Zamânın akışını durdurmaya, kul gücü kifâyet etmiyor. Kadîm Yunan’ın sözü dinlenen filozoflarından biri:
“Bir nehirde iki def’a yıkanılmaz!”
derken, o nehri zamâna benzetiyordu.
Her nehirde istediğin kadar yıkanılır ammâ, her yıkanışda bedene değen su farklıdır. Zîrâ, nehrin suyu devâmlı akmaktadır. Zamânın önüne sed çekemeyen insanoğlu, kendi aklınca onu parçalara ayırmış. Sâliseden saate, günden haftaya, aydan mevsimlere ve nihâyet yıllara, asırlara uzanan bir tasnîf cedveli, bu gayretin sonunda elde edilmiş.
Bu sene, hem yurdumuzda, hem de Dünyâ’nın muhtelif diyârlarında çetin bir kış mevsimi yaşanıyor. Karlı, buzlu, ayazlı kış manzaraları, gözümüzden ve dilimizden eksik olmuyor. Ömrü olan, elbette bu kışın da bahâra erdiğini görecektir.
Eskiler, kışdan sonra gelen bahâra “evvelbahâr” derlermiş. Şimdilerde “ilkbahâr” diyoruz. Bir de yazdan sonra gelen bahâr var ve onun eski nesillerdeki adı “güz” idi. “Hazan mevsimi” veyâ “sonbahâr” dediğimiz o vaktin, hüzne açılan epeyi kapısı ve penceresi bulunuyor.
Bizim kültürümüzde “bahâr” deyince, ilk aklımıza gelen, elbette “ilkbahâr”dır. Büyük şâirlerimiz, şiirdeki kudretlerini, yeri geldikçe hep bahâr terâzisine çıkarmışlardır. Bâkî merhûmun, sümbülün dilinden muştuladığı bahâr tasvîri pek nefîsdir:
“Yine gömgök tere batmış çıkageldi çemene
Nevbahâr erdi deyû verdi haberler sümbül”
Yaşadığı çağda “Sultânü’ş-Şuarâ”, yâni “Şâirlerin Sultânı” diye çağırılan Bâkî, bu unvânı fazlasıyla hak ediyor. Bir def’a, bu beyit hâlis Türkçedir. Bahâr yağmuru veyâ çiy ile ıslanan sümbülün, kışdan bahâra uzanan uzun ve çileli yolda terlediğini hayâl etmek, pek şâirânedir. O gömgök terde, yeşil çimenin hissesini de unutmamak lâzımdır. Sümbülün başka renkte olan cinsleri de vardır ama, biz onu hep mâvi hâliyle hayâl ederiz. Neresinden bakılırsa bakılsın, “gömgök tere batmış sümbül” tasavvuru, hârikulâde bir söyleyiştir. Bâkî, bu şâirâne keşfini, sümbüle yüklediği habercilik, postacılık vazîfesiyle zirveye çıkarıyor ve bahârın geldiğine dâir münâdîliği, ona ısmarlıyor.
Şimdiki elektronik ve dijital imkânların olmadığı çağlarda, haberciler davul ve benzeri âletleri çalarak, insanları bilgilendirirlermiş. Bu kişilere “münâdî” derlermiş. “Nidâ eden, seslenen” mânâsına gelen “münâdî”ye “tellâl” da denirmiş. Sümbüle, gömgök terlemek nasıl çok yakışmışsa, münâdîlik de pek yaraşmıştır. Bir de, sümbülün getirdiği haberlerin muhtevâsını düşünüp hayâl etmek lâzımdır. O haberlerin içinde, sümbül dışındaki cümle bahâr çiçeklerinin ahvâli olmalıdır..