Halk tabâbetinin en mühim şûbesi, herhâlde şifâlı bitkiler hakkındaki mâlûmât olmalı. Son zamanlarda, medyatik tıbbın dilinde de, en çok dolaşan sözler, nebâtâta dâir. Bir vakitler, “kocakarı ilâcı” diye horlanan, aşağılanan bu, otlarla tedâvi usûlü, bütün Dünyâ ile birlikte bizde de manşet ihtilâli yaptı.
Bunun pek çok sebebi arasında öne çıkan bir-iki husûs, insan tabiatındaki “aslına rücû’” hasletini gösteriyor. Topraktan gelen âdemoğlu, yine topraktan beslenen nebâta “çâre” gözüyle yönelirken, ilmin ve teknolojinin desteğini inkâra yeltenmiyor. Ancak, lâboratuvar, klinik testlerinin acze düştüğü noktalarda, mûcize arayışı, nazarları botanik âlemine çeviriyor.
İşin temelinde, insanlığın derin tecrübesi olmasa, bitkide şifâ aramayı defe koyanlara belki arka çıkılabilir. Lâkin Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın memnû meyveye meylinden bugüne uzanan hayat çizgisi, hep yaprak, kök ve dal aralarında dolaşmış. Bu yüzden, “hâzık hekim” olmanın baş şartı, “Lokman”ca davranabilmekte yatıyor. Mânevî değerler hânesinin, her geçen gün biraz daha virân olduğu zamânımızda, tesellî arayanlara, bu asla dönüş mâcerâsı, tanıdık cümleler söyleyebilir. “Mûcize”nin bir başka görünüşü, ümîde cevap verirken çektirdiği fotoğraf…
“Jenosid” sözü, gündelik konuşma sermâyemizden çıkmaz oldu. Soy esâsına dayalı toplu imhâ vebâlleri, târîhin kara sayfalarını kararta kararta günümüze uzanıyor.
“Jenosid”e mâruz kalmış soylar arasında hiçbiri, Türk soyuna revâ görülen katl-i âm canavarlığına muhâtab olmadı. Buna rağmen, değişik zaman dilimlerinde Türklerle aynı coğrafyada yaşamış bir kısım yalancı mum yakıcılar, hem Türk soyunu kırmışlar, hem de Türk’e Jenosid bühtânında bulunmuşlardır. “Eşyânın tabiatı”, hangi düşünce silsilesinin özeti ise, Türk’e Jenosid yakıştırmak da, mantıksızlığın fotokopisi. Türk’e Jenosid töhmeti sipâriş edenler, önce boy aynasında kendilerine baksınlar. Bunu yapamayanın sözüne kim inanır?
Şinâsî, Mustafa Reşid Paşa’yı övmek maksadıyla kaleme aldığı “Kasîde”de, “Tanzimat Fermânı yazıcı ve okuyucusu”na hitâben:
“Bir ıtık-nâmedir insâna senin kânunun,
Bildirir haddini Sultân’a senin kânûnun.”
diye yüksek perdeden sesleniyordu.
1839’u tâkib eden yıllar gösterdi ki, Tanzimat Fermânı ne köleleri âzâd etti, ne de – Türk Devleti ve milleti dışında kimseye haddini bildirdi. Tabiî, bu arada Sultân’la onun vezîri niçin birbirine rakîb gösterilir? Anlaşılması zor, çetrefil bir durum.
1908’de Kaanûn-ı Esâsî’nin yeniden ilânı, Makedonya şehirleri başta olmak üzere Osmanlı coğrafyasında şenliklere vesîle olur. Şuûrsuz kalabalıklar, sokaklara dökülür ve akla-hayâle gelmedik çılgınlıklar yapılır. Asya’nın tamâmına yakınını gezerek 23 Temmuz 1908 günü İstanbul’a gelen Abdü’r-Reşid İbrâhim Efendi’nin ağzından Süleymâniye Kürsüsü’nde konuşan Âkif:
“Bir de İstanbul’a geldim ki, bütün çarşı-pazar
Nârâdan çalkalanıyor, öyle ya: Hürriyet var!…
Galeyân geldi mi, mantık savuşurmuş, doğru:
Vardı aklından o gün, her kimi gördümse, zoru.”
mısrâlarıyla, bu çılgınlık manzarasını anlatıyordu. Galeyânın, Türk milletine neler kaybettirdiğini anlamak için, düne dönmek kâfi. Daha öncekiler de, oradan görünür…