Erol benim elli senelik arkadaşım. Biraz dağlarda nefes almak istedik, bizim o taraflara doğru yola çıktık.
Yollar var, dağlar var, hatıralar var.
Ressamlar dağların resimlerini yapıncaya kadar, dağların güzelliğinden habersizmişiz, öyle söylemiş bir zat.
Köyün mezarlığına uğradık.
“Ağlayarak gelme mezar taşıma” diyordu bir türküde. Bir diğerinde “Mezar arasında harman olur mu?” diye soruyordu. Bir başkası da duman görmüştü; “Duman almış mezarımın üstünü.”
Dünya böyleydi, gelimli gidimliydi. Karşıda köy görünüyordu.
Aşık Mahsuni “Dokunma keyfine yalan dünyanın” dese de,
“Şu dünyanın devranına,
Aldanma gönül aldanma” diye sesleniyorduk gönlümüze.
“Gel ha gönül havalanma,
Engin ol gönül engin ol,
Dünya malına güvenme,
Engin ol gönül engin ol.” Teslim Abdal da bunu yazmıştı.
“Dünya umuruna meylini verme,
Sen de kurtulaman, ecel elinden.
Ben filanım deyip göğsünü germe,
Sen de kurtulaman ecel elinden…” Kurtulan yoktu elbette.
Mezarlık çok da soğuk değildi. Belki de burada daha fazla yaşayacaktık. Gelenin gittiği, gidenin gelmediği bir yerdi dünya.
Aynı gökte uçanların dünyası başka olurdu da, aynı yerde yürüyenlerin dünyası bir mi olurdu?
Karacaoğlan da Çukurova’dan seslenmişti;
“Yürü bre yalan dünya,
Sana konan göçer bir gün.
İnsan bir ekin misali,
Seni eken biçer bir gün.”
Biz dua ederken baktım Ahmet mezarların arasından çıktı geldi. Mezarlığı dolaşmış, orada yapacak işleri olurmuş, onları yapıyormuş. Dün de Teke Çukurundaki yatırın yanına gitmiş, oradaki ağaçları budamış.
Sarıcakaya’ya doğru yola çıktık. Köyün çıkışında bir hanım otobüs bekliyor. Durdum, “gideceğin yere bırakalım” dedim. Çetincelen Hadime Abaymış. Önce bizi yabancı sandı binmek istemedi. Hamzacıklan Gössün’ün oğluyum deyince geldi.
Köydeki son nesil onlar.
Başında bizim köyün dokuması ipek örtmesi. İpek böceğinin gübüründen boyanıyormuş. Hatta annem de saklamış epey, örtme boyamak için.
Kara şalvar.
Tezgâhta dokunuyor, sonra çayda kara kazanlarda yıkanıyor, tokaçla dövülüyor, tekrar yıkanıyor. Sonra siyaha boyanıyor. Boya çıkmasın diye içine tuz atılıyor. Neticede kara şalvar oluyor.
Bu kara çarşafı genç kızlar ve yaşlı hanımlar giyiyor. Gelin olunca giyilen şalvar da renkli basmadan.
Ayağında lastik ayakkabıları.
Epey sohbet ettik. Adamı uzun yıllar önce “mefat itmiş.” Ne gece bitiyormuş, ne de gündüz. Çocuklarından çok memnunmuş. Çocuğunun biri odununu yarmaya gelmiş. Kendi de Sarıcakaya’ya mayışını almaya ve alış veriş yapmaya gidiyormuş. İşini bitirince köye geri götürelim dedik ama uzun sürermiş.
Bir bakkala uğradık. Bir türkümüzde diyordu ya;
“Bakkallar satıyor karaca üzüm.” Üzüm falan satılmıyordu bakkalda. Dünyaya direniyordu. Satsaydı biraz üzüm alır söylerdik;
“Bakkaldan üzüm aldım,
Sevdayı gözüm aldım,
Kalk Eminem gidelim,
Annenden izin aldım” diye.
Göğü bulutlar kaplamıştı. Damla damla bereket tutuyorlardı kucaklarında. Gördüğümüz yeri bulut bulut sevdalar kaplamıştı.
“Ben kendimi gülün dibinde buldum” türküsünde de söylüyordu gerçi “Dünya dedikleri bir gölgeliktir” diye.
Bir başkası için dünya olmak ne güzeldi.