Fuzûlî ve Âlem-i Kayd

 

Fuzûlî’nin şiirlerinde bu âleme dâir daima bir tedirginlik hissedilir. O, dünyaya ve onun fânî nimetlerine kayıtlı bulunmaktan mustarip bir şairdir. Bu ıstırabını dile getirdiği beyitlerden anladığımız kadarıyla âlemin kaydında bulunmak, günlük endişelerin kucağında ömrünü tüketmek ona göre cehaletin karanlığında olmaktan farksızdır. Çünkü bu âlem gelip geçicidir. Dolayısıyla onun kederi de sevinci de gelip geçecektir. Varlığı ve yokluğu böylesine iç içe geçmiş bir halde tutan dünyanın ne gamından dolayı üzülmeli ne de nimetinden ötürü sevinmelidir!

Fuzûlî’nin şiirlerindeki “âlem” yorumu çok dikkat çekmektedir ve bizi ister istemez şairin yaşadığı devrin âlem tasavvuruna götürmektedir. Öyleyse âlem nedir ve edebiyatımızda buna dair tasavvurlar nasıldır?

Âlem kelimesi, ilim ve alamet kelimeleriyle aynı kökten türemiştir. Bu bakımdan âlem “tek tek alâmetlerin toplamı anlamına gelir.”[1] Alâmetler ise sayısızdır. Bu bakımdan âlemin belki onlarca tarifini ve sınıflandırmasını yapmak mümkündür. Bu mevzuya derinlemesine girmek bu kısa yazının sınırları içinde mümkün görünmüyor. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, âlem tasavvuru geniş bir çerçeveyi içine almakta ve genelde şu başlıklar altında toplanmaktadır: âlem-i ruhânî,âlem-i cismânî, âlem-i ulvî, âlem-i ecrâm, âlem-i eflâk, âlem-i esîr, âlem-i süflî, âlem-i anâsır, âlem-i kevn ü fesâd, âlem-i şehâdet, âlem-i gayb, âlem-i makul, âlem-i vücûdî, âlem-i halk, âlem-i emr, âlem-i melekût, âlem-i ceberut, âlem-i mülk, âlem-i zâhir, âlem-i mânevî, âlem-i uhrevî, âlem-i ervâh, âlem-i kudsî, âlem-i nesîm, âlem-i kebîr, âlem-i sağîr…[2]

Bu başlıkların yanı sıra elbette Fuzûlî’nin kendine özgü bir âlem tasavvuru, düşüncesi bulunmaktadır. Bu hususu onun eserlerinde takip edebiliriz. Âlem fikrinin -bilhassa memdûha/övülene yönelik beyitler hâriç tutulursa- onun şiirlerinde genelde olumsuz bir şekilde karşımıza çıktığını söylememiz mümkündür. Şâir, şiirlerinde bu âlemin kayıtlarına tutsak bulunmayı bazı beyitlerinde “belâ-yı kayd”, “dâm-ı küdûret”, “safâ-yi sûretin kaydı”,“kemâl-i cehl”, “kayd-ı gam-ı rüzgâr” gibi kelime ve terkiplerle dile getirmektedir. O, bir beytinde bu kayıtlar âleminden kurtulmayı dilemekte ve kendisini gam ve kaygı tuzağı yani “dâm-ı küdûret”ten kurtarması için Allah’a dua etmektedir:

Yâ Rab belâ-yi kayda Fuzûlî esîrdir

Ol bî-dili bu dâm-i küdûretten et rehâ[3]

Peki, Fuzûlî, âlemden ve onun kayıtlarından niçin rahatsızlık duymaktadır? Bu sorunun cevabını yine kendisinden dinleyelim:

Hiç âlemde bulunmaz eser-i râhat-i dil

Olurum muztaribü’l-hâl ne san’at tutsam

Bir şeyin esiri olmak, bu duruma mecbur olmayı gerektirir. Bu beyitlerden anladığımıza göre şair, bu dünyanın esiri olmaktan şikâyetçidir. Dünya ona göre bir zindan gibidir. Çünkü insan burada ihtiyaçlarından bir an bile kurtulamaz. Daimî bir telaş, baskı, tedirginlik, gam ve keder kişiyi bu âlemde yalnız bırakmayan yol arkadaşlarıdır. Şâir sonraki beyitte “Bu âlemde gönül rahatından bir eser bulunmaz. Her ne iş tutsam muzdarip bir hâl üzere olurum.” diyor. O bu rahatsızlığını şiirlerinde sık sık dile getirmektedir. Fuzûlî bu durumu aşağıdaki mısralarda daha belirgin bir şekilde ifade eder. Buna göre suretlerin yani bu görünen âlemin kaydını, endişesini çekenler, idrâklerini kirden pastan (jeng) yıkayamamışlar ve her suretin, gelip geçici her şeyin insanın kendi idrâkinde ve gönlünde bir leke/jeng olduğu fikrini idrak edememişlerdir:

Ey safâ-yi sûretin kaydın çeken bil kim henûz

Jengden âyîne-i idrâkini pâk etmedin

Jengdir âyîne-i idrâke her sûret ki var

Sen henüz ey sâde bu mazmûnu idrâk etmedin

Şâire göre, “zevkine ereceğim” diyerek bu âlemin endişesine tutulanlar sadece zahmet çekeceklerdir. Bu dünyanın zevklerine güvenmemelidir. Hakikî zevk ehli, himmetinin eteğini bu dünyadan çeken kişidir:

Zevk şevkiyle cihan kaydın çeken zahmet çeker

Ehl-i zevk oldur kim andan dâmen-i himmet çeker

Şâir, bu âlemi muhtemelen bir iç tecrübesinin varlığıyla değerlendirir. Burada fâni yani gelip geçici durumların bilgisinden çok, gelip geçmeyenin bilgisi, varlığı ve hakikati mühimdir. Fenânın mahkûmu olanlar âlem-i kayd ve cehâlet içindedir. Fuzûlî de bu hâli şöyle dile getirmektedir:

Fuzûlî âlem-i kayd içresin dem vurma aşkından

Kemâl-i cehlile da‘vâ-yı irfân eylemek olmaz

Beyitte işaret edildiğine göre âlem-i kayd içre olmakla cehil ve irfân arasında sıkı bir bağ vardır. Anladığımıza göre kişiyi irfândan alıkoyan şey onun bu kayıtlar âlemine tutsak oluşudur.

Fuzûlî, divanında “kayd içre olmak” bahsini, aşkın ve ilmin karşısında birer durum olarak devamlı bir şekilde ele alır. Onun, divanında ısrarla işlediği konulardan birisi de budur. Şair, âlemin kayıtlarından hiç hoşnut değildir. Dünyanın fâni endişelerine, gam ve kederine zaman zaman itiraz eder.“Âlem-i kayd içre olmak”şâirin kendisi için zulmet, yani karanlıktır. Şu görünen şeylerin esiri olmak, bir bakıma eşyanın ve kelimelerin temsil ettiği hakikî mânâyı idrak etmekten uzaklaşma hâli ve“cehâlet” olarak isimlendirilir. Âlem-i kaydın karşısında bulunan aşk, yaratılan ve Yaratıcı hususunda bize sürekli ikazlarda bulunan bir yol gösterici gibidir. Böyle bir durumda “aşk” gerçek bir “ilm”dir. Çünkü aşkın karşısında âlem-i kayd yani cehâlet bulunmaktadır. Aşkı bir “ilm” olarak değerlendiren Fuzûlî bunu bir beytinde şöyle dile getirir:

Fakih-i medrese ma’zûrdur inkâr-i aşk etse

Yok özge ilmine inkârımız bu ilme câhildir

O halde “âlem-i kayd” yani realite, şairin iltifat etmediği bir konudur. Niçin? Çünkü o eksiktir, bir devamlılığı yoktur. Onun tamamlanması ancak aşk ile olacaktır. O hâlde şair için mevcut olan her şey eksiktir. Ali Nihat Tarlan’ın söylediği gibi “her mevcûdun en mükemmel şekli onun (şâirin) kafasındadır. Mevcut, daima nakıstır.”[4]

Şâir belli ki, bu dünyanın yokluk ile hemhâl oluşundan ve insan kalbine verdiği ağırlıklara rağmen sevincinin sürekli olmayışından sıkılmıştır. Bu sebeple Fuzûlî, dünyaya tâlip değildir. Bir beytinde o, “ehl-i hakikat”e şöyle seslenmektedir:

Gelin ey ehl-i hakikat çıkalım dünyadan

Gayrı yerler gezelim özge safalar sürelim

Öyleyse insan bu kayıtlar âleminden nasıl kurtulacaktır? Bu âlemden, onun kayıtlarından, endişelerinden böylesine rahatsız olan bir insan bunlardan kendini nasıl uzakta tutabilecektir? Bu sorunun cevabı Fuzûlî’ye göre yine “aşk”tır:

Uşşâka değil kayd-i alâyık lâyık

Hergiz gam-i rûzgar çekmez âşık

Kayd-i gam-i rüzgâr bir illettir

Ol illete aşktır tabîb-i hâzık

Aşk, insanı can ve gönül kaygısı çekmekten kurtarmalıdır. Çünkü aşka düşen kişi, cânı “cânân”ına, gönlünü ise “dildâr”ına feda etmiştir:

Cân ü dil kaydını çekmekten özüm kurtardım

Cânı cânaneye ettim dili dil-dâra fidâ

Eski şiir anlayışımızda şâirin hareket noktası genellikle aşktır. Şâirin, aşkla kurduğu bağa son tezkire yazarımız İbnülemin Mahmûd Kemâl İnal, “Her âşık, şair olur mu bilmem, fakat her şairin âşık olduğuna şüphe edilmez.”[5]sözleriyle dikkat çeker. Bu anlayışta aşk, beşere duyulan süflî bir sevginin yerine geçen, fakat yine beşerin temsil ettiği bir mânânın adıdır. Aşk, insanı her dâim kendi yaratılışında saklı bulunan bir bütünlüğe davet etmektedir. İnsan, hakikatte Yaratıcısından bir parça olarak bilinmekte ve öyle takdim edilmektedir. Bu sebeple eski “edebiyatta insanı konu edinen her beyitte, insanın Allah’tan bir parça olduğu gerçeği gizlidir.”[6]

Dolayısıyla insanı bu bütünlük şuuruna eriştiren kavramın adı aşk olmaktadır. Evrendeki her şeyin birbiriyle ilişkisi ve bağlılığı aşk iledir. Aşkı gönlünde duyan bu ilişkiye dâhil olur. Böyle bir evren, insanla birlikte bölünmez bir bütünü teşkil etmektedir.[7] Öyleyse aşk, insanı bütünleyen, onu varoluşunun gerektirdiği şeylerin hudutlarına yakınlaştıran bir kuvvet olarak düşünülebilir. Fuzûlî de şiirlerinde, bu durumu ifade ediyor gibidir. O, aşkı “terk-i âlem” fikriyle birleştirmektedir. Aşk derdine düştüğünü ve bu âlemi terk etmek murâdında olduğunu söyleyen şâir, bu dünyada kaldıkça zahmetinin de artacağını ifade etmektedir:

Mariz-i derd-i aşkım terk-i âlemdir murâdım kim

Bu nâhoş mülkde eğlendiğimce zahmetim artar

Aşkın lüzumlu kıldığı konulardan biri de yârin yolunda candan geçebilmektir. Bu durum âlemin gamından rahat bulabilmenin de anahtarıdır. Ve işin ilginç yanı böyle bir derde karşı şairin söylediği tedbir, “hikmet” olarak ifade edilmiştir:

Candan geçeli buldum râhat gam-ı âlemden

Hoş hikmetle buldum ol derde bu dermânı

Aşkın burada önemli bir hususu daha ifade ettiğini söyleyebiliriz. Aşk, insanı bir seçim yapmak, bir ikilemin içine düşmek gibi ciddi bir problemden alıkoymaktadır. Çünkü onun temelinde birlik yer almaktadır. Hâlbuki aşkın mukabili tefrika ve firkattir. Firkat yani ayrılık, trajedinin başlangıcıdır. Trajedinin temelinde ise “seçme”ye dayalı bir durum yer alır. Osmanlı dönemi edebî metinlerinde ve İslamî literatürde birçok şeyin önceden belirlenerek insana takdim edilmesi, onu temelinde seçmeye dayanan bir hâl bulunan “trajedi”den uzak tutmaktadır.[8] Öyleyse bizi seçmek gibi gerçekten zor bir hâlden kurtaran kavramlardan biri olarak aşkı sayabiliriz. O hâlde aşkın bizi tamamlayan, diğeriyle ve âlemle bütünleyen bilginin adı olduğunu söylememiz mümkündür.

Fuzûlî aşkı, en orijinal terkiplerle ve en ilginç muhteva ile başarılı bir şekilde işleyen ârif bir şairdir. O şiirlerinde aşka özel bir yer ayırır ve konunun üzerinde ciddi bir şekilde durur. O, bir beytinde aşkı bir tarik (yol) olarak görür ve ehl-i aşk olanların yolundan canı çıksa bile kendisinin ayrılmayacağını ifade eder:

Ey Fuzûlî çıksa can çıkmam tarîk-i aşktan

Reh-güzâr-i ehl-i aşk üzre kılın medfen bana

Şâir, bu dünyanın bütün nimetlerini tattığını; nihayet bu âlemde sevgilinin yüzü gibi lezzetli hiçbir nimetin olmadığını söyler. Onu bu farka eriştiren kuvvet de aşk olmaktadır. Muhtemelen şâirin burada kastettiği, mânevî terbiye neticesinde veya seyr ü sülûkun nihayetinde gerçekleşen visaldir:

Ey Fuzûlî âlemin gördüm kamu ni’metlerin

Hiç ni’met görmedim didâr-ı dilber tek leziz

O hâlde aşka bağlı kalmak bu dünyevî alâkaların tuzağından bizi kurtarabilecek en önemli adımdır. Aşk, bir bakıma insanın dünyaya geliş gâyesini kendinde toplayan bilgi demektir. Bu ıstırap, bunca sancı daha da önemlisi âlem-i kaydın kendinde topladığı elem verici bütün hisler, aşk sayesinde kaybolacaktır.

Fuzûlî’ye göre “âlem-i kayd”ın yanında bulunan bir diğer husus “fakr”dır. Fakr, aşkın varlığı için oldukça gerekli bir keyfiyet olarak görülmektedir. O halde “fakr” nedir? Fakr, kaynaklarda “sâlikin hiçbir şeye malik ve sahip olmadığının, her şeyin gerçek malik ve sahibinin Allah olduğunun şuurunda olması”dır şeklinde tarif edilir.[9] Fuzûlî’ye göre fakra eren kişi zindandan kurtulmuştur ve o bir saltanat tahtına ermiş gibidir:

Çekme âlem kaydını ey ser-bülend-i fakr olan

Saltanat tahtına erdin bend ü zindânı unut

Fakr gibi bir hâliniçinde bulunan kişi şâire göre bu âlemin kaydını çekmemelidir. Çünkü “fakr”a eren kişi bir saltanat tahtına ermiştir ve bu âlem zindanından kurtulmuştur. Fakr, bir yokluk bilincidir ve ihtiyaç duymanın karşısında yer alır. O, bir bakıma derûnîbir “gına” hâlidir. Bu dünyanın gelip geçici heveslerine aldanmamak, muhtaç olmamak ve âleme boyun eğmemektir:

Fakr mülkin tut ger istersen kemâl-i saltanat

Saltanattan geç kim ol vâdide çoktur ihtiyâc

Fakr mülküyle beraber öne sürülen âlemlerin terki hususu, şâir için bir taca sâhip olmak gibidir. Böylece ona ebedî bir devlet yanisaadet bağışlanmıştır:

Fakr mülki taht ü âlem terki efserdir bana

Şükr-li’llah devlet-i bâki müyesserdir bana

Fuzûlî, dünya alâkalarından kurtulmanın bir başka yolu olarak “cünûnfeyzi”ni gösterir. Çağının ilimlerine vâkıf biri olarak şairin ifade ettiği bu cünûn bahsinin bildiğimiz mânâsının dışında bir muhtevası olmalıdır. Cünûn, “Hak âşıklarının Hak’tan başka hiçbir şeyle ilgilenmemeleri, ilahi aşkla sermest olmaları, deli olmadıkları halde deli gibi görünmeleri” şeklinde tarif edilir.[10] O hâlde cünûn, şairin kendisini dünyaya bağlayan ve Allah’tan başka bütün alakalardan kopuşu  ifade eder:

Cünun feyziyle âzâd olmuşum kayd-i alâyıktan

Kemâl ü fazl terki rütbe-i fazl ü kemâlimdir

Fuzûlî kayıtlarla alakalı bulunmayı bir başka beytinde “ta’allûk zulmeti” diye ifade eder.Cünûn ve fakr, Fuzûlî’nin bütün bu alakaların kayıtlarından kurtulmak için birer yoldur. Şair, bunlar sayesinde kayıtlardan kurtulduğunu söyler.

Görülüyor ki Fuzûlî, bu edebî gelenek içinde dış gerçekliğin bilgisinden ve ilgisinden rahatsız olduğunu ifade etmede hiçbir bir beis görmez. Bu kayıtlar âlemi ve onun bizde uyandırdığı bütün endişeler bir gün zevâle erecektir. Zevâle uğrayacak olana mahkûm olmakla kemâlin bilgisini elde etmek arasında bir tezat vardır. İnsan bu kayıtlar âleminden kendisini kurtardıkça, zaten onun fazlı da kemâli de artacaktır.

Fuzûlî’nin “âlem-i kayd”a karşı ifade ettiği fikirlerin genelde “aşk” kavramı etrafında toplandığını söyleyebiliriz. Aşk, insanın kemâlini hazırlayan en önemli sebeplerden birisidir. Hâlbuki bu kayıtlar âlemine tutsak oluş, onu aşktan uzaklaştırmakta, yaratılışının özüne giden yolları tıkamaktadır. Böylece insan bu dünyaya niçin gönderildiğini, hangi vazifelerle görevlendirildiğini bilememektedir. Fuzûlî, işte buna karşıdır. O bu dünyaya insanın bir vazifeyle gönderildiğini düşünmektedir. Onun Matlau’l-İtikâd fî Marifeti’l-Mabda’iva’l-Maâd adlı eserinde geçen şu sözleriyle bu yazıyı sonlandıralım:

“Doğru olan, akıllı kişinin, yaradılışı hususunu düşünmesi; varlığının mahiyetini araştırması; başlangıçtaki ve sondaki halini idrak etmesi; kazanç fırsatını kaybetmeden, sual ve cevap yerine yönelmeden önce, iyilik ve kötülük yolunu birbirinden ayırması; bütün insanların hemcinsi ve cinsinin icabı olan şeyler bakımından eşit bulunduğuna, binaenaleyh aralarında bilgiden başka -çünkü o derece derecedir- hiç bir fark mevcut olmadığına inanmasıdır. İnsanlar arasındaki yegâne farkı teşkil eden bilginin ise, en zoru, en yükseği ve en şereflisi; en faydalısı olup o da mânevi nimet ve insani olgunluktur…” [11]

 

Dipnotlar

[1] İhsan Fazlıoğlu, Fuzulî Ne Demek İstedi?, Papersense Yayınları, İstanbul, 2015, 2. Baskı, s. 56.

[2] İhsan Fazlıoğlu, a. g. e.,s. 57-59.

[3]Yazıda kullanılan şiirler için şu kaynaktan yararlanılmıştır: Kenan Akyüz vd. (hzl.) (2000). Fuzûlî Divanı. Ankara: Akçağ Yayınları.

[4] Ali Nihat Tarlan, Edebiyat Meseleleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1981, s. ?

[5] İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Divan-ı Yahyâ (Şeyhü’l-islam), Matbaa-i Âmire İstanbul, 1334, s. 56.

[6] Ahmet Atillâ Şentürk “Osmanlı Şiirinde “Aşk”a Dair”, Doğu Batı Dergisi Aşk ve Doğu, S. 26, Şubat, Mart, Nisan 2004, s. 59-73, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2011, s. 67.

[7] İhsan Fazlıoğlu, a. g. e., s. 54.

[8] Hilmi Yavuz, İslam’ın Zihin Tarihi Bir Müslüman Aydının İslam Üzerine Düşünceleri, Timaş Yayınları 4. Baskı, İstanbul 2010, s. 207.

[9] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2005, s. 131.

[10] Süleyman Uludağ, a. g. e., s. 91.

[11] Fuzûlî Matlau’l-İtikâd fî Marifeti’l-Mabda’iva’l-Maâd, Önsöz ve Notlarla Neşre Hazırlayan Muhammed B. Tâvîd at-Tancî, Çevirenler: Esad Coşan, Kemal Işık, Yeni Zaman Yayınları, İstanbul 2002, s. 8.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen