Bir arkadaşımla dağları, yaylaları şöyle bir dolaşalım gelelim dedik. Hava kapalı, bulutlar elindekilerini döktü dökecek.
Radyoda bir türkü başladı;
“Gezsem de dünyanın dört bucağını,
Billahi gözüme yine boş gelir.”
Biz yer ile göğü bilirdik. Ayağımız yere basar, gönlümüz göğe açılırdı. At üzerinde doğar, at üzerinde yaşar, at üzerinde ölürdük. Göğsü çiçekli yaylalar, başı dumanlı dağlar bizimdi. Halkı tutan bey, yeri tutan dağdı.
At, yiğidin kanadıydı,
Mevsimleri yaz belledim.
Af, zaferin zekâtıydı,
Affetmeyi haz belledim.
Göğümüz kubbemizdi, çadırımızda, camimizde kubbeliydi.
“Türk Devletinin şekli iki veya dört yönlü idi. Devlet doğudan batıyaydı. Elbette kuzey ve güney de vardı. O yüzden dünyanın dört bucağını gezerdik biz. Türk’ün düşüncesiydi bu. Türkü “Gezsem de dünyanın dört bucağını” diyordu, Kul Himmet’te “Yedi iklim, dört köşede” derdi.
Dört köşe de, dört kapı da bizimdi. Atalarımız Bumin Kağan ile İlteriş Kağan “Dört bucaktaki milletleri hep tabi kılmış”tı.
Türkü devam ediyordu;
“Gönül arzu eder dost ocağını,
Sızlar eski yaram gözden yaş gelir.”
Ateşe od demiştik biz, gökten inmişti. Otağımızda odumuz, ocağımız yanardı ışıl ışıl. Ocak kutsaldı. Aileyi bir araya getirir, soyu temsil ederdi. Baba ocağı, asker ocağı, gönül ocağı sevgi sevgi yanardı. Ocak başında dizimizi kırar oturur, tüten ocağımızı seyrederdik. Ocağına düştüklerimiz de olurdu, sağaltsın isterdik bizi.
Soyun devamlılığını sağlamak sönmez ateş yakmaktı. Ebulfeyz Elçibey “Türk ölüme dik bakmalıdır” diyordu.
Sönmez ateş yakmayanın,
Eşinden kara bulaşır.
Ölüme dik bakmayanın,
Peşinden kara bulaşır.
Her ailenin bir ocağı vardı. Ocaklılar önemliydi. Ocağın sönmesi bitmek demekti.
“Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” benimdi.
“Toros Dağları’nda eğer bir tek yörük çadırındaki ocaktan bir duman tütüyorsa bize kâfi idi, dünyada hiç bir güç ve kuvvet bizi yenemez”di.
Türkü devam ediyordu;
“El diyarı mesken olmaz insana
Yürekten kul ise cananın sana
Hal bilmez hoyratı sararsan cana
Ağustos ayında başa kış gelir.”
El diyarı yabancıydı, yâr olan orayı mesken tutmazdı. Yürekten kul olan dizinin dibinde olurdu. Hâl bilmez hoyratlar uzak dursundu.
Dağları dolaşırken bir yağmur başladı, yer gök sırılsıklam olmuştu. Sanki “Ağustos ayında başa kış” gelmişti.
Türkünün bir kıtası da şöyleydi;
“Yüce dağlar yeşil çimen yol olsa
Yurdun bahçeleri gonca gül olsa
Saçı sırma gül dudağı bal olsa
Gönül istemezse dile taş gelir.”
Gönül istemezse dile taş gelirdi elbet. “Gönül sana nasihatım, Çağrılmazsan varma gönül” diyordu Veysel.
“Gönüle girmek, gönül sahibine yâr olmak gerek ve insan kendini bildi mi her şeyi bildi demektir.” demişti Tebrizli Şems.
Türkü Aşık Haşimi’nindi ve son kıtada adını tapşırmıştı;
Haşimi birini severse gönül
Diken bir gül olur baykuşta bülbül
Güzel çuha giyse olur ipek tül
Salınıp gezerken göze hoş gelir.”
Aşık Haşimi geçtiğimiz Aralık ayında bu salgında vefat etti.
Aşık Haşimi’ye, Elçibey’e, Bumin ve İlteriş Kağan’lara, Aşık Veysel’e, Tebriz’li Şems’e, bu toprakları vatan yapanlara bir fatiha gönderelim .
Dünyanın dört bucağında türkülerimiz söylenir bizim, Her türkümüz tüten bir ocağımızdır efendim.
Mehmet Ali Kalkan