“Neyi bastırdınsa göğsüne
Göğsüne her sokuldukça büyüyen odur”
Birkaç yıl evveldi, dikkatimi çekmişti, Gökhan Özcan gazetedeki köşesinde yakınıp duruyordu:
“Bilgi, anlam, hikmet, irfan, zevk, estetik, incelik ve güzelliğe dair hiçbir şeyi içimize alamıyor, içselleştiremiyoruz. Çünkü içimizde boş yer yok. Abur cuburla doldurduğumuz bir ”boşluk” zihinlerimizi tıka basa kaplamış.”
Haklıydı.
Kolay kolay enseyi karartmam ama insan gitgide kendine yabancılaşıyor, aradaki makas hızla açılıyordu.
Burada birkaç alıntıyı üst üste paylaşacağım. Konuya ancak böyle yerleşebileceğimi düşünüyorum. Belki söz daha çabuk kıvam bulur.
“Vermeyi unutuyoruz. Kendimizi beklemeye alıştırıyoruz. Sonra da neyi beklediğimizi unutuyoruz. Eksiliyoruz. Neden eksildiğimizi bilmeden… İnsan insanı kaybediyor. Ve bulamıyor. Aynı kentte olsa da, aynı semtte olsa da, aynı evde olsa da… Sonra da soruyoruz: Neyim var, ne oluyor, eksiklik ne? Eksilen insan. Ve kendimiz…”
Bu satırları da Hıncal Uluç’un 6 Ekim 2019 tarihli “Sevgiliye Armağan Ada” başlıklı yazısından aldım. Anlaşılan o ki, bir iki şaplakla bu şoku atlatmak ve aymak pek mümkün görünmüyor. Zira epeydir bizi oyun hamuru gibi yoğurup duruyorlar.
Buna mukabil, yaklaşık tarihlerde Hürriyet’ten Naci Öncel ile Nil Karaibrahimgil, küçük fiskelerle bile olsa mutlu anlar yakalayacağımıza inanıyor ve insan tarafımızı iğneliyorlardı:
“Yüreğimize dokunan güzel bir söz… Gece sessizliğinde edilen içten bir dua… Size gülümseyerek bakan bir çift göz… Ve tabii bazen de rahat alınan bir nefes, atılan küçük bir adım… Yeni doğan bebeğinizi kucağınıza almak, askerden gelen evladınıza sarılmak… Bebeklerin de büyüklerinde ellerini aynı sevgiyle öpebilmek, sevinci ve üzüntüyü paylaşabilmek, hakiki bir dostun varlığını bilmek, acıyı bal eylemek; şerdeki hayrı, dertteki dermanı, sıkıntıdaki umudu görebilmek; kendini kâinatın asli parçası hissedebilmek; iç huzura kavuşabilmek…”
Aman Allah’ım biz neleri kaybetmişiz?
Kolayda duran, hemen elde edilebilen ama insan olduğumuzu da hatırlatan uğraşlar da var Nil Hanım’a göre.
Ne gibi?
“Hayatla zaman geçirmek… Çıkıp yürümek… Bulutlara bakmak. Bir ağaca lâf olsun diye dokunmak. Kalkıp pencereden bakmak… Taş toplamak. Kediyi sevmek. Bir şey olsun diye değil, o sırada olmuş olsun diye…”
Bunlar küçük duygular, fındıkkabuğunu bile doldurmayacak kıpırtılar demeyin. Yunus’a sorarsanız, Süleyman’a yol gösteren şol bir karınca imiş… Dört kitabı okusan yine bilmiş olmazsın eğer insandan haberin yoksa, insanla hemhâl değilsen…
İsmet Özel de kolayını mı arıyordu sizce?
“Usta, ölmeden bana bir oyun öğret
İnsan olayım”
***
Bilen bilir, köylük yerde ağustosun içine yorgun günler doluşur. O günler geldiklerinde ve gittiklerinde gürültü bırakmazlar. Usludurlar. Çünkü ekindi, harmandı derken onca iş güç, onca toz toprak göz açmaya fırsat vermez. O yüzden ağustos pılını pırtısını toplayıp sessizce ortalıktan sıvışır da köy insanının ruhu duymaz. Ta ki; değirmen taşları dönmeye başlar, düğünler kurulur, güneş yanığı yüzlü çocuklar öteye beriye keyifle seğirtir işte o zaman güzün bir köşeden işmar ettiğinin farkına varırlar.
Bir F. Ana’mız vardı. Biraz yaşlıca. Annemden sonraki öğretmenim. Kocasını “Umumi Harp” yenememiş ama gurbet canavarı yemiş. F. Ana onca hasretine mi yansın, dört çocukla erken dul kalışına mı ağlasın… Gün gelmiş, herhâlde kanıksamış, olanı biteni kabullenmiş zahir. İnsan neye alışmaz ki, hangi acıya katlanmaz ki?
Geçtiğimiz yüzyılda savaşlar, hastalıklar, kıtlıklar, nice zorluklar insanımızı masat gibi bilemiş. F. Ana da idmanlıydı. Kim bilir nelere mecbur bırakılmıştı? Zihni, nazarı, umudu dipdiri, zağlı çelik gibiydi. Ölene kadar gönlü kararmadı.
Sarp yerlerdeki kaya çatlağında boylanan çiçeğin bir yanı yaralı olur. Küçük yapraklarını rüzgâr çabuk zedeler çünkü. Gözlerim o çiçekleri çok süzmüştür. Çocukluğumu bunlara benzetirim hep. Öyle marazlı büyüyordum. Ota duta tarlaya çok götürmezdi annem. Ben de ağustosun o yorgun günlerinde hep yanı başında biterdim F. Ana’nın. Duvar gölgesindeki toprak sekiye uzatılmış minderinden pay isterdim. Dokuz on köyün yolu önümüzden geçerdi. Elime bir su kabağı veya küçük bir testi verirdi, eski çeşmenin taş oluğundan serin suları doldurur getirirdim. Tarladan, işten, uzak yoldan gelenlere tas tas uzatırdım. Müşfik ve merhametli bakışlar üstümde kümelenirdi. Bunu hissederdim. Gün be gün ve usulca ben de bu testi gibi doluyordum. Meselâ köyün yarısını akrabam biliyordum. Kuşu böceği, dalı yaprağı “bizden” diye kabullenmiştim. Alnı beşik tosunu, haylaz danayı, akıtmalı al atı “aile” den sayıyordum.
- Ana yaşlıların yükünü paylaşmaya koştururdu beni. Onları karşılamayı, ellerinden tutmayı, sıskalığıma aldırmadan heybelerini omuzlamayı iş edinmiştim artık. Sonra sonra farkına vardım; diğer akranlarım da aynı talime koşulmuş. Her ocakbaşının bir hocası varmış…
- Ana isterdi ki, iyilik duygusu erkenden içimde kök tutsun.
-Sana dua ederlerse tez gürbüzleşirsin, diyordu.
Etrafıma iyi davranarak hastalığımdan halâs bulacağımı ilk ondan öğrendim. Meğer şifa önce gelir niyete yuva kurarmış.
Çiğdem kokulu pürü pak esintilere bağır açarsam kalbime hoşluk dolacağını, yalandan dolandan beri durunca da yüzümün ayna gibi parıldayacağını tembihledi durdu, çocuk tâkatim ne kadarını yüklenebildiyse…
Ona göre namusluluk sözünün eri olmaktı.
Birini anlatırdı; yalancı şahitlik yapmış, görmediğini gördüm demiş… Geçmiş gitmiş ama hâlâ hınç beslerdi o adama. Andıkça boğazını geven otu yırtmış gibi sesi çatallanırdı:
-O hınzır daha iflah olmadı. Çula çaputa sarındı. Orak ayında(temmuz) başına karlar yağdı. İtler yüzünü yalarken görmüşler, öyle sersefil… Son nefesine kadar bekledi ama felek şenlik bendine su salmadı. Unutma! Kötü insan onmaz…
Başlarına ilk beyaz tülbentleri doladıkları çağlarda, ta öbür uçtan gelen bir kız varmış, ıslak karga gibi hangi dala konacağı belli olmazmış. Gem almaz hevesler taşırmış. Tutup, kanı yeni yeni höpürdeyen bir delikanlıya isnatta bulunmuş. Sen misin bu günahı işleyen, bütün vücudu bir akşamda karamuk dökmüş. Yaraları kemre bağlamış da insan içine çıkamamış. Gelinler, kızlar toplanıp almışlar önlerine, kaynar sular döküp yıkamışlar. Her gün bir kalıp Girit sabunu eritmişler de gene kiri gitmemiş. Meğer zemzem ile yıkasan niyeti bozuğun gönü açılmazmış.
- Ana’nın hatıraları dağınık gelmiyordu. Bunu sonraki yıllarda daha çok fark ettim. Sanki gizli bir el onları birbirine ulamış, tertibe sokmuştu. Kendi iç dünyasında yankılanan bütün sesleri yeniden o hatıraların arasına karıyordu. Dünü bugünün kelimeleriyle kuruyordu âdeta; İzzetli, hürmetli, şefkatli, hatır gönül bilir güzel huylu kelimelerle… O yüzden diriydi, muhkemdi, uzaklara kaçmamıştı, göz erimi yerde duruyordu o hatıralar.
Faulkner, Bir Rahibeye Ağıt’ da, “Geçmiş, ölmüş değildir; geçmiş bile değildir” derken ne çok haklıydı.
- Ana’nın hikâyeleri vardı. Masalları, destanları, ağıtları, manileri… O, hepsine birden “hekât” der kurtulurdu. Kimisinin bir yanı zedelenmiş olurdu, kimisinin ucu kopuk, kimi bacası yıkık barhana gibi… Ama duyguları bozulmamış, hâlâ bülbül avazlı sesler taşırlardı.
Bütün hekâtlarda kötüler kaybederdi. Niyeti çirkinlerin, kem sözlülerin mutlaka bir gün ayağı kayardı.
Gönlü yüceler, sözü nakışlılar, helal lokmayı kayıranlar eninde sonunda kazanırdı.
Daha çocukken tarafımızı seçmiştik. Ne çok iyiyle, iyilikle tanış etmişlerdi bizi.
Karadağ kışın donardı. Hörgücündeki sık ve şen meşe kümesi de ondan el alır, kış boyu susardı. Beklerdim ki, uyanıp geviş getirsinler, türkülerini aşağılara salsınlar. Hiç deniz görmemiştim. Denizi, içine dalıp gittiğim haritadan bilirdim. Çocuk gözlerimi haritaya diker ve derdim ki, “Bu Karadağ’ı uyarmak için işte şu Karadeniz’i yakmak lazım.”
Nafile beklerdim. Ne deniz yanar, ne dağ uyanırdı. Ben de çalı çırpının, sütleğen kurularının meşe kütüklerini harlattığı ocakbaşında yer minderine kıvrılır, F. Ana’nın ağzının içine bakardım. Bilirdim; en içli türküler, günbalı gibi şıralı masallar bu ocakbaşlarından ilham alıyordu.
Anlatılan yarı masal yarı destanlar, kış gecelerinin ıssız ve soğuk karanlığında bir efsane uğultusu gibi dolardı kulaklarıma.
Çocuk dünyam mühür kesesi gibi küçücüktü. Ama sıska bedenime nispet yaparcasına hayallerim sınır tanımıyordu, gün gün saçaklanıyordu. Ebekuşağı gibi süsleniyordu umutlarım. Zira; şairin dilince, ben atlara ve uzaklara hayrandım.
- Ana, bir sevda hikâyesi, bir iyilik masalı anlatırdı ama kim bilir kaç hayattan beslenirdi, hangi yaşanmışlıklardan esintiler alırdı. Kuşların sustuğu, suların uyuduğu ve sultan gönlünün hârelendiği bir gece, tutup Tahir ile Zühre’nin hikâyesini ince ince, damıtarak tahayyülüme süzmüştü ki, hâlâ tadı damağımdadır. Kendisinden ne katarsa katsın efsun bozulmuyordu. Zühre; al fistanlı, cilveli salınışlı bir güzel kızdı. Tahir, dağ göğüslü bir yiğit… Ama ikisi de bedenlenmiş birer top ateş… Alev yüzlerini hiç unutamadım. F. Ana sonunu şöyle bağlamıştı:
-Tahir olmak ne uluca… Zühre olmak ne saadet…
Araya türküler girerdi. Ağıtlara, manilere yer açılırdı. Harput’un bir gelin hoyratı vardı, Şirvan, daha o günlerde körpe yüreğimi avuçlamış karlı dağların ardına taşımıştı.
Gül üşüdü
Çiğ değdi gül üşüdü
Bülbül kanadın topla
Gölgende gül üşüdü
Dinledikçe dinledikçe bazen de yorulur, muhayyilem kamaşır, F. Ana’nın küçük suskun odasında uyuyakalırdım. Üstümü örter, incitmezdi. Herhâlde yerimi yadırgardım ki, tanyeri ağarmadan uyanır göz ucuyla onu takibe koyulurdum. O ise kutlu anlarda çoban kebesine benzeyen hırkasına bürünür, bir şıvgaca dalı andıran boynunu eğer, Sübhani nurlara dalar, tesbihatını ve duasını bitirir, işrak vakti gelince de seccadesinin üstüne kıvrımlanırdı. Usul usul havalanan nefesinin buğusu yağmur yemiş toprak gibi kokar odanın içini doldururdu.
- Ana, yaşıtları, diğer analar ve o nesil kavrulmuş bir dünyanın içinden geçtiler. Cephelerden gelen acı haberlerle sarsıldılar her gün. İnce hastalıklar nice canları toprağa düşürdü. Yokluk kıtlık da cabası…
Mehmet Akif, o yıllarda bir şiir kaleme almıştı:
“Dul kaldı kadınlar babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede (gözyaşı) bin ailenin matemi çağlar.”
Bu yazıya otururken, “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yoktur” adlı kitabı hatırladım ve yeniden okumak için masamın üstüne aldım. Amerikalı bir yönetmen filme aktarmıştı romanı. Oradaki bir ifadeyi nasıl unuturum? İnsan gözü denilen bir çift noktanın ne çok acı biriktirdiğini söylüyordu.
Büyük kayıplar vermiş savaş artığı nesle biz ucu ucuna yetiştik. Hiç birinin gözlerine bakamazdık. İnsan acıyı hep aklında tutarmış derler ya doğruydu, çünkü acı bu insanların nefeslerinde ve gözlerinde harâbe otu gibi tütüyordu.
Savaş bitti ama acı bitmedi. Katırcılar, kervanlar günlerce süren yolculuklarla gurbetlere adam taşıdı durdu. Sonra upuzun ayrılıklar geldi, engeller, kopuşlar, kaygılar…
Türküler yakıldı, “Gide de gelmeye böyle seneler” diye.
Türküleri sızım sızımdı. Yürekleri demircilerin örsü gibi.
Bizim oraların bir deyişini hatırlarım. Gözyaşını yaşmağının ucuyla silen bir gelin sevdiğini gurbete götüren katırcıya yalvarıyordu: Yârimi hoş götür, hac sevabı alırsın diyordu. Ah o yolları sılaya bağlayan türküler… Mübarek gönüllerinde gül kurutanların türküleri…
Aylar, yıllar, on yıllar geçerdi de sılada kalanlar, İstanbul’dan İzmir’den bir selam beklerlerdi. Kuru bir selama kaildiler. Elbette selama kanmayanlar da oldu.
Kan durmaz
Yaram derin kan durmaz
Nazlı yardan bana selam gelmiş
Kendi gelsin, selam beni kandurmaz
Kiminin ömrü vedalaşmalarla geçti, kiminin ki beklemelerle.
Uzaklara yollamadan önce sevdalısının dizi dibinde ne kadar sefalı demler sürdüler sanki? Sevgilerinin maya tutmasına fırsat mı buldular? İçlerinde bastırdılar. Buğusunu salmadılar dışarı. Gönül süsü olarak kaldı sevdaları, ölene dek hoş tuttular.
Bu sefa ve mürüvvet görmeden yaşlanan kadınlar hep koyunlarında bir şeyler değil, sadece bir şey sakladılar, esrik bir geceden kalma dolunayı saklar gibi… Birini beklediler. Dillerinde yoktu ama derinlerde sıdk ile edilmiş bir yemin, bir iştahlı hasret, bir mahâbetli arzulayış.
“Dökme gülün suyunu
O yâr gele yıhana”
Yedi yıl yerde yatsa âşıkların çürümeyeceğine inandılar. Yâr nefesine hasretleri depreştiği bir akşam alacasında bir hüseyni türküye ses verdiler:
“Ah oğul! Bahar yatim, güz uyanim, kış kalkim”
Kısır senelerde soğan-ekmek aşını bal eylediler. Gün oldu otla öğün savdılar. Ama hayalleri eksilmedi, umutları tükenmedi. Kerpiç duvarların başında iğ eğirirken, toprak damların ucunda erinin yolunu gözlerken cennet rayihaları doldu genizlerine. Aynı yerde bir başka zaman yeniden başlamaya hevesleri ve yürekleri vardı çünkü.
Günlerden bir gün, içlerinden bir tâze gelinin gözleri, köyün üstünden geçen kuş sürüsünü süzüyordu. Vurulmuş bir güvercini(şehidini) arıyordu aralarında. O tâze gelin, F. Ana’nın yoldaşı, komşusu, sırdaşıydı. O an sümbül kokulu hayallere gönlünü uzatmıştı. Üç günlük güveyi iken Yemen’e gönderilen erini düşünüyordu. Ah şimdi, hemen şimdi bir keklik gibi uçup yanına gelseydi, dizini yastık yapsaydı onun yorgunluğuna ve “Kuru otlar göğerir yâr yâra kavuşanda” türküsünü beraber söyleselerdi ah!
Bu yazının en başında yaptığım alıntıları dönüp bir daha okudum. Ne kaybettiğimizi bilmiyorsak ne aradığımızı da bilmeyiz. Bulduğumuz da bizim değildir zaten.
Dante, İlahi Komedya’ da cennetle cehennem arasında gidip gelenlere “Sallantıda kalanlar” der. Ben bu topraklarda sallantıda kalan kaç kişiye rastladım ki? Bizim insanımız mukimdi. Mutiydi, inanmış ve ikna olmuştu.
Marquez de, “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı o muhteşem romanında şöyle bir cümle kurmuştu: Oturduğu toprakların altında ölüleri yok ise, o insan o toprağın insanı değildir.
Hâlbuki bu küçücük ve öksüz köylerin mezarlığı şehirler kadar kalabalıktı. Bayramlarda cumalarda, düğünlerde seyranlarda ölüsü-sağı yan yana cem oluyorlardı.
Peki, bu sıkışmışlık ne?
Bilmiyorum. Bildiğim o ki, hakikat herkese aynı anda görünmüyor işte!
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı hafife almayalım derim. Medeniyetimiz, kültürümüz, şehirlerimiz hakkında düşünen, üreten, söz söyleyen aydınımızdır. O; bir çocuk masumiyeti ve saffetiyle, billur gibi bir teslimiyetle, “Annemin dini üzere ölmek isterim” demişti.
Analarımız, F. Ana giller feleğin çarhı tersine dönünce darı dünyada bir başlarına kaldılar. Buna rağmen köylerinden, sokaklarından, evlerinden hayatın izleri hiç silinmedi. Dünyanın kulpunu bırakmadılar. Akşamları yerler mühürlendiğinde sürmeli geyikler gibi dillerini sessizliğe iliklediler ama yeminlerine sadık kaldılar, sevdalarından usanmadılar. Duasız, dileksiz, şükürsüz yatağa girmediler. Hiçbir kuruntuya kapılmadan abalarına sarınarak kendilerine yetecek kadar küçük bir huzuru yaşadılar ve mutlu öldüler.
- Ana’yı bir yazıda bitiremem. Nasipse daha çok anarız.
Rahmetli Fikret Memişoğlu ağabeyimiz, Harput’ta “Kürsübaşı” meşkine oturmadan önce bir açılış yaparmış. Bari ben de sözü onunla bağlayayım:
Haydi gelin;
Felekten gün peyleyek
Yâr sevip yır(şarkı) söyleyek
Aşk için ölenlerin
Ruhunu şâd eyleyek…