Hadiste bu ahlâkın elde edilmesi için ciddi bir irade, gayret, temrin ve sabır gerektiğine işaret edilir. [103]
Tasavvufta rical/yiğit anlayışı
Rical, adam, mert kişi demektir. Er de aynı manada olup Hakk’ın dostluğunu kazanmış, faal, hakşinas, adil, faziletli şahsiyetlere, ruhen yücelmiş kâmil insanlara, velilere, “Ricalullah” denir. Bunda kadın erkek ayırımı yoktur. [104]
Sûfîlere göre yiğit, nefsine hasım ve hâkim olan, onu yenen, hevâ putunu kıran ve güzel hali bulan kimsedir. [105]
Resûlullah (s.a.v),gerçek pehlivanı, rakibini güreşte yenen kimse değil; kızdığı anda nefsine sahip olan kimse [106] olarak tanıtmış; akıllı ve dirayetli kimseyi de nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için salih amel işleyen kimse şeklinde tarif etmiştir. [107]
Kudsî bir hadiste, gönülleri Allah’ın zikri ve ilahi aşk ile mamur olmuş, eşyanın perdesinden kurtulup müşahedeye ulaşmış, hikmet, feraset ve istikamet sahibi kulların gerçek kahramanlar olduğu bildirilir. [108]
“Gerçek muhacirin Allah ’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan kimse[109] olduğunu belirten Allah Resûlü (s.a.v), mücahidi de, Allah’a itaat hususunda nefsi ile cihat eden kimse[110] şeklinde tarif etmiştir.
Resûlullah (s.a.v) bir harp dönüşünde, “Küçük cihattan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” buyurması üzerine, ashabın, “Büyük cihad nedir?” sorusuna,
“Allah’a güzel kulluk için nefsinizle vereceğiniz mücadeledir“[111] şeklinde cevap vermiştir.
Ariflerin dediği gibi, gerçek yiğit harama karşı gözünü yuman, haramdan elini çeken kimsedir.[112] Yiğit, başkasına değil, nefsine söz geçirendir; nefsine hükmü geçmeyenin fütüvveti yoktur.[113]
Yiğit (feta), hak adamıdır; Hak’tan gelene boyun eğer, aklına, hissine ve hevasına değil, Mevla’sına itaat eder.[114] Hak karşısında boynu kıldan incedir; batıla karşı ise demirden serttir. Halk içinde Hak’la olur. Eli kârda gönül Yâr’dadır. Nitekim ayetlerde rical yani yiğit er kişilerden bahsedilirken, onların alış veriş ve ticaret gibi dünya işlerini yaparken dahi Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten uzak kalmadıkları, her halde ilahi korku ile takva üzere yaşadıkları (Nûr 24/37); Allah’a verdikleri sözde durdukları (Ahzab 33/23) haber verilmiştir.[115] Sûfîler, rical (yiğit adam, ricalullah) deyince bu ayetlerde vasfedildiği gibi kalbi ilahi aşkla uyanmış, zikirle mamur olmuş, Allah’ın haklarını, nefsinin hazlarına tercih eden[116] [117] müşahedeye ulaşmış, varlıkların bağından kurtulup gönlünü Hakk’a bağlamış, ihlas sahibi, özü sözü doğru arifleri kastederler.
Tasavvufta yiğitliğin bir şekli de, yaptığı iyiliği unutmak, sağ elinin verdiğini sol eline duyurmamak, iyilik yaptığı kimselerden karşılık değil, teşekkür dahi beklememek[118], “vazifem var ama (ona karşılık bir şey bekleme) hakkım yok” bilincine sahip olmaktır.[119] Mürid, yiğit olmalıdır; gücü yettiği ölçüde herkese hak ettikleri gibi davranmalı, ama onlardan bunu beklememelidir. [120]
Sûfîlerin eserleriyle yaptığı öncülük
Fütüvvet kavramı, Sünnî tasavvuf çerçevesinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Sülemî (412/1021), Herevî (481/1089), Sühreverdî (632/1243) gibi fütüvvete dair eser yazan, Kuşeyrî (465/1072) ve Hucvirî (470/1077) gibi eserlerinde fütüvvete ayrı birer bölüm ayıran mutasavvıfların Sünniler arasından çıkması da bunu gösterir. Abbasi Halifesi Nasır-Lidinillah’ın teşkilatlandırarak kendine bağladığı fütüvvet kurumu da Şiî temayüller taşımakla birlikte aslında Sünnî fütüvvet anlayışına dayanıyordu. [121]
İbn Kayyım, fütüvvet konusunda ilk söz edenin Cafer-i Sadık (148/-765) olduğunu, onu Fudayl b. Iyaz (187/803), Ahmed b. Hanbel (241/855), Sehl b. Abdullah (273/886) ve Cüneyd-i Bağdâdî (297/909) ve diğer sûfîlerin takip ettiğini söyler[122]. Zaten Kuşeyrî hepsinin fütüvvet tariflerini nakletmiştir[123].
Araştırmacılara göre fütüvvet konusunda ilk eser yazan, Ebu Abdurrahman es-Sülemî’dir. (412/1021)[124]. Sülemî’ninKitabü’l-Fütüvve’si, konuyla ilgili ilk yazılı metin olma özelliği yanında, bu alanda daha sonra yazılan pek çok esere kaynaklık etmiştir[125]. Sülemî, fütüvveti Hz. Adem’le başlatır, onu her peygamberin kendine has bir ahlâkı ile açıklar ve dört halifenin özel vasıflarıyla bitirir. Sonra insandan her halde ve her vakitte istenen bir fütüvvet ahlâkı bulunduğunu hatırlatır; bunların yüce Allah’a, Hz. Peygamber’e (s.a.v), Sahabe-i Kiram’a, selef-i salihine, meşayıha, din kardeşlerine, aileye, çocuklara, akrabaya ve amelleri yazan meleklere karşı uygulanacak edepler olduğunu belirtir; onları Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetlerinden ve selefe ait edeplerden seçerek kısaca açıklayacağını söyler ve belirli bir tertip gözetmeden fütüvvetten saydığı güzel ahlâkları sıralar. Fütüvvetten olan birinci ahlâk, kardeşlere karşı nazik olmak ve onların ihtiyaçlarını gidermektir. [126] Fütüvveti, kısaca “güzel ahlâk” olarak tarif etmek mümkündür[127]. Sülemî de bu eserinde 205 civarında mekarimü’l-ahlâk örneği saymıştır. Aslında bunlar, her müslümandan istenen günlük ahlâklardır; bununla birlikte onlar sonraki devirlerde şekillenen Fütüvvet ve Ahîlik teşkilatlarının ahlâkî ilkeleri için de birer örnek ve kaynak olmuştur.
Sülemî’den sonra kaleme alınan ikinci müstakil risale, Hace Abdullah-ı Ensârî el-Herevî’nin (481/1089) Fütüvvetname’sidir[128]. Herevî’nin, Menâzilü’s-Sâirin adlı tasavvufa ait yüz makamı işlediği eserinde fütüvveti de bu makamlardan biri olarak tanıtmış[129]. Daha sonra meşhur sufi şeyh Sühreverdî’ ninRisâletü’l-Fütüvve’si gelir ki, bu, Abbasi Halifesi Nasır Lidinillah’ın isteği üzere fütüvvet teşkilatının nizamnamesi olarak yazılmış olup türünün ilk örneğidir. Peşinden diğerleri gelmiştir[130] . Yine Sühreverdî’ninAvârifü’l-Meârif adlı eseri de birçok tasavvufi konu yanında “Hakiki Hizmet Ehli”, “Ribat ve Tekkelerde Kalmanın Fazileti”, “Sûfîlerin Ahlâkı”, “Allah için Kardeşlik Edepleri” gibi bölümlerde fütüvvet ve Ahîlik ahlâkına ait prensipleri işlemektedir.[131] Öyle ki, bir araştırmaya göre, ahiliğin esasını ihtiva eden fütüvvetnamelerleAvârifü’l-Meârif’teki prensip ve kurallar hemen hemen aynıdır.[132] Abdülbaki Gölpınarlı’nın tespitiyle, [133]İmamiyye mezhebine sıcak duran Nasır Lidinillah’ın aksine Şafiî olan Sühreverdî yazdığı fütüvvetnâme ile fütüvveti sufilik yoluyla hilafete bağlamış ve kurumsal kökenini Ali b. Ebi Talip’ten Hz. Peygamber yoluyla Haşimîlere, oradan da Kureyş’e çıkarmıştır. Sühreverdî, fütüvveti sufiliğin bir kolu olarak görmektedir.[134]
İlk dönemlerde yazılmış tasavvufi eserlerin, bazıları, konuyu “fütüvvet” başlığı altında ele alırken, birçoğu da günlük hayattaki edepleri, sohbet ve kardeşlik haklarını, hizmet ve iş ahlâkını, ticaret ve kazanç kurallarını işleyen bölümlerde aynı konuyu kendi usul ve üsluplarıyla işlemiştir.
Kuşeyrî(465/1072),Risâ/e’de fütüvveti özel bir başlıkta işlemiştir[135]
Muhyiddin b. Arabî, e/-Fütûhâtü’l-Mekkiyye isimli meşhur eserinde fütüvveti iki ayrı bölümde ele almış; birincide tanıtımını yaparken[136], İkincide onu muamelelere ait “makamlar” arasında sayarak açıklamıştır.[137]
Hucvirî’nin, Keşfü’l-Mahcub adı eserinde “Sohbetin Edepleri ve Hükümleri”ni işleyen 23. Bölüm konumuzla ilgilidir. Ayrıca fütüvvetin ileri derecesi olan isar138 ahlâkı da özel bir başlıkta işlenmiştir[138].
Haris Muhâsibî (243/857) alanında ilk örneklerden sayabileceğimiz er-RiâyeLihukûki//ah adlı eserinde, özellikle kulun Allah ile hukukunu genişçe ele aldıktan sonra, “Kitabü’l-lhvân ve Marifetü’n-Nefs” ve “Müridin Günlük Edepleri” başlıkları altında, kardeşlik, insanlarla güzel geçim, günlük hayatta ve ticarette dikkat edilecek edepler hususunda açıklamalarda bulunmuştur.[139]
Serrac (378/988), e/-Lüma’ fi Tarihi’t-Tasavvufi’l-lslâmî adlı eserinde “Mutasavvıfların Edepleri” kısmında günlük hayatla ilgili birçok konuyu sûfîlerin görüş ve uygulayış biçimleriyle işlemiştir.[140]
Kelâbâzî (380/990), et-Taarrufli Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf adlı eserinde, sûfîlerin kazanç, sanat, ticaret ve ziraat hakkındaki görüşlerini özetle nakletmiştir.[141]
Mekkî, 386/996), Kûtü’l-Kulûb fi Muamelti’l-Mahub isimli eserinde, bir müslümanın bütün gününü ilgilendiren ibadet, edep, ahlâk ve vazifelerine yer vermiş, özellikle “Allah İçin Sevgi ve Dostluk”, “Geçim ve Kazanç Yolları”, “Helaller ve Haramlar” gibi bölümlerinde Ahîlik ahlâkına yön verecek, destek sağlayacak ve örnek olacak pek çok şeyi paylaşmıştır.[142]
Gazâlî (505/1111) ise İhyâuUlûmi’d-Din isimli dev eserinde, bir müminin doğumundan ölümüne kadar hayatı boyunca lazım olacak bütün ilim, ibadet, zikir, dua, ahlâk ve edepleri 40 kitapta ele almış; özellikle günlük muameleleri konu ettiği ikinci ciltte, “Kazanç ve Geçim Edepleri”, “Helaller ve Haramlar”, “Sevgi- Kardeşlik-Sohbet Edepleri ve Müslümanların Hakları”, “Geçim Edepleri ve “Hz. Peygamber’in Ahlâkı” kitaplarında tam manasıyla fütüvvet ve Ahîlik ahlâkını işlemiş ve kendisinden sonra yazılan bütün ahlâk kitaplarına birinci derecede kaynak olmuştur.[143]
Tasavvuf çevrelerinde kaleme alınan birçok “Zühd” ve “Mekârim-i Ahlâk” kitaplarını da dikkate aldığımızda, sûfîlerin, özellikle Anadolu’da Sünnî anlayış çerçevesinde şekillenen fütüvvet ve ahîlik ahlâkına, yaşantıları gibi, eserleriyle de öncülük ettiklerini ve ciddi katkılarda bulunduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ki, Sülemî’nin güzel ahlâkı tarif için telif ettiği Kitabü’l-Fütüvve’sinde anlattığı ahlâklar ile Ahmed Nakkaş Harputî’nin fütüvvet ehline fütüvvetin hükümlerini bildirmek üzere kaleme aldığı Tuhfetü’l-Vasâya’sındafetaların alametleri ve fütüvvetin şartlarını işlediği kısımlar[144] karşılaştırılsa, takdim-tehir ve sunum farkıyla ikisinin de benzer şeyleri dile getirdikleri görülecektir. Nitekim Kâşânî fütüvveti tasavvufun bir cüzü olarak görür.[145] Genel olarak fütüvvetnâmeler tahlil edildiğinde, “fütüvvet” kavramının temeli tasavvufa dayandığı için, bu tür eserlerin hepsinde tasavvufî nitelik ağır basar. [146] Mesela, müellifi bilinmeyen bir fütüvvetnâme, fütüvvet ehlinin sufiyâne halini şöyle özetler:
“Fark onların kerâmetidir, taatullah ise halavetleri, hubbullah onların lezzetleri, takva azıklarıdır. Seyrilallah onların haceti, seyrmaallah ticaretleri, seyralellah itimatlarıdır. Onlar Allah ile dostluk kurar, O’na tevekkül ederler. Açlık onların yemekleri, zühdmeyvalarıdır. Güzel ahlâk elbiseleri, üstünlükten feragat etmek hilyeleridir. Sehâvet onların mesleği, iyi geçim sohbetleridir. İlim destekleri, sabır yolları, hidayet binekleri, Kur’an konuşmaları, şükür ziynetleridir. Onlar zikre düşkündürler. Rıza onların sevincidir. Kanaat malları, ibadet ise kazançlarıdır. Şeytan düşmanları, dünya çöplükleridir. Hayâ onların gömlekleri, havf ise seciyeleridir. Gündüz ibret aldıkları, gece fikre daldıkları zamandır. Hikmet mükâfatlarıdır, Hakk bekçileri. Hayat onların bir konaklık mesafeleri, ölüm varacakları yer, kabir sığınakları, Firdevs meskenleridir. Alemlerin Rabbine bakmaları onların huzurda duruşlarıdır.” [147]
Cemal Anadol’un da tespit ettiği gibi, bütün bu eserler incelendiğinde, fütüvvet ve ahiliğin kısa zamanda birbiri ile kaynaşmış oldukları ve ahiliğin fütüvvet esasları ile beslendiği görülür. Ahiliğin, ahlâkî ve terbiyevî ilkelerini daha önce tasavvuf ehlinin geliştirip formülleştirdiği Fütüvvetnâmelerden aldığı şüphesizdir. [148]
Sûfîlerin iş ve icraatlarıyla yaptığı öncülük
Sûfîlerin, esnaflık konusunda da öncülük ettiklerini görüyoruz. Sûfîler çalışıp kazanmayı sünnet olarak görürler. [149] Sûfîleri, bir meslek edinmeye, üretmeye, helalinden kazanıp yemeye ve hayır yollarında infak etmeye teşvik eden en büyük âmil Allah Resûlü’nün (s.a.v) hayatı ve hadisleri olmuştur. Mesela Allah Resûlü (s.a.v), bazı hadislerinde, Allah Teâlâ’nın, kendisine bir meslek edinmiş mümin kulu sevdiğini,[150] hiç kimsenin elinin emeğinden daha hayırlı lokma yemediğini; Hz. Dâvûd’un (a.s) da demircilik yaparak elinin emeğiyle geçindiğini [151] en helal kazancın kişinin kendi elinin emeği ve dürüst ticaretten gelen kazanç olduğunu[152], kuvvetlimüminin Allah katında, zayıf müminden daha hayırlı ve sevimli olduğunu[153] haber vermiştir.
Önceki peygamberlerin çoğunun bir meslekle meşgul olması da sûfîler için teşvik edici bir unsur olmuştur. Fütüvvet teşkilatında her meslek sahibi, bir peygamberi ve veliyi örnek alır. Mesela Hz. Adem, çiftçilerin; Hz. Şit, gazzaz ve hallaçların; Hz. İdris, terzi ve yazıcıların; Hz. Nuh, gemicilerin ve tacirlerin; Hz. Hud, tüccarların; Hz. Salih, devecilerin; Hz. İbrahim, sütçü ve neccarların; Hz. İsmail, avcıların; Hz. İshak, çoban; Hz. Yusuf saatçi, Hz. Musa, çoban; Hz. Zülküfl, fırıncı;Hz. Lut, müverrih; Hz. Üzeyir, bağcı; Hz. İlyas, dokumacı; Hz. Davud, demirci ve zırhçı; Hz. Lokman, hekim; Hz. Yunus, balıkçı; Hz. İsa, seyyah; Hz. Muhammed de (s.a.v) bahçıvanların ve tacirlerin piri kabul edilmiştir.[154]
Sûfîlerin de çoğunun bir sanatla meşgul olduğunu biliyoruz. Mesela, Lâmi’î Çelebi’nin Nefahatü’l-Üns tercüme ve şerhinin içindekiler kısmına bir göz attığımızda bazı sûfîlerin, sanatlarını gösteren şu nisbelerle anıldığını görürüz.
Seyyidü’t-Taife Cüneyd-i Bağdâdî el-Kevârîrî el-Hazzaz. el-Kevârîrî, babası cam ticareti yaptığı için, el-Hazzaz da kendisi ipek satışıyla meşgul olduğu için eklenmiştir.
Ebu HafsHaddad (demirci).HamdunKassar (çamaşırcı). Ebu Said Harraz (deri dikici).Fedidüddin Attar (kokucu).Muhammed b HalidÂcurî (kiremitçi). HammadDebbas(pekmezci). Bu zat Abdülkadir-i Geylânî’nin şeyhidir).Şeyban-ı Râî (çoban).Ebu Bekir Verrak (kağıtçı).Somuncu Baba (ekmekçi). Muhammed Kassab (kasap). Ebu AmrZüccâcî (bardakçı).Ebu Cafer Saydalânî (ezacı).Ahmed b. Hüseyin Hallac (iplikçi).Sabitü’l-Habbaz (ekmekçi). Abdülaziz Debbağ (derici).
Bunların örneği çoktur. Listede ismi geçen Ebu HafsHaddad (270/883) ve HamdunKassar, (271/884) gibi ilk melameti fütüvvetçileri esnaf tabakasından oldukları için Ahîlik bu gelenek üzerine gelişmiştir.[155] Ahiliğin Anadolu’da kuruluşunda ve yayılışında önemli bir rol oynayan Ahi Evran (660/1262) sufiliği yanında debbağ (derici) idi. Bunun için debbağların piri olarak anılmaktadır.[156]
Görüldüğü gibi sûfîler, bir meslek edinme, elinin emeği ile geçinme, çalışıp üretme ve helalinden kazanma konusunda Sahabe-i Kiram’a uymuşlar ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır. [157] Onlar, kendileri gibi müridlerin de mümkünse bir işle meşgul olmasını tavsiye etmişlerdir. Mesela Ebû Süleyman-ı Dârânî(215/830) der ki: “Bize göre gerçek ibadet, senin kendini ibadete verip günlük yiyeceğini başkasına yüklemen değildir; Önce ekmeğini kazan, onu haramdan koru; sonra (istediğin kadar) ibadet et.” [158]
Sarı Abdullah Efendi (1071/1660), Semerâtü’l-Fuad adlı eserinde, salikin meşru bir işle meşgul olmasının gerektiğini söyler.[159]
Sûfîlerin Helal Lokmada Öncülükleri
Sûfîlerin fütüvvet ahlâkında öncü oldukları bir diğer nokta da helal lokmadır. “Haram yiyen harami olur”[160] denilmiştir.
İbrahim b. Edhem “Manevî hallere ulaşanlar ancak karnına ne girdiğini bilenler yani sadece helalinden yiyenlerdir”[161] der. Fudayl b. İyaz, Allah katında sıddıklardan yazılmak için karnına gireni bilmeyi yani helal lokma yemeyi şart koşar.[162]Sehl-i Tüsteriharam yiyen kimsenin, istese de istemese de, bilse de bilmese de azalarının günah işleyeceğini, yiyeceği helal olanın ise, azalarının emre itaat edeceğini ve hayırları yapmaya muvaffak kılınacağını söyler.[163]
Dinimiz, helalinden kazanıp yeme konusunda çok ciddi uyarılarda bulunur. Ayette, temiz ve helal rızıklardan yiyip salih amel işlemek emredilmiş (Müminun 23/51)ve haksız yollarla mal kazanıp yemek yasaklanmıştır. (Bakara 2/188). Hadislerde ise, rızkını helalinden aramanın her mümine farz olduğu[164], haram yiyen kimsenin duasının kabul edilmeyeceği, [165]üzerinde on dirhem değerinde de olsa haram elbise bulunan kimsenin namazını Allah’ın kabul etmeyeceği, [166]haram ile beslenmiş bir vücudun ateşe (cehenneme) daha uygun olduğu[167] uyarıları yapılmıştır. Buna makabil yine hadislerde helalinden rızık kazanmak için çalışan kimse, Allah yolunda cihat edene benzetilmiş ve iffetle yaşamak için helal rızık arayan kimsenin ölünce şehitlerin derecesinde olacağı[168] helalden yiyenin duasının kabul edileceği”[169] müjdeleri verilmiştir.
Bütün bunlar, alış veriş ve ticari ahlâkın temelini oluşturan ilkelerdir. Bu konu ilk dönemden itibaren bütün tasavvufî eserlerde genişçe işlenmiştir. Öyle ki helal lokma yeme ve şüpheli şeylerden kaçınma konusunda sûfîlermisal ve darb-ı mesel olmuşlardır[170].
Osmanlı Sultanı I. Mahmud’un, kendi el emeği ile yaptığı eşyaları satarken vezirin, “Şevketlim, milletin hazinesi sizin demektir. Niçin böyle uğraşıp kendinize zahmet edersiniz?” demesi üzerine verdiği cevap kayda değer:
“Bre, ne yabana söz söylersiz. Milletin hazinesini milletin hizmetine sarfetmek gerek. Saniyen, insan olana durmadan çalışmak gerektir. İnsanın çalışıp alın teri dökerek kazandığı paranın zevki başkadır. İçinde alın teri, göz nuru bulunan kazanç 171 helal olur. Tadı, bet-i bereketi olur.” [171]
Şimdi, yukarıda özetlediğimiz şekilde sûfîlerin öncülük ettiği fütüvvet ve Ahîlik teşkilatlarının kısaca tarifi, tarihi seyri ve ahlâkî ilkelerini ele alacağız. Böylece onların sûfîlerden ne derece etkilendikleri ve istifade ettikleri ortaya çıkmış olacaktır.
Fütüvvetin tanımı ve tarihi seyri
Fütüvvet, Arapça feta kökünden gelmektedir. “Feta” Arapça’da genç, delikanlı, köle, hizmetçi, cömert gibi manalar taşır. Çoğulu “fityan” ve “fitye”dir. “Fütüvvet” ise lügatte kerem, mürüvvet, cömertlik, gençlik anlamlarına gelmektedir. Bunlardan hareketle “Fütüvvet” yiğitlik, kahramanlık yanında; tasavvuf terimi olarak cömertlik, diğergâmlık, şefkat, tevazu, mürüvvet gibi çok zengin manaları içerir[172].
Fütüvvetten bahseden eserlere bakılırsa, onun içinde neredeyse, İslamiyet’in telkin ettiği bütün güzel ahlâk esaslarını bulmak mümkündür. Kısaca fütüvvet, her kötülüğü terk etmek ve her güzel huyu her zaman her yerde icra etmektir.
Adamlık ve erlik manasına gelen “mürüvvet” kelimesiyle, gençlik, yiğitlik ve cömertlik manalarını ifade eden “fütüvvet” kelimesi, esas itibariyle tasavvufa[173] dayanan fakat aynı zamanda İktisadî teşekkülleri de kavraması ve sanat erbabını teşkilatlandırması bakımından ekonomik bir hüviyet de taşıyan ehl-i fütüvvet tarafından daha şümullü manalara alınmış ve terim olmuştur. Onlara göre mürüvvet, fütüvvetin esasıdır; fütüvvetse mürüvvetin sonudur. Bu bakımdan her mürüvvet ehli, fütüvvet sahibi değildir fakat her fütüvvet ehli, mürüvvette en ileri dereceye varmıştır. [174]
Gölpınarlı’nın kaydettiği gibi, Abdürrezzak Kâşânî (730/1330), Tuhfetü’l- İhvan adlı eserinde, mürüvveti, fütüvvetin temeli ve esası; fütüvveti de veliliğin temeli ve esası görür ve der ki: “Mürüvvetsiz fütüvvet ve fütüvvetsiz velayet olmaz.” [175] Kâşânî, fütüvvetin sonunun velayetin başlangıcı olduğunu söyler ve ekler: “Fütüvvet nasıl tasavvufun cüzüyse, velayet de nübüvvetin cüzüdür.” [176]
Sûfîlere göre fütüvvet (güzel ahlâk ve cömertlik) peygamberlerin ahlâkıdır. Fütüvvet konusunda ilk eseri yazan Sülemi’ye göre Hz. Adem’den, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v) kadar tüm peygamberler, fütüvvet ahlâkının temsilcileridir[177]. Gölpınarlı’nın tespitine göre[178] bu görüş, bütün fütüvvetnâmelerin ortak kanaatidir.
Kuşeyrî, “Fütüvvetin aslı, kulun sürekli (Allah için) başkasının işinde koşmasıdır” der vebunu yapanlara, “Bir kul müslüman kardeşinin ihtiyacını görmeye devam ettiği sürece, Allah Teâlâ da onun ihtiyaçlarını görmeye devam eder”[179] hadisindeki müjdeyi hatırlatır. Kuşeyrî, üstadı Ebu Ali Dekkak’tan naklen, fütüvvet ahlâkının en mükemmel hâliyle Resûlullah’ta (s.a.v) bulunduğunu söyler. Çünkü kıyamet günü herkes “nefsim nefsim” diyerek nefsini kurtarma derdine düşerken, o (s.a.v), “Ümmetim ümmetim!” diye ümmetinin derdine düşer[180].
Evet, Resûlullah (s.a.v) âlemlere rahmet vasfıyla (Enbiya 21/107)ve en yüce ahlâka sahip olmasıyla (Kalem 69/4) fütüvvette imamdır; bu ahlâkta onu Sahabe-i Kiram takip etmektedir. Özellikle Muhacir ve Ensar arasındaki kardeşlik muazzam bir fütüvvet örneğidir. Bunun için Ebü’l-Hasen el-Bûşencî’ye, “Fütüvvet nedir?” diye sorulunca, “Kendileriihtiyaçiçinde olsalar bile, onları (muhacirleri) nefislerine tercih ederler” (Haşr 59/99) ayetini okuyarak, “İşte fütüvvet, Ensar’ın bu ayette 181 anlatılan halidir” demiştir. [181]
Sahabe içinde Hz. Ali (r.a) fütüvvet ehlinin kutbu kabul edilmiştir[182]. Fütüvvet ehlinin silsilesi bir ahiden diğerine intikalle Hz. Ali’ye ve ondan Resûlullah’a (s.a.v) ulaşır. [183]
Fütüvvetin, hak adamı olmak, adaleti korumak, cömertlik, güzel ahlâk ve halka hizmet şeklindeki tariflerine bakarak şunu diyebiliriz: İslam’dan önce de bunları yapan herkes fütüvvet ehlidir. Yani fütüvveti, Abbasiler döneminde şekillenen teşkilat olarak değil, faziletli ahlâk olarak insanlık tarihiyle başlatabiliriz. Nitekim Kur’an’da zalime karşı duran, hakkı savunan ve putları kıran Hz. İbrahim’den feta/genç olarak bahsedilmiş (Enbiya 21/58-60) [184], aynı şekilde tevhid davası için ayaklanıp zalimlerden ayrılan, iman mücadelesinde bütün insanlığa örnek olan Ashab-ı Kehf de bir grup feta (yiğit genç) olarak tanıtılmıştır. (Kehf 18/13).
Cahit Baltacı, İslam Medeniyeti Tarihi adlı eserinde fütüvveti tarihçesi itibariyle beş merhaleye ayırır ve 1. Merhalede onun İslam öncesine uzandığını, Tay Kabilesinden Hatem-i Tâî’nin cömertlik ve iyilikte o dönemin örnek şahsiyeti olduğunu, Hz. Peygamber’in (s.a.v) gençliğinde mevcut olan Hılfü’l-Fudûl cemiyetinin de benzer bir işlev gördüğünü ve Efendimiz’in ona üye olduğunu, hatta İslam’dan sonra, bir soru üzerine, “Evet, bu gün de böyle bir cemiyete davet edilsem ona üye olurum”[185] buyurduğunu, bu cemiyetin İslam’dan sonra da dinî değerlerle birleşerek devam ettiğini kaydeder. Baltacı, Fütüvvetin 2. Merhalesinde sufilikle yeni bir çehre kazandığını, Hasan-ı Basrî, Ebu Abdurrahman Sülemî ve talebesi Abdülkerim Kuşeyrî’nin fikir ve eserleriyle bu dönemde fütüvvetin temsilcileri olduğunu belirtir ve sonra diğer üç merhalenin seyrini özetler.[186] 3. Marhale, fütüvvet teşkilatının Abbasiler eliyle yeniden düzenlenmesidir. 4. Merhale, Anadoluda yeni şekil alan Ahîlik teşkilatıdır. 5. Merhale, loncalardır. Bu kelime Türkçe’de “loca”[187] olarak da kullanılır. Lonca, M. Ö. 3. Asırdan beri Akdeniz medeniyetlerinde görülen meslekî bir teşkilattır. Osmanlıda loncalarla ilgili en eski kaynaklara 15. Asırda rastlanmaktadır[188]. Ahiliğin esnaf locaları haline dönüşmesi 1450’lerden sonradır. 13. asrın ikinci yarısından 14. asra kadar Anadolu’da bir takım büyük devlet ricali, kadılar, müderrisler, muhtelif tarikatlara bağlı şeyhler ve büyük tacirler Ahi teşkilatına girmişlerdir[189].
Kavlî, seyfî ve şürbî (şerbet içenler) veya sened ve zaruret sahibi, itikat ve muhabbet sahibi, ikbal ve himaye sahibi şeklinde derecelendirilen Fütüvvet, bilahare bütün meslekleri ihtiva eden tek bir teşkilat olmuştur. Seyfi fütüvvet, alpler ve alperenler tarafından temsil edilmiş, şürbî ve kavli fütüvvet ise sanat ehlinden fütüvvet erbabı olanları temsil etmiştir. Hemen her sanatın bir peygamber ya da manevî bir pir’in otoritesine tevdi edildiği Fütüvvet’in Hz. Peygamber’e ulaşan bir silsileye sahip oluşu, adab ve erkânı onun tasavvufi tarikatlardaki müşterek tarafını teşkil eder. Ancak aradaki en önemli fark, Fütüvvet ehlinin dünyaya verdiği değerdir. Helalinden kazanmak ve mutlaka bir sanat ehli olmak ve kimseye el açmamak, “Yar olup har olmamak” gibi prensipleri, kisve olarak tarikatlar “hırka”yı tercih ettiği halde Fütüvvet’in “şalvar”ı ve “Şedd kuşanmayı” benimsemesi aradaki farkı net olarak gösteren ana çizgilerdir. Çevresinde hem sanatı hem de manevi kişiliğiyle temayüz etmiş Şeyh veya Şeyhü’ş-şüyuh tarafından, usta durumuna gelmiş ve dükkân açabilecek bir beceri ve ehliyete yükselmiş kimselere, sanatına göre uygun bir hediye verilmesi[190], fütüvvete ait özel bir uygulamadır. Bütün bunlarla dünyevi işler birer ibadete çevrilmiş, “dağ başında evliya yerine çarşı içinde evliya” anlayışı tercih edilmiştir. Fütüvvet ehli nezdinde; şalvar giydirme ve şedd kuşanmaya “tekmil”; amele, “kadem”; ve ilme “nazar” adı verilmiş, kadem sahibi nazar sahibinden üstün tutularak[191] bilinenin ve öğrenilenin pratiğe aktarılması istenmiştir.[192]
Fütüvvetten Ahiliğe Geçiş
Fütüvvet anlayışı miladi 8.yy’dan itibaren Horasan, İran, Irak ve Şam gibi bölgelerde temerküz etmiş, 12. yy’ın ikinci yarısında da “Ahi”lik adı altında Anadolu, Suriye ve Mısır’da yayılmıştır. Anadolu Selçuklu Hükümdarı I. İzzeddin Keykavus’un (1210-1219) fütüvvet elbisesini giymesi ve bunu devlet eliyle yaygınlaştırması ile “Ahi”liğe dönüşen Fütüvvet, Gedik (lonca) haline geldiği 1727 yılına kadar sanat, ekonomi ve sosyal yönüyle 500 yıl Anadolu toplum hayatına şekil vermiştir[193].
Abbasi halifesi Nasır Lidinillah’m(n80-1225) Bağdat çevresinde fütüvvetin piri olarak şöhret bulmuş olan Abdülcebbar b. Salih adındaki bir şeyhden 1182 veya 1183’de şalvar giymesi bu kuruma kendi hedeflerine uygunbir düzen verip gençleri fütüvvet usulüne göre teşkilatlandırması bununla da yetinmeyip bazı komşu devletlerin sultanlarına, bu arada Anadolu Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus’a (1210-1230) ŞihabüddinSühreverdî vasıtasıyla fütüvvet şalvarı giydirilmesiyle [194] bu kurum kılık değiştirerek ve kendine has bazı özelliklerle donatılarak ahiliğe dönüşmüştür.[195]
Hemen pek çok adabı Fütüvvet geleneğinin bir devamı niteliğindeki Ahi’lik, kurucusu Ahi Evran Şeyh NasırüddinMahmud b. Ahmed el-Hoyi’ye (567-660/1175- 1262) nispet edilerek bu adla meşhur olmuştur.[196]
Ahi Evran, bu günkü manada esnaf teşkilatı diyebileceğimiz Ahîlik (kardeşlik) müessesesini kurarak birçok şehir ve kasabalarda teşkilatlanmasını sağlamıştır. Ayrıca Ahîlik mensuplarının toplanıp sohbet edebilecekleri, birbirlerinin ilimlerinden faydalanacakları ve gelen misafirleri ağırlayacakları dergâhlar/zaviyeler kurulmuştur. Ahi teşkilatı aynı zamanda bir eğitim ve öğretim ocağıdır. Bu ocakta sadece sanatkâr yetiştirmek amacıyla eğitim ve öğretim sürdürülmez, aynı zamanda mal üretmek ve topluma hizmet sunmanın usul ve erkânı da öğretilirdi. [197]
Bütün prensiplerini dinin asıl kaynağından (Kur’an ve sünnetten) alan ahiliğin nizamnâmelerine Fütüvvetnâme adı verilirdi. Ahiliğin esasları, ahlâkî ve ticâri kaideleri bu kitaplarda yazılı idi. Teşkilata girecek kimse önce bu kitaplarda 198 belirtilen dini ve ahlâkî emirlere uymak zorunda idi[198]. Fütüvvetnâmeler, ahiliğin ilm-i hali sayılacak niteliktedir. Ahîlik, tasavvuf ve tarikatlarla içli dışlı olmuştur fakat o, klasik manada bir tarikat değildir.[199]
Ahîliğin ahlâk ve terbiyeyle ilgili ilkelerini daha önce tasavvuf ehlinin geliştirip formülleştirdiği Fütüvvetnâmelerden aldığı şüphesizdir.[200] Harputî’nin belirttiği gibi, fütüvvet hükümleri şeriattan seçilmiştir; yolu da hakikate dahildir[201].
Bu usul ve prensiplerle iş hayatı ibadet vecdi içinde ifa edilmeye çalışılmış, müşrik ve kâfirler, remil ve yıldız bilgisiyle uğraşanlar, içki içenler, halkın ayıbını gören hamam tellakları, yalan söyleyen ve sözünde durmayanlar, hırsızlar, zalimler, halkın zararına çalışan karaborsacılar ve madrabazlar gibi o günün şartlarında küçük görülen işler ya da mahlûkata eza verdiği düşünülenler dışında sanat dallarından her biri ya bir Peygamber’in ya da velinin manevi otoritesine tevdi edilerek işlerin bir “ihsan” atmosferinde icrasına özen gösterilmiştir. Ahi zaviyesine mesleki eğitim niyetiyle gelen gençlere bir peygamberin ya de bir velinin örnek olarak gösterilmesi onların yetişmeleri sırasında kimleri model olarak idealize etmeleri gerektiği konusunda yeterli bir fikir verebilir[202].
Konuyla ilgili çalışmalardan hareketle ahîyi şöyle tarif edebiliriz: “Ahi, her işinde Allah korkusuyla hareket eden, helâlinden kazanan, yerinde ve yeterince harcayan, ölçü tartı ehli olan, yararlı şeyler üreten ve yardım edendir. Kalbi Allah’a, kapısı 72 millete açık olan; mürüvvet ve merhamet üzere olup cömertliği esas alan, ahlâkı ana sermaye edinip, akıl yolundan yürüyen, ilim isteyen ve ilmiyle amel edip yararlı çalışmayı elden bırakmayan kişiler Ahîlerdendir. Fütüvvet erkânınca yiğitlik niteliklerine ulaşmış, ayrıca bir sanat öğrenmiş, Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed’in (s.a.v) son peygamberliğine inanmış, onun sünnetlerine uymuş, salihlerle sohbet ve muhabbete yönelmiş kişiler Ahîlikte ilerlemiş olanlardır. Fütüvvetnâmelerin hedef kitlesi toplum içinde yaşayan insandır. Sadece fütüvvet ehlini, Ahîleri terbiye etmez, aynı zamanda toplum içindeki bütün yaşayanları içine alan ahlâkî ilkeleri Ahîlerin gözüyle ve Ahîlerin örnekliği ile anlatır[203].
Ahî Ahlâkının Ticari Hayata Yansıması
Sancaklı’nın belirttiği gibi, günümüz dünyası veya insanının bugün en çok ihtiyaç duyduğu değerlerin başında ahlâkî değerler gelmektedir. Ahlâkî yozlaşma veya çöküntü toplumların ticarî, iktisadî ve sosyal hayatta gitgide çürümelerini hızlandırmaktadır. Dolayısıyla ahlâkî değerler, toplumları süflî hayattan kurtarıp saygın bir yere çıkaran çok önemli unsurlardır. Ahlâk olmadan toplumların sosyal hayatta erdemli olmaları da mümkün değildir. Ahlâka dayanmayan iktisadî ve ticarî bir hayatın sağlıklı bir şekilde yürümesi ve ayakta kalması da mümkün değildir. Yalan, aldatmak, rüşvet, yalan yere yemin, haram kazanç, kalitesiz/defolu mal üretmek, başkasının malına/mülküne göz dikmek, kıskanmak, hile yapmak, karaborsacılık, tembellik, fahiş fiyatla mal satmak, cimrilik gibi ticarî hayatta kişileri olumsuz yönde etkileyen hususlar hep ahlâkî erdemlilikle aşılacak ve bu yolla bertaraf edilecek şeylerdir.[204]
Bugün uygar dünya ülkeleri, ticarî ve sosyal yaşamda bu değerleri oluşturmaya ve hâkim kılmaya çalışmakta, ancak istenilen olumlu gelişmeler yeterince sağlanamamaktadır. İşte bu yönüyle Ahîlik kültürü ve felsefesi; asırlardır esnaf, tüccar, sanatkâr ve çok çeşitli ticarî işletmecilik yapan insanlara daima ilham kaynağı olmuştur.[205]
Ahîlik Ahlâkı
Ahîliğin ahlâka verdiği önem, ahlâkın her zaman, her yerde ve her işte başta gelmesindendir. Ana sermayesi ahlâk olmayan hiçbir işte başarı uzun süreli değildir. Ahlâkın olduğu yerde kardeşlik, eşitlik, özgürlük, bağımsızlık, sevgi, adalet, dirlik, düzenlik, güzellik, yararlılık gibi yüce vasıflar vardır. Ahîlik; iş birliği içinde, mutlu iş ve yaşam anlayışı; daha dürüst, daha sade, daha sakin, daha özgün tempoyla evrensel etik ilkelere sabırlı bir yaklaşımdır. Sağlıklı aile, komşuluk ilişkileri, içten dostluklar, sosyal iletişim, dayanışma, güçlü güven duyguları ve toplumsal bağlar bütünlüğüdür. Kaliteli bir yaşam ve iş için evrensel etik ilkeler öncülüğünde kalkınma ve gelişme için yeni bir uygarlığa önderlik etmektir.
Ahî yönetmeliği konumunda olan Fütüvvetnâmelere göre; Ahî, helâlinden kazanmalıdır. Hepsinin bir sanatı olmalıdır. Yoksul ve düşkünlere yardım etmeli, cömert olmalıdır. Âlimleri sevmeli, hoş tutmalıdır. Fakirleri sevmeli alçak gönüllü olmalıdır. İyi kimselerle sohbet etmeli, namazını kazaya bırakmamalı, hayâ sahibi olup, nefsine hâkim olmalı, dünyaya düşkün olanlarla beraber düşüp kalkmamalıdır. Bunlar, asırlarca Osmanlı insanının ahlâkının temel taşı olan hasletler haline gelmiştir. Ticaret ahlâkında yasaklanan hususlarda şunlardır:
- Hileli ve çürük mal satmayacaksın.
- Müşteriden fazla para almayacaksın.
- Bir başkasının malını taklit etmeyeceksin.
- Noksan tartmayacaksın ve bozuk terazi kullanmayacaksın.
- Sahte ve kalitesiz mal üretmeyeceksin [206].
Ahîlik Ahlâkmın Dini Referanslarından Hadisler
Ahîlik ahlâkının oluşumunda hadislerin etkisini işleyen Saffet Sancaklı der ki:
“Ahîlerin ticarî ve iktisadî hayatla ilgili getirmiş olduğu prensiplerin hadislerden alındığını bilmekteyiz. Çünkü onların, bu ilkeleri belirlerken hadisleri göz ardı etmediklerini düşünmekteyiz. Konuyla ilgili hadislerden bir kaçını paylaşalım:
“Doğru sözlü ve kendine güvenilir tacir (ahirette) peygamberler, sıddîkler ve şehidlerle beraber olacaktır.” [207]
“Aldatan benden/bizden değildir.” [208]
“Üç sınıf insan vardır ki, kıyamet gününde Allah onlara bakmayacaktır.
Bunlardan birisi, ticaret malını yalan yeminle satıp tüketendir.” [209]
“Karaborsacılık yapan kimse, hatadadır (günahkârdır).” [210]
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Bir Müslümanın, kardeşine ayıbını açıklamadıkça ayıplı bir malı satması helâl olmaz.” [211]
“Biriniz kardeşinizin (başkasıyla yaptığı) alışverişine fiyatı yükseltmek için müdahale etmesin.” [212]
“Kişi, kardeşinin satışına kendininkini satmak için müdahale etmesin.” [213]
“(Namuslu, dürüst) tüccar kazançlı, karaborsacı ise mel’ûndur.” [214]
“Alıcı ve satıcı doğru söyler, her şeyi açıkça ortaya koyarlarsa, alış-verişleri hayırlı ve mübarek olur. Gerçeği gizleyip yalan söyleyerek yapılan alış-verişin bereketini Allah yok eder.” [215]
Ahiliğin Sosyal ve Dini Hayattaki Hizmetleri
Ahliğin Osmanlı toplumunun dini ve sosyal yapısında ciddi etkileri ve hizmetleri olmuştur. Konuyla ilgili çalışmasında Saffet Sarıkaya, bu durumu şöyle özetler:
“Daha ilk kurucularından başlayarak Ahiler, bütün güçlerini ve çabalarını, başta gençler olmak üzere, özellikle san’at erbabını bir teşkilat etrafında toplayıp zaviyelere bağlayarak onları manevî ve ahlâkî yönden eğitmeye ve yükseltmeye yöneldiler. Böylece gençler işsiz-güçsüz, eğitimsiz kalmak ve kötü akımların tesirine kapılmak tehlikesinden kurtuldular. Bu bakımdan Ahiliğin, Anadolu Türklerinin dini-sosyal ve kültürel tarihi içerisinde önemli ahlâkî, askerî, sportif ve kültürel eğitim fonksiyonlarını ifa ettiğini ısrarla belirtmeliyiz. Bu bakımdan Ahîlik, karşımıza aynı zamanda toplumumuzun tarih içerisindeki önemli bir eğitim kurumu olarak da çıkmaktadır. Bu eğitimin, müslüman Türk gençlerine, mesleki eğitimin yanı sıra İslamiyetin ve müslüman Türk kültürünün temel norm ve değerlerini ve bu arada kardeşlik, misafirperverlik, yardımseverlik, cömertlik, çalışkanlık, alın teri, elemeği, helal lokma ve hoşgörü gibi maddî-manevî hasletleri ve idealleri büyük bir başarı ile kazandırdığına işaret etmeliyiz. Nihayet Ahiliğin, Anadolu’ya göçen ve bu arada İran-Arap-Bizans etkileri karşısında eriyip gitme tehlikesi ile karşı karşıya bulunan Müslüman Türklerin, kendi şartları içerisinde, İslam’ın temel değerlerini milli kültür hasletleriyle mezcetmek suretiyle Milli Kültür Kimliğinin oluşturulması ve korunmasında en önemli fonksiyonlardan birini görmüş bulunan temel müesseselerden birisi olduğunu önemle ve ısrarla belirtmeliyiz.” [216]
Ahinin gayesi ve temel ilkesi
Sancaklı’nın tespitleriyle, ahî olan kişinin gayesi; Allah’ın kendisine ihsan buyurduğu yüce insanlık niteliklerinden ve İslâm dininin yüce ilkelerinden yararlanarak ruhen ve bedenen yararlı şekilde çalışarak dünyada insanca yaşamak ve çevresindekileri de yaşatmaktır. Bu amaçAhîliği (yaşa-yaşat) felsefesine götürmüştür. Böylece “Henüz dünyada iken ahiretini kazanmak” amacındadır. Ahî olan kişi; fütüvvet erkânınca ahlâka, akıllı olmaya, en geniş anlamı ile bilime ve yararlı çalışmaya büyük değer veren kişidir. Ahî kişi aşırılıklara iltifat etmez, yüklenemeyeceği kadar büyük işlerin altına girmez. Ahî kişiler, toplumdaki yerini bulan ve haddini bilen kişilerdir. Ahîliğin gayesi; zenginle fakir, üretici ile tüketici, emek ile sermaye, halk ile devlet arasında iyi ilişkiler kurarak sosyal adaleti gerçekleştirmek ve ahlâkî bir toplum düzeni meydana getirmektir. [217]
Ahilik Ruhu
Ahîlik ruhu, tembelliği ve hazır yiyiciliği hoş görmez. O, çalışmayı, üretmeyi, atılımcı olmayı öngörür. Ama en önemlisi o, sadece amel ve işin adamı değil, Kur’ân’ın ısrarla üzerinde durduğu “salihamel”in adamı olmayı ister ve bunun için ilkelerini belirler. Ahîlik, “imanın ilimle beslenmesi ve çalışma ile şekillenmesidir.
Çalışmak ve üretmek, alın teri ile kazanmak Ahîlikte bir ahlâk kuralıdır. Bunun için herkesin mutlaka bir mesleği ve işi olmalıdır.
Ahîlikte cömertlik, fakirlere yardım esastır. Bundan dolayı Ahînin hem kendi geçimini temin edecek, hem de başkalarına yardım sağlayacak bir işe, bir zanaata sahip olması şarttır. Meslek sahibi olmayan bir Ahî düşünülemez. Her Ahî, kabiliyetlerine göre bir mesleğin maharet ve hünerlerini kazanır, iş sahibi olur ve sosyal hayata katkısı söz konusu olur. Çünkü mesleği olmayanın ne kendisine ne de başkalarına faydası olur. Bilakis zararı dokunur. Toplumun mutluluğu ve güçlülüğü ancak her ferdin bir meslek sahibi olarak toplumsal hayata katkı sağlamasıyla mümkündür.
Ahî, gerçek bir müslümanda bulunması gereken bütün vasıflara haiz olacak, dinin bütün icaplarını yerine getirecektir. O çalışan, kazanan ve fakirlere yardım eden iman sahibi bir insandır.
Ahîlere göre, dinî olan görevlerden başka, kişilerin Allah’ı hoşnut etmek için yaptığı her fiil de bir ibadettir. Bu amaçla fert ve toplum yararına gerçekleştirilen her olumlu davranış dinî ve manevî bir anlam kazanır. Bu anlayış sebebiyle iş yerleri, onların ibadet yerleri olarak bilinir. Ahînin iş yeri Hak kapısıdır. Bu kapıdan hürmetle girilir, saygı ve samimiyetle çalışılır, helâlinden kazanılır ve helâl yerlere harcanır. Teşkilat mensupları dünyada yaşamak için bilgi, ahlâk, sanat, karşılıklı yardım ve sosyal dayanışmanın, ahiret için de takva ve iman esaslarına sımsıkı 218 sarılmanın gerekli olduğunun bilinci içindedir[218].
Mustafa Kara, ahî olmak için gereken yedi şartı ve açıklamasını Burgazi Fütüvvetnâmesi’n den orijinal diliyle nakleder. Bu yedi şart başlıklar halinde şunlardır:
1. İki cihanda cömert olmak,
2. Namazını asla kazaya bırakmamak,
3. Haya ve edep sahibi olmak,
4. Dünyayı ve hevayı terk etmek,
5. Helal kazanç,
6. İlim ve kesb sahibi olmak,
7. Beylerin (sultan, idareci ve zenginlerin) kapısına gitmemek[219].
Mükemmel İş
Ahîlik teşkilatının vazgeçilmez temel değerlerinden biri olan “hizmette mükemmellik” ilkesi asırlarca bütün hizmet çeşitlerinde kullanılmış, bilhassa üretimde kalitesizliğe müsamaha edilmemiş ve kalitesiz mal üretenin meslekten ihraç edilmesine yol açmıştır. “Müşteri veli nimetimdir” ilkesini esas kabul eden Ahîler kalitesiz mal üretenin pabucunu dama atarlardı. “Pabucun dama atılması” kalitesiz hizmet üretimi için verilen cezayı ifade eder[220].
Ahîlik teşkilatının en önemli ilkelerinden bir tanesi de üretilen ürünlerin kusursuz ve tam olarak üretilmesidir. Ahîlik sisteminde bir malın üretiminden tüketicinin eline geçene kadar üretimin her safhası bütün çalışanların sorumluluğu altındadır. Ayrıca oto kontrol sistemiyle malın kalitesi sürekli denetlenir. Mal 221 üretiminde dürüstlük temel prensiptir[221].
Kaliteli insan ürettiği şeyleri de sağlam ve kaliteli bir şekilde üreten insandır. Bu konuda Hz. Peygamber’in (s.a.v) şu hadisleri çok önemli;
“Sizden biriniz bir iş yaptığı zaman, onu mükemmel bir şekilde yapsın.” [222]
“Allah, yaptığı işi güzel yapanı sever.” [223]
“işler, ehliyetsiz kimselerin eline verildiği zaman kıyameti bekle.” [224]
Bütün bu açıklamalardan sonra Ahi’liği bütün çalışan ve üretenlerin modeli olarak anlamak ve anlatmak, ülkemizde mesleki ‘teknik eğitim veren kurumların müfredat proğramlarının ve yetiştirmek istediği elaman prototipinin tespitinde prensiplerinde yararlanılması gerekli bir kuruluş olarak değerlendirmek yerinde olur. Mezkûr âdâb ve erkânıyla ahiliği “ülke kaynaklarını en rasyonel ve insancıl bir biçimde harekete geçiren, adil ve hak üzere bir gelir dağılımını sağlayan, sosyal bir yardımlaşma, barış ve kardeşlik meydana getiren, milli bütünlüğün, birlik ve beraberliğin temellerini kuran, dengeli, verimli bir iktisadî, sosyal ve siyasal bir model” olarak görebiliriz. Kendinden önce başkalarını düşünen, çevresindekileri kollayan bir anlayış, kardeşlik, cömertlik gibi esasları, haramdan ve hak edilmemiş kazançtan kaçınma gibi davranışları yansıtan bu tür bir organizasyon, ahlâkî ve içtimaî dayanışmayı taze bir heyecan ve adeta yeni bir sermayeye dönüştürecektir. Üretimi ve verimi yalnızca rekabette aramak yerine Ahi’likte olduğu gibi “Allah’ın kendisini çalışırken de gördüğü”, “Yaptığı işi güzel ve sağlam yapanı Allah’ın sevdiği” inancıyla hareket eden, bu tür moral değerlerle takviye edilen bir zihniyetle insanları daha kaliteli bir üretime ve daha yüksek bir verime yöneltmek mümkündür[225].
Son olarak Ömer Lütfi Berkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” adlı makalesindeki şu tespitlerini paylaşalım: “Ahî teşkilatının Anadolu’daki faaliyetlerinin Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasında büyük rol oynamış olduğunu kaydetmek icap eder. Prof. Fuad Köprülü’ye göre; Gazi Osman’ın kayın pederi şeyh Edebâli ile silah arkadaşlarından birçoğunun hatta Orhan’ın kardeşi Alaeddin’in bu tarikata mensup bulunuşu, ilk piyade askeri üniformasının Ahî üniforması oluşu ve Yeniçeriler için Ahî başlığının kabul edilmiş olması, bu bakımdan son derece manidardır. Bu mistik tarikat ve teşkilatın fütuhatı başarmak için Osmanlı ordularına yalnız teşkilatlı ve imanlı muharip temin etmekle kalmayıp, bu misyoner dervişlerin dinî ve sosyal propagandası ile de halk kütleleri arasında çok faal bir maya gibi faaliyete geçerek, o memleketin sosyal bünyesinde, siyasî kuruluşunda büyük yenilikler yapmak için müsait kaynaşmayı yaratmakta, temsil ve fütuhat işlerini kolaylaştırmakta âmil oldukları da muhakkaktır. Rum ilinin İslamlaşmasında bu misyoner derviş gruplarının oynadığı rol, herhalde büyüktür.”[226]
Görüldüğü gibi, tasavvuf! ahlâk büyük ölçüde fütüvvet ehlinde ve Ahide mevcuttur. Sûfi, fazilet vekemâlatta zirvede olup ideal insandır; ahi ise cömertlik, mertlik, ihsan ve hizmet ahlâkında sufiyi örnek almış salih kimsedir. Her sûfi fütüvvet ehlidir; fakat her fütüvvet ehli sufi değildir. Fütüvvet, sûfiliğin bir parçasıdır.
Sonuç
İslam tarihindeki Fütüvvet ve Ahîlik, güzel sanatkâr, esnaf, tüccar ve hizmet insanı yetiştirmek için kurulmuş birer teşkilat olmakla birlikte, onların bir eğitim ve ahlâk okulu gibi faaliyet gösterdikleri de bilinmektedir. Onlara buahlâkî eğitimin temel ilkelerinin tespiti ve tatbikinde tasavvufun öncülük ettiğini görüyoruz. Fütüvvet anlayışı ilk dönemden itibaren tasavvuf literatürüne girmiş, tasavvufî bir terim olmuş ve sûfîler tarafından derin bir muhteva kazanmıştır. Makalemizde ortaya koymaya çalıştığımız gibi bu zengin muhteva ve tasavvufî ahlâk daha sonra Fütüvvet ve Ahîlik teşkilatları olarak İslam âleminde ortaya çıkan kuruluşların ahlâkî ilkelerinin tespitinde ve tatbikinde öncü ve örnek olmuştur.
Sûfîler, İslam’da öncülük yapan Sahabe-i Kiram’a imanda, ilimde, ibadette, güzel ahlâkta ve insanlara hizmette en güzel şekilde uyarak, her devirde insanlara örnek olmuşlardır. Onlar, dini sadece dille değil halle, konuşarak değil yaşayarak, zahirde ve batında mükemmel şekilde tatbik ve temsil ettiklerinden halk kitlelerini etkilemişlerdir. Sûfi müelliflerin fütüvvet ve güzel ahlâk konularındaki eserleri de her kesimin ve özellikle fütüvvet ahlâkını hedefe alan kuruluşların müracaat kaynağı olmuştur. Fütüvvetle ilgili ilk eseri Sülemîgibi bir sûfinin yazması ve devamının diğer sûfîler tarafından getirilmesi, Kûtü’l-Kulûb ve İhyâ gibi bir Müslümanın doğumundan ölümüne kadar günlük ilim, ibadet, zikir, fikir, edep ve muamelelerini işleyen ve kendilerinden sonraki her kesime kaynaklık eden eserlerin sûfîler tarafından kaleme alınması da, bu tezimizi desteklemektedir.
Ayrıca tasavvuf terbiyesi veren tarikatların ilim ve irfan hizmetleri yanında bilhassa insan eğitiminde ve gönüllü hizmet insanı yetiştirmede birer merkez olmaları, benzer hedefteki diğer kurum ve kuruluşların işini kolaylaştırmıştır.
Tasavvuf, hiçbir zaman hayatın dışında olamaz, olmamıştır. Çünkü onun konusu insan terbiyesidir ve hedefi kâmil insan yetiştirmektir. Kamil insan, herkesin değeri ve örneğidir. Kamil insan Cenab-ı Hakkın dostudur. İmam Sühreverdî’nin dediği gibi, bir kimse yüce Allah’a ne kadar yakın olursa, halka da o derece şefkatli, faydalı ve yakın olur; aynen Rahmet Peygamberi (s.a.v) gibi. Ona varis olan kâmil insan da, son nefesine kadar Hak için halkın içinde hizmetle meşgul olur. Bu muazzam hizmet manevî tezkiye, terbiye, ta’lim ve terakkidir. Bu terbiyenin maddî hayata bakan ve yansıyan yönü de vardır ona “güzel ahlâk” denir. Ondaki hedef sevgi medeniyetini kurmak ve selam insan olmaktır. Selam insan, herkese selamet olandır. Müminlerin temel vasfı budur. Kâinat bu insana muhtaçtır. Günümüz insanının buhranı sevginin kıblesini kaybedip hevasını put haline getirmesinden; ruhunu unutup sadece mide ve maddeye hizmet etmesindendir.
Tarihte tasavvufun öncülük ettiği ve diğer birimlerin desteklediği rahmet ve hizmet ahlâkı bir zamanlar bütün İslâm âleminde medeniyet olarak yaşanmıştır. Gönüllere yerleşen ilahî sevgi ve selâm, hayatı kuşatmış, her şeye sirayet etmiş, her yer âdeta Dârü’s-selâm olmuş, cemiyette selâma aykırı ne varsa ıslah edilmiş, bütün kötü işler gizlenmiş, kötülük edenler yalnız kalmış, müminlerle sulh halinde olan gayr-i Müslimler bile güven içinde yaşamış, hayvanlara varana kadar her canlı koruma altına alınmıştır. Sırf bunun için özel vakıflar kurulmuştur.
Günümüzde kaybolan bu değerlerin yeniden kazanılması bütün birimlerin seferberliği ile mümkündür. Bunun için ümera ve ulemanın işin başını çekmesi, gönül ehli salihlerin sevgi, hikmet ve şefkat diliyle gönüllere güzelliği nakşetmesi ve güzel ahlâkta öncülük etmesi, gönüllü kuruluşların Allah rızası için ele ele vermesi kaçınılmazdır. Bunun için devletin şefkatli kuvveti, Hak âşıklarının gönlünden yansıyan ilahî sevgi, ilmin dirayeti, bilimin desteği, tarihin tecrübesi ve en önemlisi ümmetin kalbi birleşerek Ahiliği yani İslam kardeşliğini tekrar tesis edebilir.
Dinimizde denge esastır. Din ve dünya işlerinin dengede olması istenir. İş ve ahlâk birbiriyle irtibatlı iki kavramdır. İş, kişinin aynasıdır. İnsanın akıl ve ahlâk seviyesi davranışları, halka karşı muamelesi ve alış veriş ahlâkıyla tanınıp ölçülür. Hz. Ömer’in (r.a), “Siz bir insanı namaz ve orucuna bakarak değerlendirmeyin; onun doğru sözlülüğüne, kendisine bir şey emanet edilince onu nasıl muhafaza ettiğine bir de eline dünyalık mal ve makam geçince nasıl davrandığına bakınız”[227] sözü, her devir için geçerlidir.
Kalbi ve edebi güzel olan kimsenin işlerinin de güzel olması beklenir. İnsanın içi bozulmadan işi bozulmaz. Bunun için, tasavvuf okullarında ve Ahîlik teşkilatlarında olduğu gibi insanı hedefe almalı, ona güzel sanatlagüzel sıfatıbirlikte kazandırmalıdır. İnsanın maddesi mamur edilip manası harap bırakılırsa, ortaya dengesiz bir nesil çıkar. Böyle bir nesil, selam medeniyetini kuramaz; cihat diyerek cinayetler işler; fitneyi fayda zanneder; kaş yapacağım derken gözü çıkarır, imar edeyim derken yıkar, ne yapsa şeytanı sevindirir.
Tasavvufta “iş” deyince “salih amel” ve “gönül alan hizmet” akla gelir. İşten maksat, nefsine ve nesline fayda üretmektir. Dinimizde sanat, sırf sanat için olmadığı gibi; ilim, bilim, fen, teknoloji, ticaret, maddî güç ve imkânlar da dünya ve heva için değildir. Kâinat insan için, insan ise Hak için yaratılmıştır. Hz. Mevlana’nın dediği gibi, dünya, insanı Cenab-ı Hak’tan alıkoyan her şeydir. Dünya malı Allah için alınır, Allah için verilir ve Allah için sevilirse denîlikten çıkar, Allah’ın razı olduğu sâlih amele ve ahiret sermayesine dönüşür; aksi durumda lanet ve afet sebebi olur. Unutulmasın: Biz dünyaya sahip olmaya değil, ondaki hakikatlere şahit olmaya geldik. Elimizdeki dünya mülkümüz değil, emanettir; az sonra alınır, ancak onun helalinin hesabı, haramının azabı vardır. Fütüvvet (yiğitlik), halk içinde Hak’tan kopmamak ve eli kârda gönlü Yâr’da olmaktır.
Kaynakça
Ahmed Sıddıkî, Şah-ı Nakşibend, Semerkand, 2001.
Âlûsî, Mahmud, Rûhu’l-Meânî fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azîm ve ’s-Sebu’l-Mesânî, (tahk. Seyyid İmran), c. 1-30, Kahire: Daru’l-Hadis, 2005.
Angelıka Hartmann, “NâsırLidinillah”, DİA, 32/400
Baklî, Ruzbehân, Arâisü’l-Beyan fi Hakâiki’l-Kur’an (tahk. Ahmed Ferid el-Mezîdî), c.1-3; Beyrut 2008, 1. Baskı.
Baltacı, Cahit, İslam Medeniyeti Tarihi, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2007, 2. Baskı.
Berkan, Ömer Lütfi, “İstila DevirlerininKolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi. Yıl: 1942; Sayı: 11, Ankara.
Can, Şefik, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, c.1-6; İstanbul: Ötüken Yayınları, 2014, 14. Basım.
Çelenligil, Mehmed Zühdü, Tehassür/Seyyid Ahmed Siyahi ve Oğlu Seyyid Ahmed Hicabî, (Haz. Muzaffer Ertaş-Kemal Topçu), Kastamonu 1996.
Ebû Nuaym, Ahmed İsfehânî, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakâtü’l-Asfiya(tahk. Mustafa Abdülkadir Ata), c. 1-12; Beyrut 2007, 3. Baskı.
Demirci, Mehmet, Tarihten Günümüze Tasavvuf Kültürü/Makaleler, İstanbul, 2009.
Eflakî, Ahmed, Ariflerin Menkıbeleri, (trc. Tahsin Yazıcı), İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2012.
Erken, Veysi, “Ahîlik Teşkilatının Vizyonu”, II. Uluslararası Ahîlik Kültürü Sempozyumu Bildirileri, KBY., Ank., 1999.
Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed, İhyâuUlûmi’d-Din (tahk. Heyet), c.1-5; Beyrut:Dâru Sâdır, 2004, 2. Baskı.
_________ , el-MunkızuMine’d-Dalâl, Beyrut 2004.
Gölpınarlı, Abdülbakî, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı, İstanbul Ticaret Odası yayınları, İstanbul 2011.
Günay, Ünver, “Dini Sosyal Bir Kurum Olarak Ahîlik”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri. Yıl:1998; Sayı: 10.
Gündüz, İrfan, “Fütüvvet, Melamet ve Ahîlik ya da Tasavvuf Düşüncede Dünya Anlayışı” Eğitim ve Verimlilik Sempozyum Tebliğleri, Sivas Kemaleddin İbn-i Hümam Vakfı Yayınları, 1994.
HakimTirmizî,Nevâdiru ’l-Usûl fi Marifeti Ehâdisi ’r-Resûl, (tahk. Mustafa
Abdülkadir Ata), c. 1-2; Beyrut 1992, 1. Baskı
Herevî, Abdullah Ensârî, KitabuMenazili ’s-Sâirîn, Beyrut 1988.
Hücvirî, Ali b. Osman, Keşfü’l-Mahcûb(tahk. İbrahim ed-DusûkîŞettâ), Kahire 1974.
İbn Acibe, Ahmed b. Muhammed, el-Bahrü’l-Medid fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Mecid/İbn Acibe Tefsiri (trc. Dilaver Selvi, c.1-11; İstanbul: Semerkand yayınları, 2013).
_________ ,el-Futühâtü’-İlahiyye fi Şerhi’l-Mebahisi’l-Asliyye/İlahî Fetihler, (trc.
Dilaver Selvi); İstanbul: Semerkand yayınları, 2014.
İbn Arabî, Muhyiddin, el-Fütuhâtü’l-Mekkiye (tahk. Ahmed Şemşuddin), c.1- 8+Fihrist, Beyrut 2006, 2. Baskı.
_________ , Tefsîrü’l-Kur’ani’l-Azîm, c.1-2; Beyrut 1981, 2. Baskı
İbn Kayyım, Muhammed b. Ebu Bekir, Medâricü’s-SâMkm, (tahk. Muhammed el- Mu’tesımbillah el-Bağdâdî), c.1-3; Beyrut 2001, 6. Baskı.
İbn Kesir, Ebü’l-Fida İsmail, es-Siretü’n-Nevebiyye, (Tahk. Mustafa Abdülvahid), c.1-4; Beyrut, 1964.
İbnü’n-Nahhas, Ebu Zekeriyya Ahmed, Meşâriu’l-Eşvak ilâ Mesâriü’l-Uşşâk/fi Fedâili’l-Cihâd, c.1-2; Beyrut 1990, 1. Baskı.
İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtü’l-Kübra(tahk. Abdülkadir Ata), c.1-8+Fihrist; Beyrut 1997, 2. Baskı.
Kâdî İyaz, eş-ŞifâbiTa’nfiHukuki’l-Mustafa(tahk. Hüseyin Abdülhamid Nîl), c.1-2; Beyrut 1995.
Kal’a, Ahmet, “Lonca”,DİA, 27/211-212.
Kandemir, Yaşar, “Müslüman Türklerde İş ve Ticaret Ahlâkı” Diyanet Dergisi, Eylül-Ekim sayısı, Cilt: 18, Sayı: 5, Yıl: 1979..
Kara, Mustafa, Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları-Tarikatlar/Tekkeler/Şeyhler, İstanbul: Dergah yayınları, 2010, 2. Baskı.
Kazıcı, Ziya “Ahîlik”,DİA, I, 540.
Kâşânî, Abdürrezzak, ŞerhuMenâzili’s-Sâirin(tahk. Muhsin Beydârfer), Kum, 1427 hicrî.
Kelâbâzî, Ebu Bekir Muhammed, et-Taarrufli Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf Beyrut 2001.
Kuşeyri, Abdülkerim, Kuşeyrî Risalesi(trc. Dilaver Selvi), İstanbul: Semerkand yayınları, 2007.
_________ , Letaifü’l-İşârât/Tefsirü’l-Kuşeyrî(tahk. Said Kuteyfe), c.1-6; Mısır 1999.
Mekkî, Ebu Talib, Kûtü’l-Kulûb/Kalplerin Azığı(trc. Dilaver Selvi-Ali Kaya), c.1-4; İstanbul: Semerkand yayınları, 2004
Muhâsibî, Hâris, er-RiâyeLihukûkiUah(tahk. Hayri Saîd), el-Mektebetü’t-Tevfikiyye, trs.
Münâvî, Abdürrauf, Feyzü’l-Kadir Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr(tahk. Hamdi ed-Dimurdâş Muhammed), c.1-13, Riyad 1998, 1. Baskı.
Nevevî, el-MinhâcŞerhu Sahihi Müslim, (tahk. Halil Me’munŞîha), c. 1-18+Fihrist, Beyrut 2006, 13. Baskı.
Ocak, Ahmet Yaşar, “Fütüvvetnâme”,DİA, 13/264.
Sâfi, Ali b. Hüseyin, Raşahât (Hayat Pınarından Can Damlaları), İstanbul: Semerkand yayınları, 2013.
Sancaklı Saffet, “Ahîlik Ahlâkının Oluşumunda Hadislerin Etkisi”, İ. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Bahar 2010, 1(1).
Sarıkaya, Saffet, Osmanlı Devletinin İlk Asırlarında Toplumun Dinî Yapısına Ahîlik Açısından Bir Bakış Denemesi, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 9; Sayı: 6.
Selvi Dilaver, Kur’an ve Tasavvuf, İstanbul: Hoşgörü yayınları, 2012.
_________ , Kaynaklarıyla Tasavvuf, İstanbul: Semerkand yayınları, 2013, 14. Baskı.
_________ , “Allah Yolunda Yardım ve Cömertlik’ İstanbul: Semerkand yayınları, 2006.
Serrâc,Ebû Nasr et-Tûsî, el-Lüma’ fi’t-Tasavvuf (tahk. Mustafa Kâmil Hindâvî), Beyrut 2007, 2. Baskı.
Şahin, İlhan, “AhiEvran”, DİA, 1/530
Sühreverdî, Ebu HafsŞihabüddin, Avârifü’l-Meârif/Gerçek Tasavvuf (trc. Dilaver Selvi), Semerkand yayınları, İstanbul 2011.
Sülemî, Ebû Abdurrahman, Kitabü’l-Fütüvve (tahk. Ahmed FeridMezîdî), Beyrut 2009, 1. Baskı.
_________ , Tabakâtü’s-Sufiyye(tahk. NuruddinŞeribe), Halep 1986, 2. Baskı.
_________ , Âdâbü’s-Sûfiyye, (Sülemî’nin Risaleleri içinde: Tahk. Süleyman Ateş), Ankara 1981.
_________ , Hakâikü’t-Tefsir(tahk. Seyyid İmran), c.1-2; Beyrut 2001, 1. Baskı);
Şaranî, Abdülvehhab, Tenbihü’l-Muğterrm(tahk. Abdülkerim Ata), Dımeşk 2001.
_________ , el-Yevâkıtve ’l-Cevâhirfi BeyâniAkaidi ’l-Ekabir, 2/92, 99 (Darü’l-Fikr, trs).
Turan, Namık Sinan, “Selçuklu ve Osmanlı Anadolu’sunda Ahiliğin Sosyo-Ekonomik Gelişim Süreci”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, cilt:52/2, 2006,
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet yayınları, 1991.
_________ , Dört Kapı Kırk Eşik, İstanbul: Dergah Yayınları, 2010, 2. Baskı.
_________ , “Fütüvvet”, DİA, İst., 1996, 13/259-260.
Dipnotlar
[1]Allah Teâlâ, son peygamberi Hz. Muhammed’i (s.a.v) bütün insanlığa gönderdiğini (A’raf 7/158) onun Hatemü’n-Nebiyyin (Peygamberlerin sonuncusu, tamamlayıcısı ve mührü) olduğunu (Ahzab 33/49) bildirmiş ve katında tek geçerli din olarak İslam’ı kabul etmiştir (Âl-i İmran 3/19).
[2]Buhâri, el-Edebü’l-Müfred, nr. 273; Hâkim, Müstedrek, 2/613; Ahmed, Müsned, 2/381; Heysemî, ez-Zevâid, 8/188.
[3]Buhârî, İ’tisâm, 10, Tevhid, 29; İbn Hacer, Fethü’l-Bâri, 15/227-8; Müslim, İmâret, 53; Nevevî Şerhi, 2/193, 13/66-67; Tirmizî, Fiten, 27 (nr. 2192); İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed, Müsned, 5/34, 269, 278, 279; Hâkim, Müstedrek, 4/449-450; Elbânî, Sahîha, 4/597 (nr. 1955-62).
[4]Ebû Dâvûd, Melâhim, 1 (nr. 4291); Azimâbâdî, Avnü’l-Ma’bûd, 11/385; Hâkim, Müstedrek, 4/523; Süyûtî, el- Câmiü ’s-Sağîr, nr. 1845.
[5]Ebû Nuaym, Ahmed İsfehânî, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakâtü’l-Asfiya(tahk. Mustafa Abdülkadir Ata), 1/39 (Beyrut 2007, 3. Baskı); Süyûtî, el-Câmiü ’s-Sağîr, nr. 7327; Elbânî, Sahiha, nr. 2001.
[6]Serrâc,Ebû Nasr et-Tûsî, el-Lüma’fi’t-Tasavvuf (tahk. Mustafa Kâmil Hindâvî), s. 12, 16-22 (Beyrut 2007, 2. Baskı); Mekkî, Ebû Talib, Kûtu ’l-Kulûb, 1/157, 159; Gazâlî, Ebû Hamid Muhammed, el-MunkızuMine’d-Dalâl, s. 70-71 (Beyrut 2004); Sühreverdî, Ebu HafsŞihabüddin, Avârifü ’l-Meârif/Gerçek Tasavvuf (trc. Dilaver Selvi), s. 58-59 (Semerkand yayınları, İstanbul 2011).Şa’rânî, Abdülvehhab, el-Yevâkıtve’l-Cevâhirfi BeyâniAkaidi’l- Ekabir, 2/92, 99 (Darü’l-Fikr, trs).
[7]Nevevî, el-MinhâcŞerhu Sahihi Müslim, (tahk. Halil MemunŞîha), 13/67 (Beyrut 2006, 13. Baskı) İbn Hacer, Fethü’l-Bâri, 15/227.
[8]Nevevî, a.g.e., 13/68. Ayrıca bk. Muhammed Habîbullah, Zâdü’l-Müslim, 5/192.
[9]bk. Selvi Dilaver, Kur ’an ve Tasavvuf, s. 135-136; 167-168 (İstanbul: Hoşgörü yayınları, 2012).
[10]Nevevî, a.g.e, 13/69, İbn Hacer, a.g.e., 15/229.
[11]Ebû Nuaym, a.g.e, 1/39; Münâvî, Abdürrauf, Feyzü’l-Kadir Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr(tahk. Hamdi ed-Dimurdâş Muhammed), 10/5030 (Riyad 1998, 1. Baskı).
[12] İbn Acibe, Ahmed b. Muhammed, el-Futühâtü’-İlahiyye fi Şerhi’l-Mebahisi’l-Asliyye/İlahî Fetihler(trc. Dilaver Selvi), s. 118 (Semerkand yayınları, İstanbul 2014).
[13] İbn Acibe, a.g.e, s. 127. Burada, Şeyh Ahmed Zerruk’un şu açıklamasını paylaşalım:
“Her kim, Suffe ashabının vasıflarına sahip olursa, onlara nispet edilir (onlardan sayılır). Bu kimselerin zengin ve fakir olması durumu değiştirmez. Çünkü Allah Teâlâ, Suffe ehlini hiçbir dünya malına sahip olmadıkları için övmedi; onları, rızasını dileyerek sabah akşam yüce Zâtına dua ettikleri için övdü. Kim bu vasfa sahipse, zengin olsun fakir olsun, Suffe ashabının yolundadır. Bunun delili şudur: Bu övgüden sonra, onların bazısı idareci oldu, bazısı fakir halde kaldı, bazısı çalışıp kazanma ile meşgul oldu, bazısı dünyadan el etek çekti. Bütün bunlar, onları övüldükleri vasıflarından çıkarmadı, kendilerini hak ve hakikat üzere amelde bir gevşekliğe düşürmedi. Tam tersine onlar, ellerine dünya malı geçmeyince sabrettikleri gibi, mala mülke kavuşunca da şükrettiler. Böylece her iki halde de yüce Mevla’ları için yaşadılar. Kim bu vasıfta olursa, o, Suffe ashabına tâbidir.” İbn Acibe, a.g.e, s. 127.
[14]Sühreverdî, a.g.e, s. 16.
[15] İbn Acibe, a.g.e, s. 138. İbn Acibe, bu sözün açıklamasında der ki: Sûfî ârif, önce, kendisine lazım olan ilimleri öğrenmiş, bazı ilimlerde iyice derinleşmiş, sonra en güzel şekilde amele yönelmiştir. O, bunlara, Allah Resûlü’nün (s.a.v) sahip olduğu ahlâka varis olmayı da eklemiştir. Bu ahlâk, zühd, vera, Allah korkusu, ümid, sabır, hilim (yumuşak muamele), cömertlik, şecaat (yiğitlik ve cesaret), kanaat, tevazu, tevekkül, ilâhî sevgi, marifet ve sayılması çok uzun sürecek diğer güzel ahlâklardır.”
[16]Serrac, el-Lüma’, s. 12-26.
[17]Şa’rânî, el-Yevâkıtve’l-Cevahir, s. 476 (Beyrut: Daruİhyâi’t-Türâsi’l-Arabiyye, trs).
[18] Ahmed, Müsned, 6/67; Beyhakî, Şuabü ’l-Iman, nr. 11139; Ebu Nuaym, Hilyetü ’l-Evliya, 1/47.
[19]Âlûsî, Mahmud, Rûhu ’l-Meânîfi Tefsiri’l-Kur ’ani’l-Azîm ve ’s-Sebu ’l-Mesânî, (tahk. Seyyid Imran), 27-27/175 (Kahire: Daru’l-Hadis, 2005).
[20] Müslim, Zikr, 4; Tirmizî, Deavat, 128; Ahmed, Müsned, 2/323; Münziri, et-Terğîb, 2/398. Hadis şöyledir: Allah Resûlü (s.a.v), bir yolculuk dönüşlerinde, yanındakilere, “Yürüyün, müferridûn öne geçtiler” buyurdu. Ashab, “Müferridûn kimlerdir?’ diye sordular; Allah Resûlü (s.a.v), “Allah Teâlâ’yı çokça zikredenlerdir. Zikir onların omuzlarındaki günah yüklerini (ağırlıklarını) indirdi ve onlar kıyamet günü günahtan hafiflemiş (kurtulmuş) olarak gelirler” buyurdu. Hadisin lafzı, Tirmizî rivayetine göredir.
[21]Kuşeyri, Abdülkerim, Kuşeyrî Risalesi(trc. Dilaver Selvi), s. 528 (İstanbul: Semerkand yayınları, 2007); Sühreverdi, a.g.e, s. 70.
[22]Kuşeyrî, a.g.e, s. 180.
[23] Bk. Taberânî, el-Evsat, nr. 6632; Ebû Nuaym, Hilye, 8/188; Süyûtî, es-Sağir, nr, 343.
[24]Aclûnî, Keşfü ’l-Hafâ, 2/283; Sehavî, Mekasıd, nr. 1080.
[25] İbn Acibe, Ahmed b. Muhammed, el-Bahrü’l-Medidfı Tefsiri’l-Kur’ani’l-Mecid/îbnAcibe Tefsiri (trc. Dilaer Selvi, 8/364-366. (İstanbul: Semerkand yayınları, 2013).
[26] İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtü ’l-Kübra(tahk. Abdülkadir Ata), 1/113 (Beyrut 1997, 2. Baskı).
[27]Kuşeyrî, a.g.e, s. 532.
[28]Sühreverdi, a.g.e, s. 103-104. Ayrıca bk. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 1/43-44.
[29] Burada, sevginin gücüne bir örnek olarak İhya’da geçen şu olayı paylaşalım: Velilerden Abdullah b. Muhammed b.Âişe (k.s), bir akşam mescitten çıkmış evine gidiyordu. Yolda Kureyş’li bir genci gördü. Genç içki içmiş, sarhoş olmuş, yolda bir kadının üzerine düşmüştü. Kadının elbisesini çekince, kadın etraftan yardım istemiş, insanlar gelip genci dövmeye başlamışlardı. Hazret, genci tanıdı, insanlara, “Bunu bana bırakın, bu benim yeğenimdir” dedi. Gence bakarak, “Yanıma gel” diye seslendi. Genç utanarak geldi. Onu bağrına bastı ve, “Beni takip et” dedi. Eve varınca, çocuklarından birisine, “Bu genci gece bekle, kendine gelip ayıkınca benim yanıma getir; beni görmeden gitmesin” dedi. Oğlu, gencin başını bekledi, ayıkınca, durumu kendisine anlattı. Genç utandı ve ağlamaya başladı. Sonra Abdullah b.Muhammed’e (k.s) gittiler; o, gence, “Bu hâle düşmekten, kendin ve şerefin için utanmıyor musun? Allah’tan kork, bu işten elini çek” dedi. Genç boyunu büktü, sonra başını kaldırarak, “Allah için söz veriyorum, bir daha sarhoşluk verecek hiçbir içki içmeyeceğim, ben tövbe ettim” dedi. Hazret, gence, “Bana yaklaş” dedi, gencin başını öperek, “Yavrum, güzel ettin” dedi. Bu genç daha sonra bu âlimin talebesi oldu, yanından hiç ayrılmadı, kendisinden hadis ilmi aldı. Bu onun sevgi ve yumuşaklığının bereketine olmuştu. Bu zat şöyle demiştir:
“İnsanlar, iyiliği emrediyorlar, kötülükten nehyediyorlar, fakat bu işi Allah için, edebine uygun yapmadıklarından iyilikleri kötülük gibi oluyor, fayda vermiyor. Siz bütün işlerinizde yumuşak davranın; bu sayede istediğinize ulaşırsınız.” (Gazali, İhya, 2/411-412).
[30]Şaranî, Abdülvehhab, Tenbihü’l-Muğterrm(tahk. Abdülkerim Ata), s. 199. (Dımeşk 2001).
[31]Şa’rânî, a.g.e, s. 199.
[32]Buhârî, İman, 7; Müslim, İman 71; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyame, 59; Nesâî İman 19.
[33] Hâkim, Müstedrek, 4/217; Taberânî, el-Evsat, nr. 474; Heysemî, ez-Zevâid, 10/248.
[34] “Din, Allah, Resûlü, kitabı, müminlerin imamı ve bütün müminler için samimiyetten ibarettir” hadisinin güzel bir şerhi için bk. İbn Receb-i Hanbelî, Câmiu ’l-Ulûm ve ’l-Hikem (Tahk. Şuayp Arnavut-İbrahim Bâcis), 1/215- 225 (Riyad 2002, 9. Baskı).
[35]Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 4/173; Taberânî, el-Kebîr, nr. 10390; Heysemî, ez-Zevâid, 10/63.
[36]Şa’rânî, a.g.e, s. 110.
[37] Korumuzla ilgili şu örneği paylaşalım: Hz. Mevlana, bütün bir geceyi ibadetle geçirdikten sonra, kendisin misafiri olup gece boyunca yanına teşrifini bekleyen Fakih Siraceddin Tatar’a der ki:
“Siraceddin, eğer biz uyursak, bu kadar uyuyan ümmete ve talebelerimize kim ilaç olur. Ben Allah ile anlaştım ve şunu üzerime aldım: Bize gelen ve tabi olan kimselerin Allah’tan affını isteyeceğim. Onların nefislerini terbiye ile uğraşacağım, kâmil olmalarım sağlayacağım. Allah’ın izniyle hepsinin iman ve edeple süslenmesine vesile olup ateşten kurtaracağım, cennete girmelerine ve cennette yüksek makamlar almalarına vesile olacağım.”
Daha sonra şu manada bir şiir okur:
“Ey doğru dürüst bir hayır işlememiş ve hayırdan yana iflas etmiş olan kimse! Halin ne olursa olsun sen yine bize gel, katıl ve razı ol. Biz senin gibi yüz binlerin işini gördük, yükünü taşıdık; senin de işini görürüz, yükünü taşırız.”
Fakih Siraceddin (k.s) der ki: “Sonra mescide gittik. Ben bu sözleri ve müjdeleri Hazreti Mevlana’ya tabi olmuş, terbiye eşiğine baş koymuş müritlerine anlattım; hepsi sevinçlerinden şükür secdesine kapandılar, ağladılar.” Bk. Ahmet Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri(trc. Tahsin Yazıcı), s. 260 (İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2012).
[38]Şa’rânî, a.g.e, s. 111. İmam Şa’rânî burada şu örneği verir: Maruf-i Kerhî, bir grup talebesiyle Dicle kenarında otururken yanlarından bir kayık geçti. Kayıktakiler, önlerindeki içki ve benzeri şeylerle eğleniyorlardı.
Talebeleri, “Şu günahkâr topluluğa beddua edin” dediler. Maruf-i Kerhî, “Allah’ım, onları dünyada sevinç içinde kıldığın gibi, ahirette de sevindir” diye dua etti. Yanındakiler, “biz beddua etmeni istiyoruz, siz ise hayır dua ediyorsunuz” dediler. Maruf-i Kerhî, “Bir Müslümana beddua etmekten Allah’a sığınırım. Allah Teâlâ onları ahirette sevindirmek istediği zaman, kendilerine dünyada tövbe nasip eder ve günahlarını affeder” dedi. Şa’rânî, a.g.e, s. 111.
[39]Şa’rânî, a.g.e, s. 111.
[40]Şa’rânî, a.g.e, s. 111.
[41] Müslim, Birr, 67; İbn Mace, Tıbb, 5, 55. Hadis şöyledir: “Müminler bir vücut gibidir. Vücudun, bir organı rahatsızlandığı zaman, bütün azaları rahatsızlanır. Bir mümin herhangi bir şeyden rahatsızlanıp şikâyet ettiği zaman, diğer müminler de rahatsız olur, onun acısını hisseder. “
[42]Şaranî, a.g.e, s. 211.
[43]Şaranî, a.g.e, 211.
[44]Sülemî, Ebû Abdurrahman, Kitabü 7-Fütüvve(tahk. Ahmed FeridMezîdî), s. 74 (Beyrut 2009, 1. Baskı).
[45]Taberani, el-Vasit, nr. 6023; İbnüEbi’d-Dünya, Kazâi’l-Hâce, nr. 37.
[46]Kuşeyrî, KuşeyrîRisalesi s. 530; Sühreverdi, a.g.e, s. 71.
[47]Sülemî, Âdâbü’s-Sûfiyye, (Sülemî’nin Risaleleri içinde: Tahk. Süleyman Ateş) s. 258-259 (Ankara 1981).
[48]Kuşeyrî, a.g.e, 530.
[49] İbn Ebi’d-Dünyâ, a.g.e,nr. 24; Ebû Ya’lâ, Müsned, nr. 3302; Bezzâr, Müsned, nr. 1949; Heysemî, ez-Zevâid, 8/191; İbn Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, nr. 897.
[50]Sülemî, Adâbü ’s-Sûfiyye, s. 276.
[51]Tirmizî, Kıyame, 55. (nr. 2507).
[52]Said b. Mansur, Sünen, nr. 2406; İbnü’n-Nahhas, Meşâriu’l-Eşvak ilâ Mesâriü’l-Uşşâk/fi Fedâili’l-Cihâd, 1/314 (Beyrut 1990, 1. Baskı)
[53]Süyûtî, el-Câimü ’s-Sağîr, nr. 4751, 4752.
[54] Ahmed, Müsned, 6/121.
[55]HakimTirmizî, Nevâdiru’l-Usûl fi Marifeti Ehâdisi’r-Resûl (tahk. Mustafa Abdülkadir Ata), 1/424 (Beyrut 1992, 1. Baskı).
[56]Beyhaki, Şuabü ’l-İman, nr. 3960; Taberanî, el-Evsat, nr. 7322; Münziri, et-Terğıb, 2/272.
[57] İbn Ebi’d-Dünya, Istınâu ’l-Ma ’ruf, nr. 114.
[58]Kuşeyrî, a.g.e, s. 162.
[59]Sâfi, Ali b. Hüseyin, Raşahât (Hayat Pınarından Can Damlaları), s. 426 (İstanbul: Semerkand yayınlan, 2013). Nakşî pirlerinden Hace Ubeydullah Ahrar der ki: “Ben bu yolun feyzini tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi de hizmet yolundan götürdüler. Ben hizmette insan ayırımı yapmadım, hayır umduğum herkese hizmet ettim. Heri’deyken sabahları hamama gider ve müslümanlara hamamda hizmet ederdim. Hizmette iyi veya kötü, beyaz veya siyah, kuvvetli veya zayıf ayırımı yapmadan herkese hizmet ederdim. Hizmetime karşılık olarak kimse bana bir ücret vermesin diye, işimi bitirir bitirmez hemen hamamdan uzaklaşırdım.” Sâfi, a.g.e, s. 425-426.
[60] Hizmet konusunda geniş bilgi için bk. Selvi, Dilaver, Kaynaklarıyla Tasavvuf, s. 662-682 (Semerkand yayınları, İstanbul, 2013, 14. Baskı).
[61] Ahmed Sıddıkî, Şah-ı Nakşibend, s. 107. (Semerkand, 2001).
[62]Sühreverdî, a.g.e, s. 318.
[63]Taberî, Câmiü’l-Beyan, 14/41; Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, 8/88; Şevkânî, Fethü’l-Kadîr, 5/200; Kurtûbî, el- Cami’ l Ahkâmi’l-Kur’ân, 18/25.
[64]Taberî, Câmiü’l-Beyan, 14/41; Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, 8/88; Şevkânî, Fethü’l-Kadîr, 5/200; Kurtûbî, el- Cami’, 18/25. Ayrıca bk: Buharî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10; TefsiruSûre, (59), 9.
[65] Bir önceki kaynaklara bakınız.
[66]Buharî, Menakıbu’l-Ensar, 3; Nesaî, Büyu’, 97; İbn Kesir, el-Bidaye, 3/ 227; İbn Sa’d, Tabakat, 3/89; Kahdehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 1/363.
[67] Ebû Dâvud, Zekat, 40; Tirmizî, Menâkıb, 16, Ibnü’l-Esîr, Câmiu ’l Usûl, 8/591.
[68]Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 1/308. Ayrıca bk. Kurtûbî, el-Câmi, 18/28.
[69]Hucvirî, a.g.e, s. 230.
[70] Ibn Arabî, Muhyiddin, Tefsîrü ’l-Kur ’ani’l-Azîm, 2/622.
[71] Ibn Arabî, Muhyiddin, el-Fütuhâtü ’l-Mekk/ye(tahk. Ahmed Şemşuddin), 1/365. (Beyrut 2006, 2. Baskı).
[72] Ibn Arabî, el-Fütuhâtü ’l-Mekkiye, 1/370.
[73]Sühreverdî, a.g.e, s. 318.
[74]Hücvirî, Ali b. Osman, Keşfü ’l-Mahcûb(tahk. Ibrahim ed-DusûkîŞettâ), s. 232 (Kahire 1974).
[75] Buhârî, Zekat, 7; Müslim, Zekat, 63; Tirmizî, Zekat, 28; Nesâî, Zekat, 48.. Hadis şöyledir: “Bir kul, temiz ve helal kazancından bir sadaka verdiğinde sanki onu Rahman olan Allah ’ın eline koymuş gibi olur. Zaten Allah Teâlâ ancak temiz olanı kabul eder ve semaya ancak temiz olanlar yükselir. Allah o sadakayı artırıp çoğaltır; aynen sizden birinizin hayvanını besleyip büyüterek çoğalttığı gibi. Öyle olur ki, temiz maldan verilen bir lokma veya bir hurma, kıyamet günü,büyük bir dağ gibi büyümüş olarak (hesaba) gelir. “
[76] Can, Şefik, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, 1-2/338 (Ötüken Yayınlan, İstanbul, 2014, 14. Basım).
[77]HakimTirmizî, Nevâdiru ’l-Usûl fı Marifeti Ehâdisi’r-Resûl, 2/11; Zebidî, İthâfü ’s-Sâde, 8/594. (Beyrut, 1989)
[78]Sülemî, Tabakâtü’s-Sufiyye(tahk. NuruddinŞeribe), s. 183 (Halep 1986, 2. Baskı).
[79]Kuşeyrî, a.g.e, s. 443.
[80]Şa’rânî, a.g.e, s. 204 (Dımeşk 2001).
[81]Kuşeyrî, a.g.e, s. 84.
[82]Kuşeyrî, a.g.e, s. 529; Sühreverdî, a.g.e, s. 319.
[83]Sühreverdî, a.g.e, s. 319
[84] Ahmed, Müsned, 2/342; Nesâî, Cihad, 8; Hâkim, Müstedrek, 2/ 72.
[85]Tirmizî, Birr, 41 (nr.1963)
[86] Burada şu hadis-i şerifi de hatırlatalım: “Cömert, Allah ’a yakın, cennete yakın, kullara yakın ve cehennemden uzaktır. Cimri ise, Allah ’tan uzak, cennetten uzak, insanlardan uzak ve cehenneme yakındır. Şüphesiz, cömert olan bir câhil, Allah Teâlâ’ya, cimri âbidden daha sevimlidir. “ Tirmizî, Birr, 40.
[87]HakimTirmizî, a.g.e, 2/11.
[88]Hucvin, Keşfü ’l-Mahcub, s. 232.
[89]Hucvirî, a.g.e, s. 228
[90] Olay, hicrî 262, mîlâdî 875’de meydana geldi. Sûfilerizındıklıklaithâm eden, Hanbeli mezhebi fakihlerinden “Gulam-ı Halil” isimli bir zattı. Halife Muvaffak ve annesi yanında sûfilerin bazı görüşlerini, meselâ; onların, Allah Teâlâ’ya âşık olma fikrini tenkid ederek, bunun olmayacağını, sûfilerin yanlış yolda ve itikatta olduğunu ileri sürmüş, fakat sonuçta iftirası ve yanlışı ortaya çıkmıştır. Bk. Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi(trc. Dilaver Selvi), s. 476; Hucvirî, Keşfü’l-Mahcub, s. 227-228 (Kahire 1974); Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, 10/250-251. Ayrıca bk. Hatib, Tarih-i Bağdat, 5/130-135; Süleyman Ateş, İslam Tasavvufu, s. 83.
[91]Safî, Reşehât, s. 511. Olay kısaca şöyledir: Ebû Osman Hîrî, şeyhi Ebû HafsHaddâd’dan halka vaaz ve nasihat etmek için izin isteyince, şeyhi, “Bu arzunun sebebi nedir?” diye sordu. Ebû Osman, “Halka şefkatim” cevabını verdi, Ebû Hafs, “Onlar için ne kadar şefkat sahibisin?” diye sorunca, Ebû Osman, “Eğer ümmet-i Muhammed’in âsileri yerine beni cehenneme koysalar razıyım; tâ ki onlar kurtulsun!” dedi. Şeyhi, “Bu haldeki bir kimsenin halka nasihat etmesi faydalı olur” diyerek kendisine izin verdi.
[92]Sühreverdî, a.g.e, s. 317.
[93]Sühreverdî, a.g.e, s. 321.
[94]Sühreverdî, a.g.e, s. 323.
[95] Ahmed, Müsned, 4/ 158; İbn Ebi’d-Dünya, Mekârimü ‘l-Ahlâk, nr. 19-20.
[96]Herevî, Abdullah Ensârî, KitabuMenazili’s-Sâirîn, s. 61-62 (Beyrut 1988).
[97] İbn Kayyım, Muhammed b. Ebu Bekir, Medâricü ‘s-Sâlikîn(tahk. Muhammed el-Mu’tesımbillah el-Bağdâdî), 2/328 (Beyrut 2001, 6. Baskı).
[98]Kâşânî, Abdürrezzak, ŞerhuMenâzili’s-Sâirin(tahk. Muhsin Beydârfer), s. 410-411 (Kum, 1427 hicrî)
[99] Burada Hz. Peygamber’in (s.a.v), kendisine en şiddetli işkenceleri reva gören müşrik kavmi için, “Allah ‘ım, kavmimi affet, çünkü onlar bilmiyorlar” şeklindeki duası, tam bir fütüvvet örneğidir. Olay ve dua için bk. Kâdîİyaz, eş-ŞifâbiTa’rifiHukuki’l-Mustafa(tahk. Hüseyin Abdülhamid Nîl), 1/95 (Beyrut 1995).
[100] Hz. Ali der ki: “Yaptığın iyiliği inkâredene de olsa, sen iyilik yap; çünkü böyle bir iyilik, teşekkür edene yaptığın iyilikten mizanda daha ağırdır.” Bk. Şa’rânî, Tenbihü’l-Muğterrin, s. 207. Seyyid Ahmed Siyahî’nin(k.s), oğlu Ahmed Hicabî’ye verdiği halifelik icazetinde yaptığı şu tavsiyeler, velilerin örnek ahlâkını ve ortak hedefini göstermesi bakımından önemlidir. Hazretder ki:”Fayda ve menfaat vermede meyveli ağaç gibi, cömertlik ve iyilikseverlikte akan nehir gibi, ihsan etme ve bağışlamada sınırsız deniz gibi ol. Boş şeylere karşı cansız gibi, ayıpları örtmede karanlık gece gibi olmaya çalış… Ey oğul, sana dost ve sadık arkadaş lazımsa, sevdiğini sırf Allah için sevenlerle birlikte ol. Onlardan kardeşlik bağı kurduğun kimselerin hakkını koru. Bunun için, muhtaç olduğun malın fazlasını ona vererek yahut onu nefsinle eşit tutarak veya onu nefsine tercih ederek yap. Onun ihtiyacını nefsinin ihtiyacından öne alman daha faziletlidir.İnsanların her sınıfına, özellikle sana muhalif olanlara karşı halim ve selim ol, alçak gönüllü, güler yüzlü, affedici ve sevgini göstererek güzel geçinmeye gayret et. Bu konuda, “Resûlüm, sen gerçekten çok büyük bir ahlâk üzeresin ” (Kalem 68/4) hitabına mazhar olan Hz. Peygamber’in (s.a.v),
“En faziletli ahlâk, sana gelmeyene gitmen, vermeyene vermen ve zulmedeni affetmendir” hadisiyle amel etmen yeterlidir.” Çelenligil, Mehmed Zühdü, Tehassür/Seyyid Ahmed Siyahî ve Oğlu Seyyid Ahmed Hicabî, (Haz. Muzaffer Ertaş-Kemal Topçu), s. 38-40 (Kastamonu 1996).
[101]Sülemî, Tabakat, s. 118. Aynı yerde Ebu Hafs, fütüvvetin, konuşmakla değil, amel ederek ve uygulanarak elde edileceğini söyler ki, bu, işin en zor fakat en gerekli yönüdür.
[102] Cömertliğin derece ve çeşitleri için bk. Selvi, Dilaver, Allah Yolunda Yardım ve Cömertlik, s. 28-42 (İstanbul: Semerkand yayınları, 2006).
[103] Bu konuda hadiste şöyle buyrulmuştur: “İnsanlar bize iyilik ederse biz de iyilik ederiz. Eğer zülüm ederlerse biz de onlara zulmederiz!, diyen kimseler gibi olmayınız. Fakat kendinizi, iyilik yapanlara iyilik yapmaya, kötülük edenlere de zülüm etmemeye alıştırınız. “ Tirmizî, Birr, 62.
[104] Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 392 (Marifet yayınları, İstanbul 1991)
[105]Kuşeyrî, a.g.e, s. 441.
[106] Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108; Ahmed, Müsned, 1/382.
[107] Ahmed, Müsned, 4/124; Tirmizî, nr. 2459; İbn Mâce, nr. 4260; Hâkim, Müstedrek, 1/57. Hadisin devamında,
aciz ve zayıf kimse, nefsini hevasına tabi kılıp (çekinmeden isyanlara dalıp tövbe ve salih amel yapmadan) Allah ’tan boş temennilerde bulunan kimse olarak tanıtılmıştır.
[108] Ebû Nuaym, Hilyetü’-Evliya, 7/177; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 1872. Hasan-ı Basrî’denmürsel yolla.
[109]Buharî, İman, 4, Ebû Davud, Cihad, 2, Nesaî, İman, 8, 9, 11; Darimî, Rikak, 4, 8; Ahmed, Müsned, 2/160, 163.
[110]Tirmizî, Fezailü’l-Cihad, 2; Beyhakî, Şuabü’l-İman, 7/499.
[111]Beyhakî, ez-Zühdü ’l-Kebîr, nr. 355; Hatib, Târih-i Bağdât, 8/523-24; Süyûtî, el-Câmiü’sSağîr, nr. 6107.
[112] İbn Acibe, İlâhî Fetihler (trc. Dilaver Selvi), s. 157. (İstanbul: Semarkand yayınları, 2014)
[113] İbn Arabî, a.g.e, 1/369.
[114]Fetanın özellikleri için bk. İbn Arabî, el-Fütühâtü ’l-Mekkiye, 3/349-353 (Beyrut 2006, 2. Baskı)
[115] Hâce BahâeddinNakşibend, buna örnek olarak şu olayı anlatır: “Mekke’de iki kişi gördüm; biri gayet yüce himmetti, öteki ise tam tersine düşük himmetli… Düşük himmetli olan tavaf sırasında Beytullah’ın kapısının halkasına yapışmış bir adamdı. Bu kadar şerefli bir yerde ve değerli bir vakitte gönlü basit dünyevi şeylerin derdindeydi. Yüce himmetli adam ise Mina pazarında gördüğüm bir delikanlıydı. Tahminen 50.000 filorilik alım satım yaptı, ama gönlü bir an olsun Hak Teâlâ’dan gafil olmadı. O civanın gayretini görünce yüreğim bir hoş oldu.” Sâfi, Reşahat, s. 473 (İstanbul: Semerkand yayınları, 2013).
[116]Kuşeyrî, Abdülkerim, Letaifü’l-İşârât/Tefsirü’l-Kuşeyrî(tahk. Said Kuteyfe), 4/288 (Mısır 1999).
[117] Ayetlerin tefsiri için bk. Sülemî, Ebû Abdurrahman, Hakâikü’t-Tefsir(tahk. Seyyid İmran), 2/53, 143 (Beyrut 2001, 1. Baskı); Baklî, Ruzbehân, Arâisü’l-Beyan fi Hakâiki’l-Kur’an (tahk. Ahmed Ferid el-Mezîdî), 3/17, 18, 138 (Beyrut 2008, 1. Baskı);
[118] Fütüvvet ehlinin yiğitliği ve bunun neden kaynaklandığı konusunda geniş bir açıklama için İbn Arabi, el-
Fütühâtü ’l-Mekkiye, 1/365-369.
[119] Uludağ, Süleyman, Dört Kapı Kırk Eşik, s. 172 (İstanbul: Dergah Yayınları, 2010, 2. Baskı).
[120] Uludağ, a.g.e, s. 177. (Naklen, Necmeddin-i Dâye, Mirsâdü ’l-İbad, s. 260; Tahran 1366).
[121] Uludağ, Süleyman, “Fütüvvet”, DİA, 13/260 .
[122] İbn Kayyım, Medâricü ’s-Sâlikîn, 2/320..
[123]bk. Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 441-447. Cafer-i Sadık, “Fütüvvet nedir?” sorusuna, “Bize bir nimet verilirse onu başkasına veririz, bir şey verilmezse şükrederiz; bize göre fütüvvet budur” cevabını vermiştir.
[124] Gölpınarlı, Abdülbakî, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı, s. 91, (İstanbul Ticaret Odası yayınları, İstanbul 2011); Ocak, Ahmet Yaşar, “Fütüvvetname”,DİA, 13/264.
[125] Gölpınarlı, a.g.e, s. 91
[126]Sülemî, Kitabü ’l-Fütüvve, s. 3-80. Eserin bu yeni baskısından başka mahtut birçok nüshası ve matbu’ değişik baskıları mevcuttur. Muhakkik el-Mezidî bu baskıda Kitabü ’l-Fütüvve“nin yanı sıra Sülemî’ye ait beş kitabı daha ilave etmiştir. Bunlar, Menâhicü ’l-Ârifm, Nesimü ’l-Ervâh, Kitabü ’s-Semâ, Sıfâtü ’z-Zâkirînve ’l-Mütefekkirin ve Kelâmü’ş-Şâfıîfı’t-Tasavvuf adlı eserlerdir. Sülemî, Mukaddime fı’t-Tasavvuf adlı eserinde de fütüvvete yer vermiş, Âdabü ’s-Sohbe eserinde de yine kardeşliğin hak ve edeplerini işlemiştir.
[127]Amr b. Osman-ı Mekkî fütüvveti böyle tarif etmiştir. bk.Kuşeyrî, a.g.e, s. 442.
[128] Baltacı, Cahit, İslam Medeniyeti Tarihi, s. 309. (M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2007, 2. Baskı); Ocak, Ahmet Yaşar, Fütüvvetname, DİA, 13/264.
[129]Herevî, Abdullah Ensârî, KitabuMenazili’s-Sâirîn, s. 61-62 (Beyrut 1988).
[130] Ocak, Ahmet Yaşar, Fütüvvetname, DİA, 13/264
[131] Bk. Sühreverdî, Avârifü ’l-Meârif/Gerçek Tasavvuf, 11, 14, 15, 29, 30, 31, 53, 54, 55. Bölümler.
[132]bk. Demirci, Mehmet, Tarihten Günümüze Tasavvuf Kültürü/Makaleler, s. 158 (İstanbul, 2009).
[133] Turan, Namık Sinan, “Selçuklu ve Osmanlı Anadolu’sunda Ahiliğin Sosyo-Ekonomik Gelişim Süreci”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, cilt:52/2, 2006, s. 157. Konuyla ilgili geniş açıklama için bk. AngelıkaHartmann, “NâsırLidinillah”, DİA, 32/400-401.
[134]AngelıkaHartmann, “NâsırLidinillah”, DİA, 32/400.
[135]Kuşeyrî, a.g.e, s. 440-449. Burada fütüvvetle ilgili tariflerin yanında ilginç örnekler de verilir.
[136] Bk. İbn Arabi, a.g.e, 1/364-370.
[137] İbn Arabi, a.g.e, 3/349-354.
[138]Hucvirî, Keşfü ’l-Mahcub, 227-233.
[139]Muhâsibî, Hâris, er-RiâyeLihukûkillah(tahk. Hayri Saîd), s. 261-286; 450-462 (el-Mektebetü’t-Tevfikiyye, trs).
[140] Bk. Serrac, et-Lüma’, s. 136-193.
[141] Bk. Kelâbâzî, Ebu Bekir Muhammed, et-Taarrufli Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, s. 58-59 (Beyrut 2001).
[142] Bk. Mekkî, Ebu Talib, Kûtü ’l-Kulûb/Kalplerin Azığı (trc. Dilaver Selvi-Ali Kaya), 4/44, 47 ve 48.Bölümler. (İstanbul: Semerkand yayınları, 2004).
[143]Gazalî, “Kardeşliğin Hakları” bölümünde, Allah için sevilen din kardeşin, malda, bedende, dilde ve kalpte sekiz hakkının olduğunu söyler ve bunları anlatır. Mesela, maldaki hakkın üç derecede yerine getirildiğini söyleyerek özetle der ki: “Birinci hak, Allah için sevilen kardeşe malıyla iyilik ve ihsanda bulunmaktır. Bu, üç derecede gerçekleşir. En aşağısı, Allah için sevdiğin kardeşini, bakım ve sorumluluğunu üstlendiğin hizmetçinin yerine koyup malının fazlasıyla onun ihtiyacını gidermendir. Onun için bir ihtiyaç ortaya çıkınca, senin yanında da fazla bir mal varsa, hemen o ihtiyacı gidermendir. Böyle bir durumda kardeşini, senden bir şey istemeye mecbur etmen, son derece kusurlu bir davranıştır. Kardeşine iyilik ve ihsanda ikinci derece, onu kendi yerine koyman, onun senin malına ortak olmasına razı olman ve bunu hoş görüp gereğini yapmandır. Kardeşine iyilik ve ihsanda üçüncü derece ise en yüksek derece olup bu, onu kendi nefisine tercih etmen ve onun ihtiyacını kendi ihtiyacının önüne almandır. Bu, sıddıkların rütbesi olup Allah için dostluk derecelerinin zirve noktasıdır.” Bk. Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed, İhyâuUlûmi’d-Din (tahk. Heyet), 2/216 vd. (Beyrut: Dâru Sâdır, 2004, 2. Baskı).
[144] Bk. Gölpınarlı, a.g.e, 188-197.
[145] Bk. Gölpınarlı, a.g.e, 232.
[146] Ocak, Ahmet Yaşar, “Fütüvvetnâme”,DİA, 13/265.
[147] Günay, Ünver, “Dini Sosyal Bir Kurum Olarak Ahilik”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri. Yıl:1998; Sayı: 10; s. 66. (Naklen: Millet Ktb. Şeriyye 1055/2, v.28a-29a).
[148] Sancaklı Saffet, “Ahilik Ahlâkının Oluşumunda Hadislerin Etkisi”, İ. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Bahar 2010, 1(1), s. 6 (Naklen, Anadol Cemal, Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnameler, KBY, Ankara, 2001, s. 41, 47, 62).
[149]Serrac, el-Lüma’, s 179.
[150]Taberanî, el-Kebîr, nr. 13200; İbn Adiy, el-Kâmilfi’d-Duafa, 1/378. Aynca bk. Beyhakî, Şuabü’l-İman, nr. 1237; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 1873; Heysemî, ez-Zevâid, 4/206.
[151] Buhârî, Buyû, 15.
[152] Ahmed, Müsned, 4/ 41.
[153] Müslim, Kader, 34; İbn Mâce, Mukaddime, 10
[154] Gündüz, a.g,e, s. 46. Ayrıca bk. Ünver, a.g.e, s. 63.
[155] Turan, a.g.e, s. 173.
[156] Geniş bilgi için bk. Şahin, İlhan, “Ahi Evran “, DİA, 1/530.
[157]Bir meslek sahibi olmak özellikle Müslüman Türkler arasında çok önemliydi. O kadar ki padişahlar bile bir sanat öğrenmek zorunda kalırlardı. Nitekim Osmanlı padişahlarının çoğunun bir sanatı vardı. Mesela I. Mehmet yay kirişi yapardı. Fatih sultan Mehmet meraklı bir bahçıvandı. Selim Han ve oğlu Kanuni kuyumculukla uğraşırlardı. III. Murat ok başı yapardı. III. Mehmet ve I. Ahmet, kaşık ve okçuların parmaklarına taktıkları yüzükleri yaparlardı. II. Ahmet ile II. Mahmut mükemmel birer hattattılar. I. Mahmut abanoz ve fildişinden kürdanlar yapardı, kuyumculuk sahasındaki eserleri ise muhteşemdi. II. Abdülhamid ince marangozlukta pek mahirdi. Bk. Kandemir, Yaşar, “Müslüman Türklerde İş ve Ticaret Ahlâkı” Diyanet Dergisi, Eylül-Ekim sayısı, Cilt: 18, Sayı: 5, Yıl: 1979, s. 306.
[158] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 96 (dip notta). Aynca bk. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 9/264; Gazâlî, İhya, 2/81.
[159] Gölpınarlı, a.g.e, s. 63.
[160] Kandemir, Yaşar, a.ge. s. 307.
[161] Ebû Nuaym, Hilyetü ’l-Evliya, 7/369; Gazâlî, İhya, 2/115.
[162] İbn Asakir, TarihuDımeşk, 48/393; Gazâlî, İhya, 2/115.
[163] Gazâlî, İhya, 2/116. Sehl b. Abdullah diğer bir sözünde şu önemli uyarıyı yapar: “Bir kul, şu dört şeyi yerine getirmedikçe bu maneviyat yolunun hakikatine ulaşamaz. Bunlar; sünnet üzere farzları yerine getirmek, şüpheli şeylerden çekinerek helal lokma yemek, zâhiren ve bâtınen yasaklanan günahlardan sakınmak ve bu hâle ölene kadar devam etmek.” Gazâlî, İhya, 2/115.
[164] Taberânî, el-Kebir, nr. 9994; Beyhakî, Sünen-i Kübra, 6/ 128; Şuabü’l-İman, nr. 8741; Heysemî, ez-Zevâid, 10/291; Tebrizî, Mişkatü ’l-Mesâbih, nr. 2781.
[165] Müslim, nr. 1015; Tirmizî, Tefsiru Sure (2), 3; Ahmed, Müsned, 2/328; Abdurrezzak, Musannnef, nr. 8839; Beyhakî, Sünen-i Kübra, 3/346; Beğavî, Şerhü ’s-Sünne, nr. 2028.
[166] Ahmed, Müsned, 2/98; Beyhakî, Şuabü ’l-İman, nr. 5707 (Mektebetü’r-Rüşd 2003)
[167] Ebû Ya’lâ, Müsned, nr. 83, 84; Heysemî, ez-Zevâid, 10/293. Aynı konuda değişik bir rivayet için bk. Beğavî, Şerhü ’s-Sünne, 8/ nr. 2029; Ahmed, Müsned, 3/321.
[168]Taberânî, el-Evsat, nr. 5321; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 6/196; Deylemî, Firdevsü’l-Ahbar, nr. 5722; Beyhakî, Sünen-i Kübra, 9/25. Aynı konuda benzer bir hadis için bk. Hatib, Tarih, 8/168; el-Muttaki, Kenzü ’l- Ummâl, nr. 9348, 9252; Heysemî, ez-Zevâid, 4/325.
[169]Taberânî, el-Evsat, nr. 6491; Heysemî, ez-Zevâid, 10/291; Süyûtî, ed-Dürrü ’l-Mensûr, 1/403; Zebidî, İthâfü ’s- Sâde, 6/451.
[170] Örnek olarak Kutü’l-Kulub’tan iki olayı paylaşalım: İbadet ve gönül ehli bir kadın, İbrahim el-Havvas’a gelerek, kalbindeki manevî vecdin niçin değiştiğini sordu. İbrahim el-Havvas, “Nedenini bir araştır” dedi. Kadın, “Araştırdım; fakat bildiğim bir sebep bulamadım” dedi. İbrahim el-Havvas, bir müddet başını öne eğip düşündü, sonra, “O meş’ale gecesini hatırlıyor musun?” diye sordu; kadın, “Evet” dedi. İbrahim el-Havvas,
“İşte kalbindeki değişme o geceki olaydan ileri geliyor.” dedi. Kadının hatırladığı olay da şu idi: Kadın evinin damı üzerinde ip eğiriyordu, karanlık olunca ara verdi, o sırada sultanın meş’alesi (fener alayı) geçiyordu; kadın onun ışığında bir miktar daha yün eğirip diğerlerine kattı. Sonra ondan elbise yapıp giyindi. Bu kadarcık bir hak geçmesiyle manevi hâli değişmişti. Kadın hemen o elbiseyi üzerinden çıkardı, satıp parasını fakirlere dağıttı; kalbi önceki güzel hâline geri döndü.
Zunnun-i Mısrî’den (rah) nakledilen şu olay daha hayret vericidir. O, hapishaneye atıldığı zaman oranın yiyeceklerinden hiçbir şey yiyip içmedi. İbadet ehli ve tanıdığı bir kadın, hapishaneye bir miktar yiyecek getirip, “Bu helal bir yiyecektendir” dedi. Zunnun-i Mısrî onu da yemedi. Daha sonra kadın, niçin yemediğini sorunca, Hazret, “Bu yiyecek helaldi, fakat bana haram bir yoldan geldi; onun için yemedim.” dedi. Kadın, “Bu nasıl oldu?” diye sorunca, “O, bana gardiyanın eliyle getirildi; o ise zalim birisidir; zalimin eli değdiği için yemedim” dedi. Bk. Mekkî, Ebu Talib, Kûtü ’l-Kulûb/Kalplerin Azığı, (trc. Dilaver Selvi-Ali Kaya), 4/622-623 (İstanbul: Semerkand yayınları, 2004).
[171] Kandemir, a.g.e, s. 306.
[172] Demirci, Mehmet, Tarihten Günümüze Tasavvuf Kültürü (Makaleler), s. 158 (İstanbul 2009, 1. Basım). Fütüvvetle ilgili geniş bilgi için bk. Uludağ, Süleyman, “Fütüvvet”, DİA, 13/259-261 (İstanbul 1996); Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 183 (İstanbul 1991), Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 220 (Ağaç Kitapevi, İstanbul 2004;).
[173] Demirci, a.g.e, s. 159.
[174] Gölpınarlı, Abdülbakî, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı, s. 17 (İstanbul Ticaret Odası yayınları, İstanbul 2011).
[175] Gölpınarlı, a.g.e, s. 228.
[176] Gölpınarlı, a.g.e, s. 232.
[177]Sülemî, Kitabü ’l-Fütüvves, s. 13
[178] Gölpınarlı, a.g.e, s. 31.
[179]Buharî, Rikak, 7; Müslim, Birr, 15; Ebu Davud, Edeb, 60; Tirmizî, Birr, 19; Ahmed, Müsned, 2/9; Beyhaki, Sünen-i Kübra, 6/94; İbn Hıbban, Sahih, nr. 533-534
[180]Kuşeyrî, a.g.e, s. 440-441. Kuşeyrî, bu bölümde fütüvvetle ilgili yapılan şu tariflere yer verir:
“Fütüvvet, kimseye eziyet etmemek ve elindeki malı herkese infak etmektir.
Fütüvvet, sünnete uymaktır.
Fütüvvet, (Hakk’a ve halka) verdiği sözü yerine getirmek ve muamelede edep sınırlarını muhafaza etmektir. Fütüvvet, senin ortaya koyduğun fakat nefsine pay çıkarmadığın bir fazilettir.
Fütüvvet, sana bir istek sahibi gelince ondan kaçmamandır.
Fütüvvet, sana derdini açmak için gelenlerden saklanmamandır.
Fütüvvet, geride bir mal biriktirmemen, sana bir istek sahibi gelince de ona mazeret söylememendir.
Fütüvvet, nimeti açıklayıp sıkıntıyı gizlemendir.
Fütüvvet, sofrana on kişi davet ettiğinde dokuz veya on bir kişi gelince hâlinde bir değişme olmamasıdır. Fütüvvet, bir hayır yaparken tanıdık tanımadık ayrımı yapmadan önüne gelen herkese iyilik yapmaktır.”
[181]Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif/Gerçek Tasavvuf s. 318. Ayetin tamamı şöyledir: “Muhacirlerden önce Medine’yi yurt ve iman evi edinenler (Ensar), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verdikleri şeylerden dolayı nefislerinde bir darlık duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı olsa bile, onları nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunur (ve kurtulursa) işte onlar felah bulanlardır. “
[182] Gölpınarlı, a.g.e, s. 31, 33.
[183] Gölpınarlı, a.g.e, s. 32, 33, 35-36. Burada, Hz. Peygamber’e atfen, “Ali gibi yiğit, zülfikar gibi kılıç bulunmaz” sözüyle Hz. Ali’nin bu işte öncülük ettiğine dikkat çekilir. Hadis ve değerlendirmeler için bk. Aclûnî,
Keşfü ’l-Hafa, nr. 3069.
[184]Kâşânî, Tuhfetü ’l-İhvan adlı eserinde Hz. İbrahim’i (a.s), fütüvvetin ve velayetin kendisinden zuhur ettiği zat olarak tanıtır ve der ki: “Çünkü ilk olarak tecrid yoluna ayak basan, dünyadan ve lezzetlerinden ayrılan, onun zinet ve şehvetlerinden uzaklaşan, babasından, anasından, kavminden, kabilesinden ayrılıp ehlinden, azizlerinden ve alıştığı lezzetli şeylerden, yurtlarından hicret ederek Allah sevgisiyle çeşitli bela ve meşakkatlere katlanan, gurbete ve savaşa sabreden, putları kırmağa ve cebir (zulüm) sahiplerine aykırı harekete kalkışan ve bu hususta yiğitlik gösteren odur. Düşmanları bile onun fütüvvetine (yiğitliğine) tanıklık ettiler (Enbiya 21/58 -60). Böylece o, zahiri ve batınıyla fütüvvetin kaynağı ve mazharı oldu. Ziyafet törenini o koydu. Mürüvvet temelini o attı; (misafirsiz) yalnız yemek yememeyi nezretti. Fütüvvet kuvvetiyle oğlunu (Allah için) boğazlamaya kalkıştı. Kurbanı sünnet haline getirdi. Cebrail’den Yüce Allah’ın adını (SübbûhunkuddûsünRabbü’l-Melâiketive’r-Ruh tesbihini) işitince kalbi hoş olup bütün malından geçti. Bu işte kutup Hz. İbrahim’di. Fütüvvetle civanmertlik yolu onunla doğruldu, temelleri sabit hale geldi, dalları kuvvetlendi, derecesi yükseldi. Bu ümmet içinde de fütüvvette Hz. Ali (r.a) öncüdür. O da Allah yolunda ve Resûlullah (s.a.v) uğrunda canını feda etti; “Ali’den başka feta yok” övgüsüne mazhar oldu. Son zamanda ise fütüvvet kutbu Mehdi aleyhisselamdır.” Bk. Gölpınarlı, a.g.e, s. 230. (Kısmen tasarruf ve sadeleştirme ile)
[185] Bk. İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra 1/103; İbn Kesir, es-Siretü’n-Nevebiyye(Tabk. Mustafa Abdülvahid), 1/261 (Beyrut, 1964).
[186] Bk. Baltacı, a.g.e, s. 307-313.
[187] Loca, hücre yahut oda, özel tahsis edilmiş mekân anlamındadır. Önceleri esnafın mallarının depolandığı ve dağıtıldığı yer ve mahalleler için kullanılan bu kelime, zamanla “Esnaf Teşkilatı” için kullanılır olmuştur. Bk. Kal’a Ahmet, Lonca, DİA, 27/211-212.
[188] Baltacı, a.g.e, s. 310-311.
[189] Sarıkaya, Saffet, Osmanlı Devletinin İlk Asırlarında Toplumun Dinî Yapısına Ahilik Açısından Bir Bakış Denemesi, (SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 9; Sayı: 6), s. 51.
[190]Fütüvette pir tutma ve her sanat ehline uygun bir hediye verme merasimiyle ilgili geniş bilgi için bk. Gölpınarlı, a.g.e, s. 49-50.
[191] Gölpınarlı, a.g.e, s. 232 (Kâşânî’ninTUh/etü ’l-İhvan adlı eserinden naklen).
[192] Gündüz, İrfan, “Fütüvvet, Melamet ve Ahilik ya da Tasavvu/i Düşüncede Dünya Anlayışı” Eğitim ve Verimlilik Sempozyum Tebliğleri, Sivas Kemaleddin İbn-i Hümam Vakfı Yayınları, 1994, s. 43.
[193] Gündüz, a.g.e, s. 43.
[194] Bk. Baltacı, a.g.e, s. 309.
[195] Gündüz, a.g.e, s. 46.
[196] Gündüz, a.g.e, s. 46. Ahiliğin, Arapçadaki “kardeşim” manasına gelen “Ahi”den veya eski Türkçede cömertlik manasına gelen “Akı”dan geldiğini söyleyenler de olmuştur. Bk. Kazıcı, Ziya “Ahilik”,DİA, 1/540. Onun, Anadolu Müslümanlığına has bir teşkilat olarak bu ismi aldığını söyleyenler de olmuştur.
[197] Sancaklı, a.g.e, s. 3.
[198] Kazı, Ziya, DİA, 1/541.
[199] Günay, Ünver, Dini Bir Sosyal Kurum Olarak Ahilik, s. 72.
[200] Sancaklı, Saffet, “Ahilik Ahlâkının Oluşmasında Hadislerin Etkisi”, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Bahar 2010 1 (1), s. 6.
[201] Gölpınarlı, a.g.e, s. 190.
[202] Gündüz, age, s. 46.
[203] Sancaklı, a.g.e, s. 6-7. Fütüvvetle İlgili geniş bilgi için bk. Uludağ, Süleyman, “Fütüvvet”, DİA, İst., 1996, 13/259-260.
[204] Sancaklı, a.g.e, s. 11.
[205] Sancaklı, a.g.e, s. 11.
[206] Sancaklı, a.g.e, s. 11-12,
[207]Tirmizî, Buyû, 4; Ayrıca bk., İbn Mâce,Ticârât, 1.
[208] Müslim, İmân, 164; Ebû Dâvûd, Buyû, 50; Tirmizî, Buyû, 74; İbn Mâce, Ticârât, 36.
[209]Tirmizî, Buyû, 5.
[210] Müslim, Müsâkât, 130.
[211] İbn Mâce, Ticârât, 45.
[212] Buhârî, Şurût, 8; Ebû Davud, Nikâh, 17; Tirmizî, Nikâh, 38.
[213]Tirmizî, Buyû, 57.
[214] İbn Mâce, Ticârât, 6
[215] Buhârî, Büyu’, 19.
[216] Sarıkaya, M. Saffet, Osmanlı Devletinin İlk Asırlarında Toplumun Toplumun Dini Yapısına Ahilik Açısından Bir Bakış Denemesi, S.D.Ü, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 1999; Sayı: 6, s. 77.
[217] Sancaklı, a.g.e, s. 14 (naklen, Anadol Cemal, Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnameler, KBY, Ankara, 2001, s. 65).
[218] Sancaklı, a.g.e, s. 17 (naklen, Kılavuz M. Akif, “Ahîlik Kurumunda Din ve Ahlâk Eğitimi Anlayışı”, I. Ahî Evran-ı Veli ve Ahîlik Araştırmaları Sempozyumu II, Kırşehir, 2005,
[219] Kara, Mustafa, Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları-Tarikatlar/Tekkeler/Şeyhler, s. 210-212 (Dergah yayınları, İstanbul 2010, 2. Baskı).
[220] Erken, Veysi, “Ahîlik Teşkilatının Vizyonu”, II. Uluslararası Ahîlik Kültürü Sempozyumu Bildirileri, KBY., Ank., 1999, sh. 129-130.
[221] Sancaklı, a.g.e, s. 18.
[222] İbn Sa’d, Tabakatü ’l-Kübra, 1/142, (Beyrut 1995).
[223]Süyûtî, el-Câmiü’s-Sağır, nr. 1861, 1862.
[224] Buhârî, İlim, 2.
[225] Gündüz, a.g.e, s. 47-48.
[226] Berkan, Ömer Lütfi, “İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi. Yıl: 1942; Sayı: 11, Ankara, s. 282-283.
[227]Beyhaki, ez-Zühdü ’l-Kebir, nr. 867.
——————————————–
[i] Selvi, Dilaver. “FÜTÜVVET VE AHÎLİK TEŞKİLATLARININ AHLÂKÎ İLKELERİNİN OLUŞMASINDA TASAVVUFUN ÖNCÜLÜĞÜ.” İhya Uluslararası İslam Araştırmaları Dergisi 2.1 (2016): 1-37.
[ii] Doç. Dr. Dilaver Selvi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, selvidilaver@gmail. com