Ülkücünün çilesini bir ömür boyunca yaşayan insan.
O’nunla son defa vefatından bir gün önce Genel Merkez’de görüşmüştük. Rengi sapsarıydı ve çok halsizdi. Bazen nükseden ve doktorların çare bulamadığı böbrek taşı sıkıntısı gene tekrarlamıştı, ağrı yapıyordu. Bir süre oturdu, yemek teklif ettimse de istemedi, bermutat kahvesini içti. Bir süre oturduktan sonra “biraz yatsam belki iyi gelir” diyerek taksiyle evine gitti.
Ertesi akşam saat 20.00 civarında Ruhi Özbilgiç aradı, apartmanda komşuydular; “Galip Ağabey’in çok ağrısı vardı, Bilge (kızı) ile Gazi Hastanesine getirdik, Dr. Haluk Tokuçoğlu’nu da haberdar ettik, geldi. Fakat durumu iyi değil.” Hemen çıktım, acele hastaneye gittim. Ama birkaç dakika önce Galip Ağabey meşakkatli geçen bu misafirlik âleminden ayrılmış, ebedi âleme avdet eylemişti. Son nefesini vermeden evvel yanı başındaki Ruhi’ye “kendimi 150 yıl yaşamış gibi çok yorgun ve bezgin hissediyorum” demiş.
Birkaç arkadaş odanın kapısında bekleşiyor, Bilge hıçkırarak bağırıyordu: “sizlerin yüzünden babamla doyasıya birlikte olamadım, odadan çıkın, hiç olmazsa burada O’nunla baş başa kalayım.” Bilge haklıydı. Galip Ağabey zamanının büyük kısmını “ağabeylerim” diyerek şakalaştığı ülkücü gençlere, dostlarına ayırdığından en büyük saadet kaynağı olarak gördüğü evladıyla fazla birlikte olamıyordu.
Ertesi gün cenaze namazının kılınacağı Kocatepe Camii çok kalabalıktı. Namaz esnasında dua edebilmek için tabutunun başucunda olmak istiyordum. Değişik kesimlerden siyasetçilerin, protokol zevatının arasında kendime yer açmak için omuzumla zorlama yaparken bir yandan da Şair Baki’nin beytini hatırlıyordum:
“Kadrini seng-i musallada bilip ey Baki – Durup el bağlaya yaran karşında saf saf”
Galip Ağabey çok genç yaşından itibaren yüreğinde millet ve vatan aşkından başka bir tutkuya yer bırakmamış, nefsini şahsi istek ve heveslerden arındırmıştı. Aynı fikir ve düşünceleri paylaştığına inandığı herkesle muhabbeti vardı, özellikle gençleri sever, değer verir, ihtimam gösterirdi. Çok zaman bu duygularının karşılıksız kaldığını görmüştüm, insanların vefasızlığına alışkındı, şaşırmazdı. Ama en kıdemli ve yetkili olanlardan bu tavrı görünce kimseye açılmaz, kırgınlığını içine atardı. Onun birinci defa 12 Eylül öncesinde, daha sora 90’lı yıllarda başlayıp vefatına kadar süren “konuşup yazmama orucu” diye adlandırdığı gönül kırgınlığı dönemlerinde tek nefeslendiği penceresi duygularına aynı samimiyetle karşılık veren dostlarından oluşan belli bir çevreydi.
Ağabey sıfatını her anlamda hakkeden, ülkücü ahlâk ve faziletin ne olduğunu hayatı boyunca yaşayış tarzıyla, dünyaya bakışıyla en veciz şekilde anlatıp her nesle örnek olan Galip Ağabeyimi bir kere daha kalbi duygularla, hürmetle, muhabbetle, şükranla ve özlemle anıyorum; makamı âli, mekanı inşallah cennet yurdudur.