Geçen Yazdan

Bir ağabeyim var, hep eskiden, çocukluğunda yediği sebzeleri, meyveleri özler. “Eskiden yamuk karpuzlar vardı, ellerin yapış yapış olurdu” der meselâ. “Kaya domates” der, içleri “kar düşmüş gibi” olurmuş. Salatalığın, biberin, domatesin ta uzaktan kokusu duyulurmuş. Yafa portakalını yıllardır göremediğini söyler. Bir de küçük armutlardan bahseder. Tatlı ve sulu.
Geçenlerde Bilecik tarafına gittim. Hem ticaret hem ziyaret amaçlıydı.
Söğüt’ten Bilecik’e doğru giderken yaklaşık beş kilometre sonra sağa döndüğünüzde Dursun Fakih Türbesi’ne gidersiniz. O yolun üzerinde bir arkadaş var, tarlasında yetiştirdiği meyveleri satıyor. Baktım tezgâhında o büyüğümüz dediği armutlardan var. Hatta yamuk, küçük karpuz da var. Biraz armut, biraz üzüm, karpuz, kavun aldım. Bir de cevizden biraz büyük şeftali var ki tadı çok güzel, onları da aldım ağabeyime getirdim.
“Çocukluğumuz tatlarını buldum” diye çok sevindi. Bir hafta, her telefonda meyvelerin güzelliğinden, çocukluğunda yediği meyvelerden olduğundan bahsetti. Ben de beğendiğine sevindim tabi.
Cumartesi günü gidip biraz daha alayım, bitmiştir meyveler diye düşündüm. Elli kilometre falan gideceğim yer. Yola çıktım. TRT Türkü’de Ekrem Çelebi’den bahsediyorlar. Ondan alınan bir türkü başladı, sözler Abdurrahim Karakoç’un;
“Can özümden besmeleyi çekende
Dil yanmazsa ben yanarım sultanım.
Hak uğruna bir sefere çıkanda
Yol yanmazsa ben yanarım sultanım.
Arzuhâlim ulaşırsa divana
Korkarım ki taban değer tavana
Çiçeğimden zerre girse kovana
Bal yanmazsa ben yanarım sultanım.
Göz utanır gönül dostu görünce
Can tutuşur candan selâm verince
Bülbül olup bir bahçeye girince
Gül yanmazsa ben yanarım sultanım.
Aşıklık içimde doğduğu zaman
Taş yanar gözyaşım yağdığı zaman
Mızrabım sazıma değdiği zaman
Tel yanmazsa ben yanarım sultanım.
Üzülmedim erkenine geçine
Akıl yordum her şeyine, hiçine
Söküp yüreğimi atsam içine
Göl yanmazsa ben yanarım sultanım.
Alev alev ruhta, canda bu ateş
Bakmakla görülmez bende bu ateş
Bırakılsa hangi günde bu ateş
Yıl yanmazsa ben yanarım sultanım.
Dosta mektup yazma vakti gelirse
Yazar, postalarım kısmet olursa
Mektubumun mahiyetin bilirse
Pul yanmazsa ben yanarım sultanım.”
Ardından bir Ekrem Çelebi daha…
Sonra başka türkülere geçti. “Şimdi Şu Uzun Gecenin Sabahı olsam” türküsünü dinleyeceğiz” dedi ama olsun. İfade olarak doğru da türkü sözü öyle değildi tabi.
“Şu uzun gecenin gecesi olsam,
Sılada bir evin bacası olsam.”
Bilecik yolundan Dursun Fakih’e, Küre yoluna döndüm. Bizim arkadaş yerinde duruyor. Hepsi kendi yetiştirmesi meyveler tezgâhında. Tezgâh dediysem hepsini toplasan on beş kilo gelmez.
Ağabeyime mürdüm eriği, erkenci üzüm, küçük sulu armut, kıraç karpuz aldım. İncir de çıkmış geçen hafta yoktu, ondan da aldım. Kavun yok, sordum. “Biraz içi geçmiş diye tahmin ediyorum, satarsam ayıp olur diye buraya koymadım. Yukarıda duruyor. Eşe dosta ikram ediyorum” dedi. Tabi ben de eş, dosttum, gereğini yaptık.
Bir arkadaşının kavunları daha iyiymiş, bu sabah toplamış daha. “Oraya gidelim” dedi, gittik. Radyoda “Cevizin Yaprağı Dal Arasında” türküsü çıkınca “Nereden buldun bunu?” dedi. Bulmamıştım, radyoda o vardı.
“Gençliğime gittim” dedi. Zamanında damatları hamama götürürlermiş. Sonra da eve üstünü başını giydirmeye giderken delikanlılar hep beraber bunu söylerlermiş yol boyunca.
Küre, Bilecik’in Söğüt’e bağlı köylerinden biri. İlk mehter orada kurulmuş, hâlâ da varmış. Dursun Fakih yukarıdan seyrediyor Küre’yi.
Küre’den de kavunumuzu aldık. Arkadaşı yerine bıraktım, ben de Eskişehir’e.
Bir haftadır bizim Mesut Doğan arıyor, “Abi, bir adak kurbanı keseceğim, Cumartesi muhakkak gel” diye. Meyveleri büyüğüme bıraktım, oraya gittim.
“Adak kurbanını kendi yiyemez adayan kişi, ancak yerse, parasını vermesi lâzım” dedi Mesut Bey. İlave de etti, “Zaten ben et yemem”
Davet ettiklerinden biri babası, et yemesi zor. Biri vejeteryanmış, o zaten yemez. Bilseydim bir kaç gün önceden hazırlık yapar, yemek yemezdim.
Adak kurbanı yemeye gittiğimi söylediğim biri Din İşleri Yüksek Kurulu’nun görüşünü göndermiş, şöyle diyor; “Adak kurbanının etinden adak sahibi, eşi, neslinden geldiği ana, baba, dede ve nineleri ile kendi neslinden gelen çocukları ve torunları yiyemeyeceği gibi bunların dışında kalıp zengin olanlar da yiyemez. Eğer kendisi veya bu sayılanlardan biri yerse, yenilen etin bedelinin yoksullara verilmesi gerekir.”
Mesut Bey bir kurban parası daha dağıtması gerek bence. Söylediğimde “Bize verin diyorlar kısacası” dedi ama yine de iş sıkıntılı.
Kendi elinde de tabak gördüm sonra.
Sabah işe gelirken bir aile ellerinde telefon bir yer arıyorlar ama bulamamışlar gibi. Sordum, kahvaltı edeceklermiş, uygun bir yer bakıyorlarmış. İnternette adını duydukları yeri arıyorlarmış daha doğrusu. Götürdüm sonra. Eskişehir simidi aldım kişi başı bir tane.
Ankara’dan gelip Akçay’a doğru gidiyorlarmış.
Şimdi bu vermek sayılmaz tabi.
Bir de Mesut Doğan’ın evinde yediğimizin parasını dağıtacağız.
Hem ye, hem para dağıt.
Olsun bakalım.
Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen