Gerçek Fundamentalizm ve Bir Kuşak 

 

Bazı özellikleri konuşurken birtakım sıfatlar kullanırız, bir ölçü olmasını isteriz daha iyi anlayabilmek için. Nicel (kantitatif) özellikleri tanımlamak, nitel (kalitatif) özelliklere göre daha kolaydır, ama nicel özellikleri sıralarken de hep aynı ölçek değildir kullandığımız. Tanımlamak istediğimiz şeylerin çeşidine göre, diyelim ki, metre, litre, kilo ve benzeri birimlerdir kullandığımız. Nitel özellikleri belirlemek ise daha zordur, çünkü bu konuda genellikle subjektif hükümlerdir insanlarda ağır basan. Rakamlarla ifade edilen alanlarda bir ‘’sıfır’’ vardır en azından kıyaslama yapabileceğimiz, ama nitel özellikleri sayarken herkesin hemfikir olduğu bir ‘’sıfır noktası’’ndan bahsetmek çok zordur. Ve bir ‘’mutlak’’ da yoksa bütün değerler ve hükümler hep göreceli (rölatif) olacaktır. 

Kültürel ve sosyolojik planda da ‘’hazır ölçek’’ olarak kullanabileceğimiz kavramlar pek yoktur aslında. Ancak, genelde, hangi kültür egemense, o kültür kendi değer yargılarının diğer toplumlar ve kültürler için de geçerli olduğu varsayımından hareket eder. Batı kültür ve medeniyetinin teknolojik, ekonomik ve askeri gücünü kullanarak dünyanın egemen kültür ve medeniyeti olduğu son 200 yılda, Batı dünyasında kullanılan terminolojinin, İslam ülkeleri de dahil, bütün dünyada kullanılma eğilimi ağır basıyor. Şüphesiz ki bunda, Batı etkisindeki aydın ve yönetici kadroların ‘’kraldan çok kralcı’’ bir hayranlık içinde olmasının ve kendi kültür ve medeniyetinden adeta utanırcasına bir aşağılık duygusuna saplanmış olmasının da etkisi olduğunu görmek gerekmektedir. Batının inanç ve bilim alanında, ahlaksal değerleri konusunda, gerçeklik ve estetik duyarlığı konusunda derinlemesine düşünmek, Batı medeniyetinin temellerini yeniden gözden geçirmek, Yunan felsefesinin, Roma Devletindeki ‘’tüm dünyaya mutlak egemen olma’’ ve ‘’sömürme’’ ihtirasının, ve Hıristiyanlığın ve Kilisenin uğradığı değişimlerin şuuruna varmak, artık dünyadaki, ve özellikle de İslam ülkelerindeki entelektüellerin çok iyi bilmek durumunda olduğu konulardır. Yoksa, Batı terminolojisinde geçen her sözcüğü olduğu gibi alıp kullanmak bizleri tuzağa düşürmekten başka bir işe yaramayacaktır. Din konusunda tanımlamalar yaparken de düştüğümüz yanılgıların en başında, bu gelmektedir. Unutmamalıyız ki, Batılı sosyologlar ve filozoflar, Hıristiyanlığın geçirdiği değişimler ve Kilisenin baskısı altında yapmışlardır yorumlarını ve ‘’din’’ yorumları, ‘’laiklik’’ gibi kavramlar da Batı Medeniyeti için tartışılacak kavramlardır. Kendi ülkemizin aydın kadrosunun bu konuların henüz şuurunda bile olmadığı, daha 1960’lı yıllarda, Diriliş eserlerinde ayrıntılarıyla açıklanmış bu konulara, o zamanlardan başlayarak eğilebilseydik, çok daha şuurlu ve organize bir şekilde şüphesiz çok daha farklı şeyleri konuşuyor olacaktık günümüzde. Sezai Karakoç’un ‘’Ruhun Dirilişi’’ eserinde örneği verildiği gibi, dine karşı yorumunda en uç noktaya giden filozoflardan olan Nietzsche, ‘’Tanrı ölmüştür’’ derken, aslında Hristiyanlıktaki ‘’üçleme’’ içindeki tanrı düşüncesinin geçersizliğini belirtiyordu. Ve yine Karl Marx, dini bir afyona benzetirken komünizm ile kilise arasındaki mücadelenin bir cephesini oluşturmaktaydı. Dinle ilgili söylenen bütün bu yorumları diğer dinlere ve özellikle de İslama uygulamak ne akla ne de mantığa sığacak bir şey olmasına rağmen, bizleri yıllarca meşgul etmiş ve hep ‘’yeni’’ sözcükler ve kavramlarla hala da meşgul etmektedirler. Bu moda sözcüklerin başında da ‘’fundamentalizm’’ gelmektedir.

