Sevil DAĞCI
İnsanoğlu var olduğundan bu yana, içinde bulunduğu çağın şartlarıyla mücadele edegelmiştir. Bilişim Çağı diye nitelendirilen çağımızın da kolaylıkları yanında zor yanları var. Her iş bir düğmeye basmak kadar kolay. Her bilgi, bir tıkla ulaşılabilir. Uzaktakiler ekran kadar yakınımızda…
Bir ülkenin geleceğini etkileyecek kadar önemli olan istihbarat bilgileri bilgisayarlarda gizlenirken, aynı bilgisayar bir-iki yaşlarındaki yavrucağın oyuncağı da olabiliyor. Artık sosyal medyada Twitter ve Facebook sayfamızda aklımıza geleni yazarak, yazar. Önümüze geleni eleştirerek, eleştirmen. Canlı videolar paylaşarak yönetmen, şarkılar söyleyerek pop star oluyor, Instagram’daki fotoğraflarımızla modellere taş çıkarıp, WhatsApp’ da yönetici olabiliyoruz. Kimisi için sadece gezinti, kimileri için ise hayatının vaz geçilmez bir parçası. Kimilerinin ekmek davası, kiminin gönül yarası, bazılarında eş bulma, yuva kurma sevdası sanal âleme bağlanmaya vesile oluyor. Velhâsıl sosyal medya hayatımızda önemli bir yer tutuyor hatta bağımlılık yapıyor. Bağımlılık deyince akla zararlı maddeler gelse de internet ve oyun bağımlılığı artık uyuşturucu madde kullanmak kadar insana zarar veriyor. İnternette geçirilen zamanlar geri gelmiyor, çocuk ve gençlerimizin en verimli çağları sanal oyunlarla hebâ oluyor, yuvalar yıkılıyor, insanlar dolandırılıyor. Yalan-yanlış, faydalı-faydasız pek çok bilgi ve görüntü aklımızı meşgul ediyor. Peki ya ruh sağlığımız bu durumdan nasıl etkiliyor? Yani nazargâh-ı ilâhi olan gönlümüz ne hale geliyor? Tasavvuf erbâbı gönlü bir havuza benzetirler. Duyu organlarımızdan gelen bildiriler bu havuza akan, onu dolduran nehirler gibidir. Ne kadar boş ve lüzumsuz işle meşgul olursak, gönül havuzumuz da o nispetle bulanır. Zamanla da gönül meskeni olan kalp kararıp katılaşır. Sosyal medyada paylaşımların artıp, gerçek hayatta bir ekmeği, bir derdi paylaşamıyor olmamız, kalplerimizin katılaştığının habercisi…
Gelin, en fazla kullandığımız sosyal ağ Facebook’ta sanal bir gezintiye çıkalım birlikte. Sayfamıza giriyoruz, önümüzde şerit halinde bildirimler akmaya başlıyor. Arkadaşınız bir düğüne gitmiş, nasıl da coşmuş oynuyor bir yandan da canlı yayın yapan eşine el sallayıp poz veriyor, müziğin sesiyle neredeyse oynayacak kıvama geliyoruz derken bir alt görüntüde şehit haberiyle sarsılıyoruz. Tekbir sesleri, bir yetimin feryadı, bir annenin gözyaşları eşliğinde al bayrağa sarılı aslan, omuzlar üzerinde taşınıyor. Bu manzaraya yürek dayanır mı? Bir müddet öylece kalakalıyoruz. Sonra bir akrabanız pikniğe gitmiş, hatta nerede ise bütün sülale toplanmış, nasıl da gülüşüyorlar. “Bak sen! Daha dün telefonla konuştum beni davet etmedi hayırsız” diye içimizden geçiyor, kalbimiz kırılıyor. Sonra, Yemen’de susuzluktan, salgın hastalıktan kırılan insanlar. Suriye’de yıkıntılar arasındaki yetimin, yanaklarında çamurlaşan gözyaşında, insanlığımız kirleniyor. Arakan’da kıyım, sürgün. Mezarlığa dönen, adına hâla “Ak” dediğimiz denizde, alabora olmuş takalardan kıyıya vuran cesetler. Gözlerimiz yaşarıyor ve bir yumru oturuyor boğazımıza, bir iç çekip sanal gezintiye devam ediyoruz. Karşı komşu bin bir çeşitli yemeklerin olduğu mükellef bir sofra başına nasıl da kurulmuş. Açlıktan iskelete dönmüş bedeniyle bir köşede kıvrılıp kalmış çocuğun fotoğrafı aklınıza gelmiyor da değil. Havuz başında su savaşı yapan bir ahbâbın fotoğrafı da ilgi çekici doğrusu, bir tık geride kalan Yemen’deki kardeşime bir bardak versem, canına can katmış olurdum diye düşünmeye fırsat yok. Bir paylaşım daha geliyor, “bilmem kaç yıl vadeli kredi ile ev sahibi olun.” Başına evi yıkılan küçük çocuk şurada durakoysun. Batı’da sağ görüşlü eylemlerde, faşist söylemlerde artış varmış. Müslümanlık için sadece Kur’an yetermiş. Sünnete ne gerek var, herkes hükmünü kendince verip, kafasına göre yaşasınmış? Başka bir sayfada çok saygıdeğer bir âlimin sözleri kalbinizi yumuşatırken içinizden şöyle geçiyor “ben de o ortamda bulunabilseydim, ne güzel sohbetmiş.” Haydaa! Mayo reklamında bir kadın sereserpe kumlara kendini salıvermiş. Umreye giden amcam, tavaf görüntülerini paylaşmış. Cinnet geçiren bir koca, karısını kıtır kıtır kesip atmış…
Evet, küçük gezintimize son verip, bir düşünelim. Şimdi bu kafa karışıklığı, gönül bulanıklığı değil de nedir? Rahmetli anneannem “göğnüm döndü” derdi, tabi bu sözü mide bulantısı için kullanırdı. Ama gönlünüzü çorbaya çeviren bu ruh hali bir müddet sonra canınızı gerçekten sıkıp midenizi bulandırıyor. Bundan daha kötüsü tepkisizleşip, bir film şeridini izler gibi öylece boş boş ekrana bakıp geçiyoruz. Duyarsızlaşıyoruz… Unutmayalım ki bıçak bir cerrahın elinde hayat kurtarıcı, bir katilin elinde can alıcı, acemi bir çaylağın elinde ise kendine ve çevresine zarar verici, yaralayıcı bir alettir. Emrimizde olan interneti de gereği kadar ve faydalı işlerde, hayır yolunda kullanmalı, insanlığımızı kaybetmeden kalplerimizi karartıp, katılaştırmadan kullanabilmenin yolunu aramalıyız. Hâla ekranda gördüklerimiz vicdanımızı sızlatıyorken. Bir kardeşimizin acısı gözlerimizi yaşartıyorken, ahlaksızlıklar midemizi bulandırıyorken. Kendimizi durduralım. Şimdi, “göğnü dönen” beri gelsin…
“Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır ki, Allah korkusuyla(yerinden kopup) düşer. Allah yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.” (Bakara/74)