GİRİŞ
Günümüzde gen oyunları yahut gen tuzakları diyebileceğimiz yeni bir tiyatro ulusların gözü önünde sahnelenmektedir. Bu arada tıbbi genetiğin ulaştığı noktaları ve insan sağlığına katkılarını göz ardı etmek de mümkün değildir. Günümüzde amniyosentez ve bazı teşhis yöntemleri ile çocuk doğmadan bazı hastalıklar belirlenmektedir. Bu son derece faydalıdır. Genetik hastalıkların teşhis ve sağaltımında bulunan yöntemler inkâr edilemeyecek yüksek seviyelere erişmiştir. Fakat doğumdan önce veya sonra fark edilen yaşam boyu ilaç alması gereken insanlar sigorta şirketlerince sigortalanmamaktadır. Veri bankalarında bilgiler gizli tutulmaktadır. Bugün halen savaş bölgesine giderken sağlık sigortası yaptırılamamaktadır. Büyük şirketlerce genlerin şimdiden patentleri alınmaya başlamıştır. Gelişmekte olan ülkeler sürekli olarak gelişmiş ülkelere muhtaç edilmektedir. Az gelişmiş ülkelerin çalışma sahaları daraltılmaktadır.
Popüler genetik diyebileceğimiz bir alanda ise internet sitelerinde birçok insan genetikçiden daha fazla uzman kesilmişlerdir. Bir merak ve araştırmanın ötesine geçerek İngiltere kraliyet ailesinin Peygamber Efendimizin soyundan geldiği gibi her yönü ile siyasî ve tutarsız olduğu belli iddialar da bunlara dâhildir. Geçmiş yüzyıllarda da Napolyon, Bismark gibi ünlü devlet adamlarını “Şark”ın bazı işgüzarları zorla müslüman göstermeye çalışmışlardır.
Son yıllarda You Tube kanallarında gençler katılımcı ve izleyicilerin ağız mukozasını alarak yurt dışındaki laboratuvarlara “Tıbbi Etik Kurulları”nın izni olmadan gönderebilmektedir. Gelen laboratuar sonuçlarına göre her ne hikmetse Türk çocukları 70 bin-50 bin sene önceki akrabalarla irtibatlandırılmakta fakat bugünkü Türklük bağları bulunamamaktadır. Sade insanlardan gerçekler laboratuarlar tarafından gizlenmekte birçok konuda olduğu gibi uluslar üstü şirketlerin amaçları ile biyolojik materyallerini( Ağız mukozası, tükürük, kan, idrar vb.) veren insanların safiyetleri farklı istikamette hareket etmektedir. İnsanlara kendileri üzerinde oynanan bu tuzağın birincil nedeni gen patentleri olmakla beraber birçok alt nedenleri de içinde barındırmaktadır. Hâlbuki önce insanlara yürütülen Genom projesinde ulaşılan sonuçlar dürüstlükle açıklanmalıdır. Bırakınız tüm insanlardaki genetik benzerlikleri insanların hayvan ve bitkilerle olan benzerlikleri farklılıklardan kat ve kat yüksektir. “İnsanlar genetik olarak % 99.9 biri birine benzer. DNA’nın sadece % 2 si genleri oluşturur. Şempanze % 98.8 genetik olarak insana; Kedi % 90 genetik olarak insana; İnek % 80 genetik olarak insana; Meyve Sineği % 60 genetik olarak insana; Muz % 60 genetik olarak insana benzer”. Yani genom projesi ile insan toplulukları arasındaki farklar değil yeryüzünde yaşayan tüm canlılar arasındaki benzerlikler ortaya konabilir. Dünyada 5-6 uluslar üstü şirketin laboratuvarlarında yapılan DNA analizlerinin spekülatif (kurgusal) verileri uzun yıllar devam edecek ve görünenin altındaki niyetleri ileride anlaşılacaktır. Bu söylediklerimizi niyet okuma şeklinde düşünen okuyuşlara bu konuda Batının vukuatlı tarihinden örnekler vermek gerekmektedir:
IRKÇILIK
Avrupa’dan başlayıp dünyayı saran ırkçı bakış, sadece Avrupa milletlerine değil, dünyanın dört bir tarafındaki milletlere de kan ve gözyaşı getirmiştir. Avrupa’nın diğer milletlere bakışının esas temeli sömürgeciliğine sözde meşru zemin oluşturmaktır. “üstün ırk” kavramını Avrupalıların ortaya atışı ve bunu sömürge için kullanmaları, yüz yıllardır, yeryüzünde sonu gelmez savaşları ateşlemiştir. Irk kavramı tek başına sömürgecilikten sorumlu mudur? Tabi ki Avrupalının buna yüklediği anlam ve yorumlar tarihin seyrini değiştirmiştir. Bu terimi Avrupa özellikle 17. yy da kendi menfur amaçları için kullanmaya başlamıştır. Bu kullanımda batının tanınmış filozofları ve ahlakçıları; ötekileştirdiklere diğer millet ve halklara acımasız yorumlar yapmışlardır.
Ünlü Alman Filozofu Kant da dahil olmak üzere birçok düşünür ırkçılık girdabından kurtulamamıştır. Kant 1775’de “Of The Different Human Races” araştırmasında yazdığı ifadelerde genelde gezginlerin kitaplarından aldığı bilgileri kullanmıştır. Irk hakkında konuşmalar yapmış, antropoloji ve fiziki coğrafya konusunda dersler vermiştir. Bu çalışmasında yazdığı bilgiler araştırma ürünü olmayan teorik bilgilerdir. Üstelik biyolojik yorumları günümüzde çocukları bile güldürecek ilkelliktedir. Negroların (siyahiler) tembel, kızıldereliler güçsüz, sarı derililerin safra kanallarının engellenmiş olduğunu yazabilmektedir (Kant, 1775: 39-41). Herder, Hegel, Gobinea yazdıkları eserlerde sürekli olarak önce beyazlarda zihinin çalıştığını söylemiştir. Bunlara ünlü evrimci Darwin’de dâhildir. Bu bakış açıları sıradan Avrupalı’nın değil Avrupa’ya yön vermiş ahlâkçıların, filozofların görüşleridir. O halde ister Asya, ister Afrika, isterse Güney Amerika olsun kendi kavramlarını oluşturmak zorundadır.
ÖJENİ (EUGENİ)
İnsan ırkının iyileştirilmesi hareketidir. Eugeni kavramını ilk kez 1883 yılında Darwin’in kuzeni Francis Galton kullanmıştır. En yetenekliler için pozitif eugenidir. ABD 1907, 1932 I. Dünya savaşından sonra 14 milyon Amerikalıyı yani kendi halkını kısırlaştırmıştır. Rockefeller ve Carneige vakıfları Öjeni hareketini desteklemiştir. İkinci Dünya savaşı sırasında öjeni Almanya ve iskandinavya’da artmıştır. Eugeni hareketi özellikle II. Dünya Savaşı’nda Almanya’da yapılan soykırım ile büyük oranda son bulmuştur. (Karaçay, 2012: 13-14). Yahut son bulduğu düşünülmektedir.
Tıbbi genetik çalışmalarını özen ve dikkatle ayırarak, arkeo-genetik ile diğer soysal ve psikolojik amaçlı genetik çalışmaların ideolojik temellere oturabileceği unutulmamalıdır. Hatta tıbbî çalışmalarda “tıbbî etik” göz ardı edilirse onun da insanlığın geleceğini tehdit edebileceği göz önünde bulundurulmalıdır.
GÜNÜMÜZ POPÜLER GEN ÇALIŞMALARI
IBM & National Geographic 2005 yılı coğrafik genom projesi başlattı. 25. 000 insandan örnek almış, 500.000 kişiye kit ulaştırılmıştır. Bu sayı şimdi milyarların üzerindedir (https://www.youtube.com/watch?v=D1TlFvs1PzQ). National Geographic Dr. Spencer Wells-Residence Explorer ve ekibi ile Geno 2.0 Yeni Nesil testini piyasaya sürdü. Bunlar iddia edildiğine göre daha yüksek kapasiteli DNA testiydiler. Daha doğru bölgesel soy tayininde kullanılıyor, geliştirilmiş DNA haplogroup aramaları ile ataların hikayelerine ulaşılıyordu. Geno 2.0 Yeni Nesil kiti ağrısız yanak mukazasından DNA örnekleri Türkiye’de dahil IBM & National Geographic laboratuarlarına gönderildi. Bir ticaret görüntüsü altında “Gen haritasında indirim sezonu” başlığında “maliyet ilki 1 milyon dolara sonra 50 bin doların altında, 2010’da rakamın 5 bin dolara gerilediği bugünse daha da düştüğü söylenmektedir. Gen haritası sanayiinin patlama yapması bekleniyor” denildi ve yeryüzünde iki elin parmakları kadar şirket kontrolü ele aldı. 2015’den itibaren analiz fiatları daha da düştü. Bazen ücretsiz de yapılıyor. Çünkü alınan biyolojik materyallerin şirketlere, istihbarat birimlerine ve emperyal devletlerin üniversite ve politikacılarına yapacağı hizmet çok daha büyük getirileri gösteriyordu.
“NewScientist dergisindeki yoruma göre 2010, hem hastalıklara genetik müdahale yöntemlerinde, hem de ticari gen haritası çıkarma ve tedavi endüstrisinde patlama yaşanacağı bir yıl olmuştu.” Artık gen araştırmalar tıbbî amaçların dışında her konuda manipüle edilebilirdi. Milletlerin kimliği ve aidiyet şuuru, etnik parçalanma ve kontrolü daha birçok akla gelen ve gelmeyen birçok konu uluslar üstü genetik laboratuarlarının kontrolüne geçecekti. Her insan kimliğini sorgulayabilir, ataların izinde kemiklerde yapılacak antropolojik gen örnekleri ile Türk Dünyası, Türkiye örneğinde olabileceği gibi mevcut zayıf kültür ve irfan algısı daha da yıpratılabilirdi.
Murat D. Mirza’nın “Türk müsünüz?” kitabında ve benzer web sitelerinde (http://www.genomturkiye.com/blog/15-turk-musunuz.html) okuyucuya sunulan Anadolu’da Türk’ün arkeogenetik (çeşitli moleküler genetik yöntemleri ve DNA kaynaklarını kullanarak insanlık tarihine ait DNA’yı inceleyen bir bilim dalı ) olarak izlerinin bulunamayacağı yahut kendine has genetik mirasının olamayacağıdır (Mirza, 2012: 73). Hâlbuki Türkler destan dönemlerinden beri Dede Korkut Oğuz Namelerinde ifade edildiği gibi “Dede Korkut gelmiş soy soylamış, boy boylamış adı güzel kendi güzel Muhammed’e salâvat getirmiştir”. Bu kısa-öz-derinlikli düşünülmesi ve anlaşılması gereken irfânî cümle “Batı ırk algısına” en güzel cevabı vermektedir. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu (1929-1992): “İnatla girmeyin soy sop faslına/Kurtsa kurt, itse it döner aslına” beyti ile Türk gençlerine “gen tuzak”larını yani henüz bu günleri göremeden şiirsel bir vasiyet bırakmıştır.
Yanlış sorular yanlış sonuçlara götürür:
Acaba insanların ve milletlerin oluşumunda sorular batı düşüncesinin ürettikleri şeklinde mi olmalıdır? Genetik karşılaştırmalarda temel alınan kontrol grubu sayısı bilinçli müdahale ile eksik bırakılmıştır. Sistematik rastgele değil, sistemli örnekler alınmıştır. Irkçılık yapılamaz sonucuna değil, bilakis biyoloji ve genetik ilimleri suiistimal edilerek ırkçılık yapılmaktadır. Batı Düşüncesi çoğu kez diğer uygarlıklara karşı projeksiyon (yansıtma) mekanizması kullanmaktadır.
DNA çalışmaları üzerinden yapılan bu çalışmalara şu sorular sorulamaz mı?
Evreni oluşturan bileşenler tüm varlıkların ortak plazma havuzudur. Varlıklar canlı cansız ayrılmalımıdır? (Kozmik Organizma) Süpernova patlamalarından gelen metal elementler, Yağmur suları, Bitkilerin oluşturduğu Oksijen, Tüm Bitkiler ve Hayvanların Organizmaların farklı oluşları (DNA –AGCT-) nükleik asit talimatlarındaki değişikliktir. Alyuvar dünün ıspanağıdır. Hemoglobinindeki “Fe” ise yeryüzü oluşmadan süpernovalardan gelen insan ve benzeri canlılarda alyuvarlardaki oksijeni bağlayan ve hayatın devamını sağlayan bir elementtir. Henüz dünyamız yokken “demir, manganez, sodyum, potasyum, klor ve birçok element önce uzayda oluştuktan sonra yeryüzüne serpintiler halinde indiler ve dağıldılar.
Hücreler Nelerden Oluşur? 1-Atomlar (C, H, Oksijen, Nitrojen, Fosfor), 2- Basit Moleküller, 3-Zincir Moleküller, 4-Strüktürler, 5-Hücreler, 6-Organlar, 7- Organizmalar ve toplam yaklaşık 60 trilyon hücredir. DNA’daki dört harfin değişik bileşimlerinin yan yana gelmesi ile ortaya çıkan ve harf sayısı birkaç binden birkaç yüz bine çıkabilen kelimelere gen denir. Organizmaya ait genlerin tamamına ise genom denmektedir.
GENOM PROJESİ
Francis Collins, Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün Genom Haritası Projesi’nin lideriydi ve bu görevi nedeni ile bir açıdan ABD hükümetini temsil ediyordu. Craig Venter ise özel bir şirketin kurucusuydu ve özel sektörün temsilcisiydi. DNA’daki bilgi “DNA’nın sentezini “yap” anlamı taşıyorsa, bu bilgi DNA polimeraz adını verdiğimiz enzim olarak ortaya çıkar ve hücre bölünmesinden önce DNA’nın kopyasının yapımında görev alır. Gen haritasının belirlenmesiyle genom projesi sonucunda insanda yaklaşık 25-30 bin civarında gen bulunduğu anlaşılmıştır. Genlerin büyük çoğunluğu protein kodlar. Bazı genler birden fazla protein de kodlayabilir. Bununla beraber protein kodlamayan genler de vardır. Craig Venter insan gen haritası üzerinde çalışan devlete bağlı üniversite ve araştırma kurumlarının çok yavaş ilerleme kaydettiklerini ileri sürmüş, bu işi onlardan daha kısa sürede bitireceğini iddia ederek bir anda basında en çok konuşulan kişi olmuştu. Craig Venter, aslında olaya bir işadamı olarak yaklaşmıştı. Celera adlı şirketinde haritayı bir an önce bitirerek DNA dizilimlerine patent almayı ve insanlık tarihinin belki de en büyük servetini kazanmayı düşlemiştir. O nedenle henüz proje % 100 tamamlanmadan, projenin bittiğini ilan etmeye kalkışmıştı. İnsan gen haritasının tamamlanmış olduğunun ilk olarak özel bir şirket tarafından açıklanması, bu projede devletin desteği ile çalışan üniversiteleri ve araştırma merkezlerini zor duruma sokacaktır. Devlet desteğiyle yürütülen çalışmaların daha önce tamamlanması ise milyonlarca dolar harcamış olan Celera’nın planlarını altüst edecektir. Devlet desteği ile yürütülen projede sadece ABD değil, İngiltere, Fransa, Almanya Japonya ve Çin’de bulunan laboratuarlarda onlarca insan çalışmaktaydı. Her gün belirlenen yeni DNA dizilimleri, çok kısa sürede İnternet üzerinden bilim dünyasına açıklanıyordu. Böylece farklı ülkelerde bulunan diğer bilim insanları projedeki gelişmelerden anında haberdar oluyor ve projenin daha hızlı ilerlemesi sağlanıyordu. Craig Venter’in kurduğu Celera adlı şirketin çalışma sonuçları ise büyük bir sır perdesinin ardında şirket kasalarında depolanıyor ve kullanmak isteyenlere ancak belli bir ücret karşılığı temin ediliyordu. Özetle Celera bu işe, elde edilen bilgiyi paraya dönüştürmek amacı ile girişmişti; çünkü yatırımcılarına, gen haritasının tamamlanmasıyla elde edilecek bilgi ile milyarlarca dolar kazanacaklarını vaat etmişti. Burada açıkça ifade edebilirim ki, Celera bu işte biraz kurnazca davranıp devlet desteği ile belirlenen ve sadece bilim dünyasına değil, bilgisayarı ve İnternet bağlantısı olan herkese açık olan veritabanlarına eklenen DNA dizilim bilgilerini de kullandı. Bu veritabanlarına yüklenmiş olan dizilimleri, kendi elde ettikleri DNA dizilimlerine ekleyerek projeyi beklenenden çok daha kısa bir sürede bitirebilmiş, buna karşılık, kendi elde ettiği dizilimleri bilim dünyası ile bile sadece para karşılığı paylaşmıştı. Genom projesi ile çok sayıda farklı organizmanın dizilimleri belirlendi ve bu listeye yeni organizmalar her geçen gün eklenmektedir. Çok sayıda bilim insanı önce güçlü bilgisayarlarla dizilimleri karşılaştırıp benzerlikler bulmakta ve daha sonra laboratuara dönerek, dijital platformda elde ettikleri sonuçları deneysel olarak test etmektedir. Şimdiye kadar elde edilen sonuçlar, bu yöntemin gerçekten çok güçlü olduğunu gösterdi. Farklı organizmaların DNA dizilimleri karşılaştırılarak çok sayıda yeni gen keşfedildi. Laboratuvar şartlarında gen nakavtı yapıları bozulan genlerin, farede ortaya çıkan arazlara bakmak suretiyle, normal şartlar altında ne tür işlevleri olduğu öğrenildi, öğrenilmeye de devam edilmektedir. Sadece protein kodlayan kısımların değil, genomun tamamının belirlenmesi ve türler arası karşılaştırmalar sonucu, genomun protein kodlamayan ve gen “regülasyonunda” önemli rol oynayan DNA dizilimleri hakkında da bilgiler elde etmeye başlanmıştır. Regülasyondan sorumlu kısımlar, bir genin ne zaman, ne kadar ve nerede çalışması gerektiğini belirleyen kısımlardır. Pek çok hastalık, genlerin çalışmasını kontrol eden bu mekanizmalardaki bozukluklar sonucu ortaya çıkar( Karaçay, 2012: 83-89). Genom projesinde kimsenin DNA dizilimi üzerinde telif hakkı olmaması gerektiği belirtilmiş ve kanuni olarak bu tür bir girişimin, yani genlere patent alınarak ticari amaçla kullanılmalarının önlenmesi önerilmişti. Böylece elde edilen bilginin bütün insanlığın hizmetine sunulması garantilenmiş olacaktı. Ancak özellikle ABD’deki patent kanunları ve bu işi kar amacıyla yapmak isteyen sermaye sahiplerinin baskısı sonucu, çok sayıda DNA dizilimi sonraki yıllarda patentlendi. Bu durumdan dolayı ABD dışındaki ülkelerde, ABD’ye karşı haklı olarak negatif bir tutum ortaya çıktı. DNA dizilimlerinin tescil edilmesine kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır. Fakat Gen haritası bilgisi bütün insanlığın malıdır ve öyle de kalmalıdır( Karaçay, 2012: 94).
GENLERİN PATENTLENMESİ: FELAKETE REÇETE
Patent olayının halk sağlığı açısından ulaşabileceği boyutları açıklamak için Brezilya hükümetinin H IV-AIDS ile savaşta karşılaştığı güçlükleri örnek vermek gerekir. 1990’larda Brezilya’da her yüz kişinden biri HIV kurbanıydı. Güney Afrika’ da o günlerde Brezilya ile aynı olan oran 10 yıl sonra % 25’e çıktığında, Brezilya hala % l ‘i koruyordu. Bunun nedeni, Brezilya hükümetinin mücadelede çok aktif bir şekilde rol alması oldu. Hükümet bütün hastaları bedava tedavi etmeye başladı. Ülke ekonomisine milyonlarca dolara mal olan tedavi, aradan geçen yıllarda ekonomiye çok ağır bir yük olmaya başladı. Çünkü ilacı ABD’den Abbott Laboratories adlı şirket geliştirmişti ve Brezilya hükümeti Abbott’a her yıl milyonlarca dolar ödüyordu. Brezilya hükümetinin defalarca başvuruda bulunmasına rağmen Abbott her defasında ilacın fiyatını düşürmeyi reddetti. Yılda 170 bin kişinin ilaç masraflarının karşılanması sonucu Brezilya’nın millî gelirinin % 4’ü sadece AIDS ilaçlarına gider olmuştu. Brezilya hükümeti Dünya Ticaret Örgütü’nün 2001 yılında aldığı bir kararı gerekçe göstererek, eğer Amerikan ilaç şirketleri fiyatı düşürmezse ilacı kendi ilaç şirketlerine ürettireceğini açıkladı. Dünya Ticaret Örgütü’nün kararı, toplum sağlığının acilen tehdit altında olduğu durumlarda hükümetlerin patent sınırlamalarını göz ardı edebilmelerini sağlamak üzere alınmıştı . Brezilya hükümeti AIDS’in ciddi ve acil bir halk sağlığı problemi olduğu nu ileri sürerek bu kararı destekliyordu. ABD ise, bir yandan ilacın yapımcısı Abbott şirketinin ve onun desteklediği lobilerin bir yandan da Ticaret Odası’nın doğrudan hükümete yaptığı baskılar sonucunda, Brezilya’nın patent anlaşmasını bozması (yani ilacı kendi ilaç şirketlerine yaptırması) durumunda Brezilya’ya ekonomik yaptırımlar uygulanmasını sağlamaya çalışıyordu. Buna rağmen Brezilya hükümeti Abbott’a tarih vererek o güne kadar ilacın fiyatını düşürmemesi durumunda kararını uygulayacağını açıkladı. Her yıl milyonlarca dolar kaybetmesi tehdidinin çok ciddi olduğunu anlayan Abbott, sonunda Brezilya’nın “son gün” olarak belirlediği tarihte ilacın fiyatını düşürdüğünü açıkladı. ABD ve Avrupa’da pek çok şirket DNA’yı patentlemek için milyonlarca dolar harcadı ve harcamaktadır( Karaçay, 2012: 94-95).
Bunun nasıl bir sonuç doğurabileceğini şöyle bir senaryo ile görelim:
Yıl 2023. Mehmet Bey X hastalığına yakalanmıştır. Hastalık, Y genindeki bir mutasyon sonucu ortaya çıkmıştır. Eğer tedavi edilmezse Mehmet Bey’in sağlığı giderek kötüleşecek ve 7 ila 10 yıl içinde hayatını kaybedecektir. Tıptaki gelişmeler, Y genindeki bozukluğu gen tedavisi ile düzeltecek düzeye ulaşmıştır. Mehmet Bey’in Y genindeki bozukluk Akdeniz Üniversitesi Gen Tedavi Merkezi’ndeki imkânlarla tedavi edilebilmektedir. Ancak doktorlar böyle bir tedaviye girişemezler, çünkü tedaviye başlamadan önce Y genini patent altına almış olan Amerikan veya Avrupalı şirkete başvurarak izin almak zorundadırlar. Patentten dolayı önce bu şirkete yüklü bir miktarda para ödenmesi gerekmektedir. Bu parayı dar gelirli Mehmet Bey karşılayamayacağı için ya tedavi edilmeden ölüme terk edilecek ya da Türk hükümeti, sağlık sigortası ile gerekli ödemeyi, patenti elinde tutan Amerikan veya Avrupalı şirkete yapacaktır. Sadece tek bir ilaç için yaptığı ödemelerin Brezilya hükümetini iflasın eşiğine getirdiğini hatırlayalım. İnsanın 25- 30 bin gene sahip olduğu düşünülürse, bunların bozukluğu ile ortaya çıkacak her bir hastalık için, söz konusu genin patentini elinde tutan şirkete ödeme yapılması, gelişmekte olan ülkelerin ekonomisine çok ağır bir yük ve büyük bir darbe olacaktır. Ödeme yapmanın alternatifi de vatandaşların parasızlık nedeniyle o sağlık hizmetinden mahrum bırakılmasıdır. Ülkemizin ve vatandaşlarımızın böyle bir felaketten korunması için zaman kaybedilmeden yasal önlemler alınmalıdır. Sağlık Bakanlığı’nın önderliğinde, kanun yapıcı birimler ile birlikte çalışılarak genlere konulan patentlerin ülkemizde tanınmaması için yasal düzenlemeler yapılmalı ve ülkemizin ekonomisinde çok ağır yaralar açabilecek böyle bir haksız girişim şimdiden önlenmelidir. Genlerimize tekel koymaya hiç kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır. Bu konu ele alınırken birkaç yıl değil, birkaç yüz yıl sonra ne olacağı düşünülerek karar verilmelidir. İşin başındayken gerekli önlemlerin alınması, gelecekte ortaya çıkabilecek çok büyük problemleri şimdiden önlemek demektir ( Karaçay, 2012: 96-97).
Bildiğimiz gibi yaşam, gezegeni birlikte paylaştığımız sayısız organizma genomu tarafından belirlenir. Her organizma, o organizmanın bir yaşam örneğini inşa etmek ve sürdürmek için ihtiyaç duyduğu biyolojik bilgiyi içeren bir genoma sahiptir. İnsan dâhil çoğu genomlar ve tüm diğer hücresel yaşam formlarının genomu, RNA (ribonükleik asit) genomuna sahip olan birkaç virüs dışında, DNA (deokisiribonükleik asit) yapılıdır. DNA ve RNA, nükleotit denilen monomerik alt birim zincirlerinden oluşan polimerik moleküllerdir (Brown, 2015: 3). DNA canlıların her hücresinde bulunan organizmaya ait genetik bilgileri taşıyan çift sarmal moleküllerdir. Hücre çekirdeğinde ve mitokondride bulunan DNA’lar şeker, fosfat ve dört bazdan oluşur. Bu bazlar: Adenin, Guanin, Sitozin, Timindir. Bazlar ikili olarak eşleşir ve baz çiftleri olarak isimlendirilir (adenin-timinle, guanin-sitozinle eşleşmektedir). DNA da kromozomları meydana getirmektedir. O canlı türüne ait kalıtsal bilgiler DNA’da saklıdır ve DNA üzerinde kalıtsal özellik taşıyan genler bulunmaktadır.Kromozomlar ise DNA’nın özel proteinlerle birleşmesiyle oluşur. DNA hücrenin sentez ve yönetim özelliğine sahip bulunmaktadır.
Tüm çok hücreli hayvanların genomları için tipik olan insan genomu iki farklı kısımdan oluşur:
-Çekirdek genomu, en kısa 50.000.000 ve en uzun ise 260.000.000 nükleotit uzunluğunda, her biri farklı kromozomda yer alan 24 doğrusal moleküle bölünmüş DNA yaklaşık 3.2000.000.000 nükleotitten oluşur. Bu 24 kromozom 22 otozom ve 2 eşey (X ve Y) kromozomundan meydana gelmektedir.
-Mitokondri genomu, mitokondri olarak adlandırılan enerji üreten organelde çoklu kopyalar halinde yerleşik olan 16.569 nükleotitlik halkasal bir DNA’dır. İnsan mitokondri genomu sadece 37 gen içerir. Erişkin insan bedenindeki yaklaşık 1013 hücrenin her biri tamamı ile farklılaşmış halde bir çekirdekten yoksun olan kırmızı kan hücreleri gibi sadece birkaç istisna hücre tipi dışında, kendi genomunun kopya veya kopyalarına sahiptir. Hücrelerin büyük çoğunluğu diploittir ve bu yüzden her bir otozomun iki kopyasına ilave olarak dişiler için XX veya erkekler için XY olmak üzere iki eşey kromozomuyla toplamda tüm hücrelerde 46 kromozom yer alır. Haploit ve her bir otozomdan bir ve bir de eşey kromozomu içeren sadece 23 kromozoma sahip olan eşey hücreleri ya da gametlerin aksine bunlara somatik hücreler denir. Her iki hücre tipi her bir mitokondrisinde on veya daha fazla olmak üzere mitokondri genomunun yaklaşık 8.000 kadar kopyasına sahiptir. Genom biyolojik bilginin deposudur ancak kendi başına bu bilgiyi hücreye salamaz. Genomun içermiş olduğu biyolojik bilginin kullanımı, genom ifadesi olarak anılan kompleks bir seri kimyasal reaksiyona katılan enzim ve başka proteinlerin koordineli aktivitesini gerektirir (Brown, 2015: 4). Coğrafi şartlar iklim göç, hastalık kültürel alışkanlık ve birçok nedenle genlerde değişiklik meydana gelebilir. Erkek eşey hücrelerinde bulunan Y kromozomundaki meydana gelen her genetik değişim bir harf ile kodlanır ve bu her yeni genetik değişikliğe-özelliğe- (mutasyona) Haplogrup (SNP-Single Nucleotide Polymorphism) adı verilmektedir.
Haplogrup; aynı SNP mutasyonlarını içerdiği için ortak atadan geldiği bilinen gen serilerinin oluşturduğu gruptur. Y-DNA haplogrubuna bakarak bir insanın baba tarafından nerden geldiği anlaşılabilir. Y-kromozomunda meydana gelen her genetik değişim (SNP-Single Nucleotide Polymorphism) bir harf ile kodlanarak ‘Haplogrup’ adı verilmektedir. Kronolojik olarak ilk SNP değişimi ile BT Haplogrubu oluşmaktadır. Daha sonra birkaç bin yıl geçince bir başka genetik mutasyonla CT haplogrubu oluşur ve bu değişimler bir ağaç dalları gibi çeşitlenerek günümüze kadar devam eder. Anne tarafından ise mitokondrial DNA Hablogrupları dikkate alınmaktadır.
Genetik bilimi ve bilimsel etik açısından buraya kadar bir sorun görünmemektedir. Bundan sonra mutasyonlar üzerinden yeni etnik gruplar oluşturma veya insanların milliyetlerini mozaik haline dönüştürme, aidiyet şuurunu bulanıklaştırma projeleri başlamaktadır. Ataların izinde programları ile insanların duygularını okşayan ve cazip gelen her teklif ve bunun bedeli daha sonra torunlardan çıkarılacaktır. National Geographic & IBM gibi uluslar üstü kuruluşlara gönderilen DNA örnekleri tek amaçlı kullanılmamaktadır. Bu ve benzeri çalışmaların sadece Avrupa-Türkiye bulgularına göz önüne atıldığında çalışmanın nasıl yönlendirildiği anlaşılmaktadır.
“HAPLOGRUPLARA GÖRE AVRUPA’NIN ETNİK YAPISI:
Mezolitik Avrupalılar:
I1: Ön-Germen (İskandinav);
I2b: Ön-Kelt-Germen;
2a1: Sardunya, Iberia
I2a2: Adriyatik, Tuna havzası
Neolitik göçmenler:
N1c1: Uralo-Fin, Baltık, Sibiryalı
G2a: Kafkasya, Greko-Anadolu
E1b1b: Kuzey Afrika, Yakın Doğu, Balkan
T: Orta Doğu, Doğu Afrika
Bronz çağı göçmenleri:
R1a: Balto-Slav, Germen, Hint-İran
R1b: İtalo-Kelt, Germen, Hitit, Ermeni
J1: Kafkasya, Mezopotamya, Semitik
J2: Greko-Anadolu, Mezopotamya, Kafkasya” (Mirza, 2012: 11)
“Haplogruplara Göre Avrupa’nın Etnik Yapısı” başlığının yorumu Murat D. Mirza’ya göre şu şekilde yapılmıştır: “Örnek olarak R1a haplogrubunu inceleyelim: Yukarıdaki şemaya baktığımızda bu grubun 25 bin yıl önce tahminen Doğu Avrupa veya Güney Asya’da oluştuğunu görüyoruz. Daha çok Slav ve Germen’lerde rastlanan bir haplogruptur. Bugün Rusya, Ukrayna, Polonya gibi Slav ülkelerinde yoğun olduğunu göreceksiniz. Buradan yola çıkarak R1a’nın sadece Rus veya Slav halklarının geni olduğunu söyleyemeyiz. Evet, Slavların ataları R1a haplogrubundandır, ancak 25 bin yıl önce ortaya çıkan bu grup %19-27 oranında Norveç ve İsveç’te de görülüyor. Demek ki R1a hem Slav hem de İskandinav milletlerinin ortak atasıdır. Bir anlamda bu uluslar barındırdıkları R1a oranı kadar birbirleriyle akrabadır denebilir. Şimdi bir Avrupa haplogrubu olan R1b’yi inceleyelim. Bu genetik grup İspanya, Fransa, İngiltere gibi Batı Avrupa ülkelerinde yoğun olarak karşımıza çıkıyor. R1b yaklaşık 23 bin yıl önce oluştu, kronolojik şema R1a ve R1b’nin ortak ataları R1’in 28-30 bin yıl önce doğduğunu söylüyor. Bu ne demektir? Bu demektir ki, 30 bin yıl geriye gittiğinizde Fransız, İngiliz, Rus kalmıyor büyük ölçüde akraba oluyorlar. Eğer 45 bin yıl geriye giderseniz bütün Avrupalılar IJK haplogrubundan olup aynı dedenin torunlarıdırlar” (Mirza,2012: 12). “Türkiye’ye baktığımızda adeta bir gen mozaiği görüyoruz, neredeyse hiçbir haplogrup baskın değil. J1 ve J2 grupları Orta Asya doğumlu değil. Nitekim bu araştırmayı yapan kaynak Türkiye için özel bir not düşmüş: “Türkiye, bu tabloya alınmayan Afrika ve Asya haplogruplarını da (A, ExE1b1b, C, H, L, O, R2) %8.5 oranında barındıran tek ülke…” (Mirza, 2012: 13).
Burada ilginç olan “R1b: İtalo-Kelt, Germen, Hitit, Ermeni”olarak gösterilerek yaklaşık 28-30 bin yıl öncesine tarihlenen R1b Hablogrup bir biri ile alakasız tarihi toplulukları göstermektedir. Hititlerin; Ermeni ve Germenlere yakın çağlara tarihlenmesi tarih bilmemektir!… Bronz çağı göçmenleri döneminde Ermeni, Germen ismi ve Germen, Ermeni milletleri yoktur. Buna karşın o çağlarda Erken-Türk, Ön-Türk Kavimleri ve Uygarlıkları mevcuttur. Bu ve birçok çalışmada Türkler her zaman göz ardı edilmekte veya melezliğin üst noktası olarak tanımlanmaktadır(!) Hâlbuki bu çalışmalarda iddia edilenin aksine R1b’nin Türklerin atası olan Ön-Türkler olduğu daha başka yayınlarda gösterilmiştir. Osman Çataloluk‘un“Türk’ün Genetik Tarihi” eserindeki tespitlerine göre “Türk’ün dünya milletlerine nispetini ortaya koyacak bir benzetme yaparsak hücrede matriks denen yapı vardır. Bütün organeller bu yapı içinde yerleşir ve görevlerini icra ederken bu yapıdan destek alırlar. Bu yapı olmadan hiçbir organel görev yapamaz ama hiçbir organel de bu yapının içinde faaliyet gösterebildiğinin farkında değildir. İşte matriks’in hücreye nispeti ne ise Türk’ün de dünyaya nispeti odur. Dünyada Türk’ün kan vermediği hiçbir kabile ve hiçbir millet yoktur. İşte bu yüzden Türk dünyası(Aslında rahatlıkla R Dünyası denebilir) alabildiğince geniş ve farklıdır. Bu dünya Türk olduğunu bilen R1a ve R1b’lilerle Türk olduğunu bilmeyen R1a ve R1b’lilerden oluşmaktadır (Çataloluk, 2012;25). Bununla beraber birçok Türk boyu R1a ve R1b Haplogrupu içinde değerlendirilemeyeceği için genetik bir sınıflama ve sınırlama her milleti olduğu gibi Türk milletini de zora sürükleyebilecektir. Bunu Ermeniler denemeye çalışmışlar ve başarısız olmuşlardır. Şu da unutulmamalıdır ki Türk Milleti bir gen mozaiği değil bir ekinin (kültür’ün) ebru desenidir. Ebru deseninin en belirgin özelliği bir birinden ayrılmaz ve birlikte şekillenerek hareket etmesidir.
ERMENİ DNA PROJESİ VEYA ERMENİLERİN “TÜRK ÇIKMA” KORKUSU
Hovann Simonyan bir Ermenidir, Beyrut’ta doğdu, ikamet
ettiği yer İsviçre, bazen Avrupa’da da yaşıyor, bazen de Amerika’da. Birkaç dil biliyor, son yıllarda çok ilginç projelere imza atmış. Son projesi DNA testleridir, yani insanların hangi millete, hangi halka ve ırka ait olması ile ilgili araştırmalar yapıyor. Yani
çağdaş teknolojinin sağladığı imkânlardan yararlanarak laboratuar
analizleri yapmaktı bu projenin temel amacı…(Mehdiyev, 2015: 77) Hovann Simonyan ve onun ortakları bu alanda uzman olmasalar da çok uyanıklar ve kendi milletlerinin yararına bir şeyler yapmak için bundan da yararlanmayı düşünmüşler. Bu çalışmanın gerekli veya gereksiz olduğu ile ilgili hiçbir fikir yürütmeden böyle bir kanaate varabiliriz ki, Hovann Simonyan çok akıllı bir Ermenidir. Kendi taslağını öyle yerlerde, öyle ülkelerde hayata geçirmeye çalışıyor ki, oradaki insanlar görünüşte biraz Ermeni’ye benzerler. Eğer test belli ederse ki devletin, halkın ve toplumun veya bir milletin kökünde de bir Ermenilik yatıyor, derhal bu ortaya çıkarılır, yalnız o zaman proje yöneticileri hesap edecekler ki hedef doğru seçilmiş amaca ulaşılmıştır. Düşünün ki, örneğin, İspanya’nın başkanı veya başbakanı birdenbire, Hovann Simonyan’ın projesindeki testin sonucuna göre Ermeni çıkıyor(Mehdiyev, 2015: 77). Ve yahut ABD’de önemli bir görevde olan birisi birdenbire anlıyor ki onun kökeninde bir Ermenilik yatıyor. Bu kişi bir akşam İspanyol, ya da İngiliz olarak yatıyor, sabahleyin Ermeni olarak uyanıyor. Veya aksine. Bu proje sayesinde Ermenilerin sayısı da önemli ölçüde çoğalıyor. Bazı Ermenilerin böyle bir iddiası mevcut. Ermeniler dünyada bilinenden fazladır. Hatta iki katıdır söyleyenler var. Bakın amaç budur: Ermeni olup kendisini başka bir milletten zannedenleri geri döndürmek gerekiyor! (Mehdiyev, 2015: 78) Hovann Ermeniliğe ve kendi halkına bundan iyi daha nasıl hizmet edilebilir ki… Ermeniler bu fırsatı hiçbir zaman kaçırmazlar, onlar biliyorlar ki, artık dünya öyle bir döneme yetişti ki, herhangi bir şahsın hangi millete, soya ait olmasını belirlemek çok da zor iş değil. Kendi ulusal kimliğinden kuşku duyanlar dünyada mevcut DNA uzmanlarına başvurabilirler. En azından bu işin propagandası yapılacak. Çok ilginçtir ki, dünyada bu işi yürüten ve götüren kurumların ve şahısların çoğu Ermeniler. Avrupa ve Amerika’nın DNA testlerini dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleştiren National Geografıc Society veya Family Tree DNA kurumlarının yöneticileri ve orada çalışanların neredeyse tamamı da Ermeniler (Mehdiyev, 2015: 78)
ARKEOGENETİK
Günümüzde tıp, hastalıkları daha sağlıklı tanımlamak ve bulguların ışığında yeni tedavi yöntemleri ve ilaçlar geliştirmek için yaşayan insanların genomlarından yararlanırken; arkeogenetikçiler insan genetiği konusundaki gelişmelerden faydalanarak arkeolojik buluntuları -eski kemik, diş veya toprak örneklerini- analiz ediyor, DNA sonuçlarına dayanarak ölmüş insanların kökenlerini saptamaya çalışıyorlar. Böylece arkeoloji için yepyeni kapılar açılıyor. Arkeoloji bu zamana dek olanın aksine artık teorilere ve yorumlara mahkûm olmaktan kurtuluyor. Örneğin genetik analiz sonuçlarına dayanarak göç dalgalarını alışık olmadığımız bir doğruluk içinde kanıtlıyor. DNA’nın çözümlenmesi, arkeoloji için en az geçen yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan teknolojik gelişmeler kadar önemlidir. O dönemde arkeolojik bulguların yaşlarının belirlenmesi, radyokarbon metoduyla tamamen yeni temeller üzerine oturtulmuştu. Bu sayede insanlığa ait kalıntılar, her ne kadar tam yılı saptanamasa da ilk kez güvenli biçimde tarihlenebildi. Arkeogenetik ise iskelet parçalarının okunmasını, kim oldukları bilinmeyen kişilere ait olan kemikler arasında bağlantılar kurulmasını mümkün kılıyor. Bundan on binlerce yıldan beri toprak altında kalmış insan kalıntıları, böylece bize geçmişten çok değerli bilgiler aktaran haberciler haline geliyor. (Krause&Trappe, 2021: 16-17) Arkeogenetik çalışmaların görünen yüzü kadar ilerde siyasi, demografik, ideolojik birçok gizli amacının da olabileceği unutulmamalıdır. Genlerin yolculuğu ile birçok virüs ve bakterinin de yolculuğu düşünüldüğünde biyolojik silahlar içinde bir gizli ajanda tutulduğu bir köşeye yazılmalıdır.
Çok uzun zaman önce ölmüş insanların DNA’sının keşfedilmesinin yanında, son dönemlerde başka bir arkeoloji dalı ilgi odağı haline geldi. Yapılan iş, hastalığa yol açan mikropların eski DNA’sının analiz edilmesiydi. İnsanların göçü ve halkların yer değişimi insanlığın bugünkü durumuna gelmesinde, gelişmiş ve küresel ağlar kurmasında büyük rol oynadı. Ancak bu hareketliliğin bir de bedeli olması gerekiyordu. Bu bedel bulaşıcı hastalıklardı. Binlerce yıl boyunca milyonlarca insan, birbiriyle bağlantılı iki muazzam eğilimle ortaya çıkan bakteriler ve virüsler nedeniyle hayatını kaybetti. Birinci neden dünya üzerinde giderek kalabalıklaşan yerleşim birimlerinde hastalık mikroplarının insanlar arasında kolayca yayılabilmesi ve onları yok etmesiydi. İkinci neden, halklar arasında giderek yoğunlaşan ticaret sektöründeki mübadelelerdi. Mikropların dünyanın yeni bölgelerine yayılması büyük olasılıkla bu mübadeleler sırasında gerçekleşti. Tarih, Kuzey Amerika sakinlerinin Avrupalıların gelişiyle beraber çiçek hastalığı ve kızamıkla tanıştıklarını ve buna karşılık Avrupalıların da buradan aldıkları, 20. yüzyıla dek anakaradan büyük acılara ve birçok insanın ölümüne yol açan frengi mikrobunu ülkelerine taşıdıklarını yazıyor. Birkaç yıl önce Batı Afrika’dan gelen Ebola virüsü, hastalığın diğer bölgelere de sirayet edebileceği endişesiyle epey panik yarattı.
Bir süreden beri erken tarihli göç dalgalarının bulaşıcı hastalıklara neden olduğu konuşuluyor. Bu bağlamda günümüz Rusya’sının güneyinde, insanların kitleler halinde Orta Avrupa’ya göç ettikleri, yerel nüfusun giderek azaldığı bölgelerde, bundan 5200 yıl önce veba salgınları görüldüğüne dair kanıtlar var. Daha öncesinde, bölgeyi kasıp kavuran bir mikrobun insanları öldürdüğü, onların yerlerini bu virüse karşı bağışıklık kazanmış kişilerin aldığı söylenebilir mi? Elimizdeki kanıtlar, gerçeğe hiç de uzak olmayan bir senaryonun varlığına işaret ediyor. Bundan yaklaşık 3000 yıl önce, Avrupalıların genetik yolculuğu tamamlandığında mikroplar, anakara üzerinde son yüzyılın bitimine kadar büyük huzursuzluklar yarattı. Bu küçük canavarların evrimini açığa kavuşturmak arkeogenetik ve tıp bilginlerini epey terletecek gibi. İnsanoğlu, yeryüzündeki en başarılı ve seyyar yaratık olabilir, ancak bakteriler ve virüsler binlerce yıldan beri onun genetik gelişimini engelleyen en büyük baş belası olmaya devam ediyor (Krause& Trappe, 2021: 34-35).
Burada tekrar vurgulamak gerekiyor; tıp dâhil etik ilkelerden çıkıldığında nasıl sonuçlara sebep olacağı tahmin bile edilemeyebilir. Werner F. Kümmel’in Tıp ve Nasyonal Sosyalizm’de anlattığı gibi: Nasyonal Sosyalist-Biyo politikasının temel bir bölümü olarak tıbbın hedefleri, Nasyonel Sosyalist rejiminin ırksal homojen toplum yaratmak için aldığı tedbirlerin iki yönü vardır. Bu tedbirler bir yandan Yahudi ve Arî olmayan Çingene ve Slav gibi Nazilere göre ‘düşük değerli’ ırka (Bunun içinde Türkler ve birçok ulus da vardır. Fakat Türkistan lejyonlarından ve Türkiye’den bu bilgiler her zaman gizlenmiştir -Hilmi Özden-) ait olanlara diğer yandan ruhsal ve bedensel irsi hastalara, engelliler ile toplum değerlerine uymayan homoseksüeller, hırsızlar, topluma ayak uyduramayanlar, işten kaçanlar ve diğerlerine yöneliktir. Nasyonel Sosyalist bakış açısına göre farklı nedenlerle Alman toplumunun yüzde ondan daha fazlası düşük değerli sayılmaktadır. Kamuoyunda bir yandan yoğun propagandalarla bu insan gruplarının bakımının çok masraflı olduğu gözler önüne seriliyor diğer yandan da sözüm ona az değerli kişiler uzun vadede çok değerlilerden daha fazla çocuk sahibi olacaklarından dolayı toplumun dejenere olma tehlikesi vurgulanmaktadır. Nasyonal Sosyalist rejim halk bedeninin temizlenmesi için birçok yöntem belirlemiştir.
-Meslekten men etme (uzaklaştırma) ve Almanya’dan ihraç,
-Zoraki kısırlaştırma,
-Evlenme yasağı,
-Öldürme (Ötenazi ve Holocaust-soykırım) (Kümmel, 2018: 21)
Toplama ve imha kamplarındaki hekimlerin yapmış olduğu deneyler ise Tıp tarihinin utanç sayfaları arasına yazılmıştır. Mayıs 1942’de Hitler’in “Eğer devletin refahına olacaksa, prensip olarak insan üzerinde deney yapılabilir” şeklinde vermiş olduğu karar unutulmamalıdır. Bu hususta toplama kampları hekimlere deney yapma açısından o zamana kadar hayali dahi olmayan imkân ve serbestlikler sağlamıştır. Bu nedenle birçok Kampta tıbbi deneyler uygulanmıştır. Deneylerin çoğu da askeri amaçlara yönelik olmuştur (Kümmel, 2018: 46).
Tekrar Ermenilerin DNA projesine dönersek: Dünyada bazılarının Ermeni olduğunu gün yüzüne çıkarmak için, en azından bazı gerçekleri belirlemek “görevini” ilk kez üslenen de Mark Arslan (Arslanyan) isimli bir Ermeni kökenli Amerikan vatandaşı olmuştur. Bu şahıs henüz 2002 yılında Ermenistan’ın Geği bölgesinde bu işe başlamıştı. Fakat kısa bir zamanda proje durdurulmuştu. Nedeniyse burada yaşayan Ermeniler soy köklerinin “belirsizliği”ni gerekçe göstermişlerdi. Ermenistan basınında o zaman böyle bir yazı yayınlanmıştı; “Geğililer Ermeni çıkmasalar bunun suçlusu kim olacak? “İlkin test tespitlerine göre, Geği’den olan Ermenilerin birçoğu Ermeni değildiler, demek onlar kök, soy itibari ile Ermeni değillerse, acaba hangi millete mensuplardı? Bunu açıklamak çok zor olacaktı. Ermeni olmamak onları genel Ermeni halkından ayıracak mıydı? (Mehdiyev, 2015: 78) Bu soru uzun zaman basında yer aldı, tartışıldı. Gerçek odur ki, Geği ahalisi Ermeni çıkmadı. Acaba onlar kimdiler? Türk mü? Aysoru mu? Süryani mi? Yezidi mi? Neden bu saklandı? Onlar Türk değil de adı geçen diğer başka bir millete ait olsaydı saklanmazdı. Bu proje yöneticilerinden olan Mark Arslan’ın fikridir. Mark Arslan (Arslanyan) o zaman kendi kökeni için de test yaptırmıştı ve kendisi de dörtte bir Ermeni çıkmıştı, oysa Arslan’ın dedeleri 1915’te Ermenilerin Doğu Anadolu’dan tehcir ettirilmesi sırasında Türkiye’nin Erzurum şehrinden Halep’e, oradan da Amerika’ya göç etmişlerdi. Öncelerde Arslanyan soyadını taşıyan Mark’ın soyu “saf” Ermeni çıkmalıydı. Zavah Geği köyü sakinlerini aslında kınamak olmazdı. Ermenistan’da böyle bir iddia var ki, her bir Ermeni’nin kökünde mutlaka bir Türklük yatıyor (Mehdiyev, 2015: 79). Hâlbuki bu projeyi yönetenlerin iki amacı vardı:
Birincisi, Ermeni halkının genetik geçmişini öne çıkarmakla bu halkın daha yüksek ırka mensup olduğunu ispat etme yönü. Ermeni halkının hayatında yaşanan yer değişmelerinin, göçlerin, işgallerin ve açılımların tarihi etkisi araştırılarak ortaya böyle bir “ürün” bırakılmaları, Ermeni halkının Armenlerin, Hititlerin, Hayların, Haykların, Hurilerin, Mitanilerin, Urartuların, Frigler’in vb. izleri vardır ve en eski dönemlerde Ermeniler yaşadığı topraklarda işgal sonucunda bulunmuş uluslar; Asurlular, Kimmerler, Keltler, Yunanlılar, Partlar, Romalılar, İskitler, Makedonyalılar, Medler, Persler Ermeni halkının oluşumunda önemli rol oynamıştır.
İkincisinin bu “soy biliciler” Ermeni diasporası temsilcilerinin yoğun olduğu ülkelerde tarihi belgeleri de ortaya koyarak nüfus sayımlarını, vatandaşlık kayıtlarını dikkate alarak Ermeni soyundan olanları araştırıyorlar. Örneğin adı, soyadı ve tüm delilleri ile İngiliz olan bir kişiyi test ederek onu “Ermeni” yapmak istiyorlar. Projeyi hayata geçirenlerin görüşüne göre tarih boyunca böyle Ermeni ailelerinin sayısı belki de şimdiki tüm Ermenilerin sayısına eşittir. Elbette şu an Ermenistan’ın yardıma ihtiyacı var. Bazı “önemli” ülkelerin Ermeni devlet adamları bilseler ki onlar gerçekten köken olarak Ermenilerdir, kuşkusuz kendi halkına ilgileri değişecek ve anavatan Ermenistan’a onların da bir yardımı, katkısı olacak. Projede yer alan diğer bir kişi olan Peter Hraçdakyan diyor ki; I. Dünya Savaşı döneminde ve ondan sonra birbirlerini kaybetmiş Ermeni akrabalar bu test aracılığıyla birbirlerine kavuşacaklardır. Baba ve anne tarafından birbirine akraba olan kişilerde bu testler farklı yöntemlerle yapılacak (Mehdiyev, 2015: 80-81).
Projede temel figürlerden biri olan Hovann Simonyan Ermeni diasporasında çok önemli figürdür, Ermeni tarihi, tarihi coğrafya, Ermeni kültürü alanlarında faaliyet göstermiş birisidir. O, bu test analizlerinin yapılması ve bazı konuların aydınlatılmasının Ermeni tarihinde yararlı bir araç olacağına inanmaktadır. Ermeni tarihinde rolü olan meşhur ailelerinin de test edilmesi amaca uygun görülüyor. Belli ki, tarihte Ermeni soylu olarak bilinen bazı ailelerin de Ermeni olmadığı konusunda çok ciddi iddialar var. Örneğin, Dağlık Karabağ’dan olan Melik soylu aileler, Orbelyanlar, Arqutyanlar, Bagratyanlar vb. Bu proje onları kesin olarak “Ermeni etmelidir.” Ünlü kişilerin Ermeni olmadığına dair ileri sürülen görüşleri Ermeni DNA test projesi ile yalanlamak istiyorlar. Adı geçen bu ailelerin temsilcileri artık test edilmiştir. İlginç şu ki bu sonuçlar ilan edilmiyor. Demek bu şahıslar da Ermeni çıkmamıştır. Eğer Ermeni çıksalardı çoktan basında gürültü koparılmıştı (Mehdiyev, 2015: 81) Projenin yöneticileri Türkiyede kripto-Ermeniler “aramaya çıkmak” fikrindeler. Onlar defalarca bu amaçla Türkiye’ye gelerek gönüllüler aramışlardır. Bu test çalışmalarında çoğu zaman “ari ırktan” saymak istediği aile veya kişiler Türk çıkıyor. Buna göre Hovann ve proje arkadaşlarını Ermenistan’da hiç sevmiyorlar. Neden? Çünkü bu proje başladığından bu yana Ermenileri her an “Türk çıkma” korkusu sarmış durumdadır (Mehdiyev, 2015: 82). Genlerle milliyet ispatlama merakı görüldüğü gibi her milleti sarmış durumdadır. Fakat bu işin yan etkileri Ermenilerde ve diğer uluslarda da görülecektir. Daha önceki yüzyıllarda antropoloji ile milliyet merakı nasıl iflas etti ise genlerle milliyet iddiaları da bu yola doğru dönüşecektir.
SONUÇ
Genom projesinin insanlığa katkısı olabilecek yönleri unutulmadan siyasî ve ideolojik çerçeveden bakılırsa böl-parçala-yönet veya yeni uluslar oluşturma (devlet ve ulus inşaları) düşüncesinin küresel güçlere hizmet aracıdır. Gün geçtikçe çevre, sağlık, nüfus vb. sorunların arttığı bir dünyada ahlakî değerlerden uzaklaşmış küresel sermaye sahipleri acımasızca gen tuzaklarını devreye koymaktan çekinmeyecektir. Hangi ırkların veya bireylerin yaşama şansı olduğuna onlar karar verecektir. Bizim saf-temiz kalpli, art niyetsiz gençlerimiz ile ulusalcı (milliyetçi) insanlarımız da ağız mukozalarını ve üstüne dolarları da vererek atalarının genlerini öğrendiklerini zannedecektir: Hayır! Verilen ağız mukozası değil gelecekte kimlerin torunlarının yaşayacağı veya yok olacağı sorunudur. Amin Maalouf’un Uygarlıkların Batışıeserinde söylediği gibi çağımızda “Zamanın Ruhu” (Zeitgeist): “eşitsizlikleri meşrulaştırma” “dijital-mekanik-kuzenler” ve “küresel egoizm”dir. Şu anki dünya bir gemi ise kaptanlarına ve yardımcılarına bakılması gerekir. Bu kaptanlar gemiyi (dünyayı) kıyıya çıkarırlar mı? Bu çağın görünen sorunları: etrafınızdaki küresel ısınma, salgın hastalıklar, kimyasal biyolojik tehditler, nükleer denemeler, doğayı yok eden teknoloji, savaşlarda sivil halka yönelik imha hareketleri, soy kırımlar, ezilen yok olan çocuklar, aç sefil, sağlıksız insanlar ile ayrıcalıklardan (seçilmişler!) başka diğer insanlara ve canlılara hayat hakkı tanınmamasıdır. Bu geminin kaptanı Hz. Nuh (Selam olsun) değil. O halde ön görülerimizi yeni baştan gözden geçirmemiz gerekmektedir.
Gen Tuzakları(Oyunları) satırlarını Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden okul arkadaşım, akademik sahasında yetkin “Tıbbî Genetikçi” bir Hocamızın sözleri ile bitirmek istiyorum: “Niçin ve ne amaçla alındığını bilmediğiniz hiçbir vücut-biyolojik- materyalinizi (ürününüzü) değil kan, ağız mukozası; tükürüğünüzü bile bu uluslar üstü laboratuarlara vermeyiniz”.
Kaynaklar
1-Bahri Karaçay (2012), Yaşamın Sırrı DNA, TÜBİTAK, Ankara.
2-Immanuel Kant (1775) , Of The Different Human Races, Race and the (Edit: Enlightmen Emmanuel Chukwudi Eze), 1998, Blackwell Publishers, USA.
3-https://www.youtube.com/watch?v=D1TlFvs1PzQ
4–Murat D. Mirza (2012). Türk müsünüz? Yakın Plan Yayınları, İstanbul.
5-http://www.genomturkiye.com/blog/15-turk-musunuz.html
6-T. A. Brown. (2015). Genomlar 3, Nobel Yayınları (çeviri Editörü: Fevzi Bardakçı-Celal Ülger), Ankara.
7-Osman Çataloluk. (2012) Türk’ün Genetik Tarihi, Togan Yayıncılık, İstanbul.
8-Gaffar Ç. Mehdiyev. (2015). Ermeni Düşünce Sistemi ve İdeolojileri, Ekim yayınları, İstanbul.
9-Johannes Krause&Thomas Trappe (2021). Genlerimizin Yolculuğu, Say Yayınları, (Çeviri: Mehmet Ali Erbak), İstanbul.
10-Werner F. Kümmel. (2018). Tıp ve Nasyonal Sosyalizm, Betim Yayınları, (Çeviri: Süreyya Kılıç), İsatanbul.
11-Amin Maalouf. (2019). Uygarlıkların Batışı, Yapı Kredi Yayınları, (Çeviri: Ali Berktay), İstanbul.
Not: Kaynakça, eserlerin ve internet sitelerinin metinde ilk geçiş sırasına göre dizilmiştir.
[i] Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ph.D.