A. Hamit KILIÇKAYA
Müzik, insanla yaşıt bir kavram. Bezm-i ezelden beri insanla yaşayan bir kavram. İnsanın eşref-i mahlûkat olmasının ayırt edici unsurlarından biri.
Sayılamayacak kadar çok eserler yazılmış müzik üstüne. Besteler yapılmış, notalara dökülmüş insan. Dünya coğrafyası üzerinde yaşayan insan topluluklarının kimlikleri, müziklerine yansımış. Farklı coğrafyalarda farklı müzikler, farlılıkların göstergesi haline gelmiş. Kültürel kimliğin de adı olmuş bir bakıma.
Müzik, her sanatkârın ortaya koyduğu eserlerinde açık veya kapalı bir şekilde yer alır. Tanpınar’ın bütün eserlerinde de hâkim bir tema. Tanpınar, müziği, medeniyetimizin aslî unsuru olarak telakkî eder. Ona göre müzik, yaşanılan dönemin sosyal hayatının, daha doğrusu kitlelerin aynası. Tanpınar’ın doğrudan müzik üzerine yazıları olduğu kadar; romanlarında, hikâyelerinde, şiirlerinde, denemelerinde, makalelerinde müzik değişik çehreyle karşımıza çıkar. Müziğin, özellikle klasik Türk müziğinin eserlerinde bu kadar önemli yer tutmasının sebebini şu cümlelerde bulmak mümkündür: “Hakikatte eski mûsikîmiz, belki bizim en öz olan sanatımızdır. Türk ruhu, hiçbir sanatta bu kadar serbest sûrette kendi kendisi olmamış, bu kadar derin ve yüksek kemâle mutlak bir hamle ile erişememiştir.” (Yaşadığım Gibi, Haz. Dr. Birol Emil, Dergâh Yay. İst. Tarihsiz. s. 340)
Bir medeniyetin romanı olarak düşünüldüğünde Huzur’da da müzikle, bizim hikâyemiz anlatılır. “Bütün medeniyetimiz, kirimiz, pasımız, güzel taraflarımız hepsi mûsikîdeydi. Garbın bizi anlamaması, aramızda yabancı olarak gezmesi de onu anlamamaktan ileri geliyordu.” (Huzur, Dergâh Yay. İst.2000, s.170) Yahya Kemal de “Kendi Gök Kubbemiz”de Itrî’yi anlatırken şöyle söyler:
Mûsikîsinde bir taraftan din,
Bir taraftan bütün hayat akmış,
Her taraftan Boğaz, o şehrâyîn
Mavi Tunca’yla gür Fırat akmış.
Nice seslerle gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinat akmış.
“Bize benzer bir kâinat”ı dillendiren müziğimiz. Bu, bir gerçek. Bugün de dillendiriliyor, ancak kimler? “Güfte”den “şarkı sözü” derekesine inene “sözcüklerde” bizi bulabiliyor musunuz? Güftelerdeki sözler hangi dünyanın insanlarının zevklerini, duygularını, sevdalarını dile getiriyor? Bu şarkı sözleri üzerine yapılacak bir araştırma, herhalde hiç duymak istemeyeceğimiz gerçekleri yüzümüze çarpacaktır.
“Düşün bir kere. Dede gibi adamı yetiştirmişsin, Seyyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam eserler vermişler. Benliğimizin bir tarafı yapılmış. Sen farkında değildin, ruh açlığı içindesin.” (Huzur, s. 79) Ruh açlığımızı nasıl doyuruyoruz? Aslında şöyle sormak daha doğru olurdu. Açlığımızın farkında mıyız? “Fast food”larla karnı doyanların ruh açlığı da tabii ki çok “ayak üstü” olduğundan, balık hafızalarıyla aç olduklarının farkına varamayan kitleler var artık karşımızda. “FM”lerimizin hızla tükettikleri “müzik starları” bir kelebekten daha kısa ömürlü oluyorlar. Bırakın birkaç yıl önceyi, birkaç ay öncesinin “çok satan”larının esâmisi okunmuyor. Çünkü onlar da “fast food” tüketiminin dişlilerinden kurtulamıyorlar. Kurtulanları mı soruyorsunuz? Bir çırpıda sayabileceğiniz kaç isim, kaç şarkı kalmış hafızanızda? Bir yoklayıverin bakalım. Onlar da müzikleriyle mi kalmış, yoksa başka yönleriyle mi?
Cinuçen Tanrıkorur’un müzik ve diğer kültürel konulardaki aydın kimliğini ortaya koyan yazıları, ölümünden sonra dağınık dergi ve gazete sayfalarından derlenerek, kadirşinas dostu İsmail Kara tarafından bir araya getirilerek yayınlandı. “Sâz ü Söz Arasında”(Dergâh Yay. İst.2003) Cinuçen Tanrıkorur’un hatıralarını kaleme aldığı eser. “Bir ömr-i muhayyel”in yılmadan, usanmadan ne kadar zorlu mücadelelerle yaşandığını gözler önüne seren, ders alınacak sayfalarla dolu. Bizzat kendi kaleminden Cinuçen Bey’i tanıdıktan sonra, onun yazılarında değindiği meseleleri anlamak ve değerlendirmek kolaylaşıyor. Milletin dertleriyle hemhal bir aydının ıstıraplarını, her yazıda siz de hissediyorsunuz.
Türk müziğinin tek sesli olmasından dolayı küçümseme “cehlini” allâme-yi cihan tafrasıyla söyleyenlere ise şunları hatırlatıyor Cinuçen Tanrıkorur. “Batı oktavının 12 sesine karşılık 43 perdemiz; onların 5 temel dizi (4 minör, 1 majör) kalıbına karşılık 587 makamımız; yine onların 2 ve 3 zamanlı sadece 2 temel ritmine karşılık 80 değişik usûlümüzle, tek sesli olmak şöyle dursun, bin renkli sesler ve ritimler okyanusunda yaşamayı yeğ tutmuşuz.” (s. 20)
“Kendinin olanı başkasına mâl edip, başkasının olanı kendininkinin yerine koyma” gafletinin kültür hayatımızın kılcal damalarına kadar nüfuz ettiği fark etmemenin imkânı yok. “Kullanılan sazlar itibariyle ‘Smirnetiko’ (İzmir Şarkıları) olduğu halde, bilgisiz müzisyenlerimizin halkımıza “Rembetiko” diye tanıttığı Rum müziğinde, yüzyıl başından beri çalınıp söylenen parçaların Türkçe asılları üzerinde bilimsel araştırmayı, Finli Dr. Risto P. Pennane Yapıyor.” (s. 35) Bizim yapacağımız iş değil(!) çünkü bize ait olanı bilmek ne kadar bilimsel değer taşır?
Cinuçen Tanrıkorur, bilimsel ahlâkının icabı olarak, yanlış olan şeyleri açıkça eleştirmekten kaçınmıyor. Son yıllarda artık dünyayı saran Mevlevî ayinleri konusunda, yıllar önce söyledikleri bir tokat sertliğinde. Sûfî(!) Mercan Dedelerin sahne dekorunda görsel bir parça seviyesine kadar inen, hatta bazı eğlence mekânlarının programlarına katılarak meze haline getirilen “sema show”lara, Cinuçen Bey “Teşhir” başlıklı yazısında değiniyor. “Mevlevî tarikatının âyinleri kıyamî (yani ayakta), devranî (yani dönerek), hafî (yani sessiz) sadece içinden İsm-i Celâl çekerek yapılan bir toplu zikir şeklidir. Ve her ibadet gibi gizli değilse de kapalıdır; zira icra edeni dervişler, muhatabı Cenâb-ı Allah’dır… İbadetin gösterisi, şovu, teşhiri olmaz. “Efendim, bu ibadet değil turistik gösteri” ise o zaman Allah’ın, Muhammed’in, Mevlânâ’nın, Itrî’nin ve diğer büyük bestekârlarımızın bu gösteride işi ne?!…” (s. 128-129)
Eserin ikinci bölümünde kültür üzerine yazılar var. Bir düşünce adamı olarak Cinuçen Tanrıkorur, kültürel meselelerimizin üzerinde duruyor ve hayatî sorgulamalarla düşündürüyor. Sorguladıkları, “Bihruz Bey”ler. “Batıya özenmek başka, onu anlamak başkadır. Aydınımızda beyin depremine yol açan Tanzimat şuursuzluğundan bu yana içine düştüğümüz acıklı durum, Batıya sadece özenip, anlamaya çalışmamaktan kaynaklandı. Alınacakları değil, alınmayacakları aldık; şekle, görüşe, etikete ait taklidi kolay ne varsa!…” (s. 191)
Cinuçen Tanrıkorur, “çabuk yemek” anlamındaki “fast food”un, hemen her Amerikalının ağzında “junk food” yani “çöp tenekesi yemeği” olduğunu bizzat kendi gözlemlerine dayanarak anlatıyor. Ardından şunları söylerken onulmaz bir yaraya parmak basıyor. “Hadi mide zehirlenmesi tıbbî yoldan tedavi edilir diyelim. Ya kültür zehirlenmesi? Biz, mehterdeki ihtişamın ürpertisiyle teslim aldığımız düşmanı, müzikle fethediyorduk. Beethoven şâhit! Onlar, kültür zehirlenmesiyle sömürgeleştiriyor, maymunlaştırıyor. Yaratan şâhit!” (s. 213)
Eserin son bölümünde yer alan Türk diliyle ilgili yazları, maalesef üzülerek okuyorsunuz. Türk dilinin içine düşürüldüğü “Türgilizce” haline kılını kıpırdatmayan ve sanal evrende on binlerce sözcüklük sözlükleriyle övünenlerin de okuması lazım. Aslında bir gerçeği itiraf etmekten korkuyoruz. Türk dili göçerken, biz göçüyoruz.
28 Haziran 2000 günü “göç davulu” çalıp da yola revan olurken Cinuçen Bey, arkasında yüzlerce beste bırakmıştı. Dünyadaki ebediyetinin sesiydi bu besteler. Kendi varlığını bilmek isteyenler; Cinuçen Tanrıkorur’dan öğrenilecek çok şey var. Her ne kadar Yağmur Tunalı, “Melâl Burcu”ndan “Sûz-i dil faslını geçiyor felek; / Başlıyor ey hüzün sana hicretim!” diye seslense de.