Aslında fundamentalizm de yine Batı Medeniyeti içinde doğmuş ve Batı dünyası için kullanılacak bir kavramdır. 19. yüzyılın sonlarına doğru Amerika’daki bir Protestan hareketin adıdır fundamentalizm. İki hristiyan rahibin, ‘’The Fundamentals’’ adlı, ‘’İncilin kayıtsız şartsız doğruluğu’’ ilkesinden yola çıkarak yazdığı 12 ciltlik kitabın ücretsiz olarak, İngilizce konuşulan bütün ülkelerdeki din adamlarına ve öğretmenlere gönderilmesiyle doğmuş oldu bu kavram. Bu hareketin toplum sistemi ve yönetim konusunda da etkin duruma gelmesiyle ve özellikle bilimsel konulardaki karşı tavırları, Batı dünyasında, dinin bir toplum düzeni olarak savunulduğu her konuda ‘’fundamentalizm’’ kavramının da kullanılır olmasına yol açtı. İlk çıkış noktası olarak bir Protestan gruba yönelik olan bu kavram, tıpkı diğer örneklerde olduğu gibi, dinin bir toplum düzeni de olduğunu savunan her inanç ve düşünce için rahatlıkla ve de kasıtla kullanılır oldu. Madem ki İslam’da bir toplumsal sistem de öneriliyor, öyleyse tanım olarak her müslüman bir fundamentalisttir artık bu bakış açısıyla. İslam’daki inanç sisteminin Hıristiyanlıktakinden farklı olduğunun, toplumsal sistemin ekonomik, hukuksal ve ahlaksal değerlerle bir arada, bir medeniyet platformunda değerlendirilmesi gerektiğinin tartışmasına bile girmek istemezler. Ve İslam’da din ve bilimin içiçe olduğu ve Hıristiyanlığın tersine, dinin bilimin gelişmesinde en güçlü faktör olduğunun da artık hiç önemi yoktur bu bakış açısına göre. 

Şüphesiz ki fanatizmden bahsedilebilir bir aşırılık tanımlaması olarak. İslam ülkelerindeki aşırılıkların temelinde sosyolojik ve ekonomik nedenler yatmaktayken bundan İslam’ı sorumlu tutmak ise büyük bir haksızlıktır. Aslında ‘’İslam’dan dolayı’’ değil, ‘’İslam’a rağmen’’dir bu aşırılıklar. Ve esas fundamentalizmi, ve Hristiyan/Yahudi fanatizmini görmek içinse Bosna’ya, Çeçenistan’a, Filistin ve Lübnan’a yeniden bakmak yetecektir! Afganistan ve Cezayir’in, İran ve Irak’ın, Kuveyt’in, Somali’nin içine düşürüldüğü ve Suriye’nin, Türkiye’nin ve Orta Doğu denilen bölgedeki diğer Müslüman ülkelerin de içine düşürülmek istendiği durumların şuuruna varmak için başımızı kuma gömme alışkanlığından kurtulmamız ve kendi insanımızın ve aydın ve yönetici kadrolarımızın da bunun şuurunda olması için çalışmamız, bizler için artık bir ölüm kalım meselesi durumundadır. Kendi terminolojimizi yeniden bulmak, Batılı aydınları da bu konular üzerinde düşündürerek tarih boyunca İslam Medeniyeti’nin güçlü olduğu dönemlerde huzur ve mutluluğun, adaletin, bilimin, edebiyat ve sanatın, ve mimarinin de gelişmiş olduğunu ortaya sermemiz bizlerin üzerimize düşen birer görevdir. Batı Medeniyetinin güçlü göründüğü son yüzyıllarda ise istila ettikleri bölgelerdeki insanların yalnızca sömürü, zulüm, baskı ve esaret içinde yaşadığını ve Batı ülkelerinin sömürü ve paylaşma konusundaki açgözlülüklerinin de iki dünya savaşına yol açtığını, ve bir üçüncüsünün ise safha safha devam etmekte olduğunu görmemiz ve bilmemiz gerekmektedir. 

Bunları birlikte görebildiğimiz anda diğer farklılıklarımızı bir kenara bırakıp hep birlikte çalışmamız, kendi kültür ve medeniyetimize yeniden sahip çıkmamız, bir iç disiplinle ve sabırla her alanda derinleşmemiz ve bir ideal çevresinde organize olmamız, gelecek kuşaklara bırakabileceğimiz en güzel ve yüce bir miras olacaktır. 

Yazar
Yüksel PEKER

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen