Hz.Mevlana şöyle der göçle ilgili;’’ “Kervan başının, kervanın kalkmak üzere olduğunu haber veren çanların sesini duyuyor musun? O tarafta nice yol arkadaşımız, nice dostlarımız var, hepsi bizi bekliyor.”
Öte yandan Porsuk’un Sakarya’ya kavuştuğu yerden seslenir Yunus Emremiz:
“Beri gel barışalım yad isen bilişelim Atımız eğerlendi eştik elhamdulillah İndik Rum’u kışladık çok hayır şer işledik Uş bahar geldi geri göçtük elhamdülillah”
Ve bütün Türk dünyasından başlar sırlara bürünmüş göç: “Susayan suyu arar, su da susayanı.” Anadolu kuraktı, bozkırdı.. Ve beklemekteydi gönlünü dolduracak rahmeti. Sesler yankılanıyordu diyarından: Tekmil Anadolu yepyeni baharlar hazırlamıştı kutlu gelişlere. Dağlar donanmış, ırmaklar süslenmişti.
Türk aydınlığı yayılıyordu her şehre, her köy ışıldıyordu yıldızlar misali. İlâhi teveccüh yeni bir kuruluş için görevlendirmişti, alpleri, erenleri… Muştuluyordu; gönül kardeşliğini, ruh ve kan kardeşliği. Hayat yolunda insan; hamlıktan pişmeye, oradan yanmaya geçiyordu. Sonsuzluğa ancak olgunlaşmayla ulaşılıyordu.
Göç ve onun etrafındaki kavramlara mistik anlamlar vermek her halde en doğru şeklini bizde bulmuştur.
Aslında Türk’ün göçü destanlarla başlamıştı. Destanlar anlatırdı vatan toprağının kutsallığını.
Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Hulin Dağı yükselirdi olanca ihtişamıyla.
Nehirler boyunca bereket fışkırırdı topraktan. Hulin Dağı, yaylaktı sıcak yaz aylarında mutlu ve becerikli halka.
Irmak ve dağ, saadet dağıtırdı insanlara. Bebekler gürbüz, kulunlar çevikti, kuzular ağıllar dolusuydu.
Bozkırın barış çağıydı, kılıçlar gömülü, oklar saklıydı.
Tanrı’nın bağışı ve armağanıydı Türk ülkesine güzelliklerin yoğrulduğu bu kutlu zamanlar.
Hulin Dağı, kışında çiğdemli, baharında gelincikliydi, türküler yükselirdi koyaklarından.
Dolunay ışığını düşürürdü ırmakların üstüne. Su kıpır kıpır gümüşten ışıltılar yayardı sevincinden. Salkım söğütler dallarından taç sunardı suyun başına.
Hulin Dağı’nın eteğinde at koştururdu yiğitler dolu dizgin.
Zifiri karanlığıyla Hulin Dağı’nı bürümüşken gece ve ortalıkta su şırıltısından başka ses duyulmazken.
Yücelerden biri belirdi ansızın. Uyandı kurt-kuş, uyandı börtü-böcek, uyandı herkes ve her şey…
İki kayın ağacının üstünde durdu kutsal ışık.
Kayın ağaçlarının gövdeleri büyümeye başladı ve her gece içlerinden kutsal ışık sızarak çevreyi aydınlatırken, ezgiler yükselirdi Hulin Dağı’na doğru.
Kayın ağaçları yarıldı birdenbire. İçlerinden beş çadır belirdi, her çadırda gürbüz çocuğun bulunduğu.
Halk, bu kutsal doğumun Tanrı’nın Türk Ülkesine daha birçok güzellikler bağışlayacağının bir işareti kabul ederek büyük şölenler düzenledi.
Çocuklardan en büyüğü olan Bögü Tekin’i hakan seçtiler. Çünkü diğer kardeşleri Sungur, Kutur, Türek ve Us’a göre daha akıllı, zeki ve yiğitti Bögü Tekin.
Çünkü akıllı, zeki ve yiğit olmak erdem sayılırdı bu ülkede.
Çünkü hakan zekası ile karar verir, yiğitliği ile uygulardı bu kararları.
Bögü Tekin; halkın ambarını, devletin hazinesi doldururdu ağzına kadar.
Haklıyı haksızdan ayırt ederdi.
Adalet dağıtırdı güçsüz olana, kimsesizlerin kimsesi oldu.
Aç görse doyurur, çıplak görse donatırdı. Herkes varlıklı olunca, kimsenin gözü kimsenin malında olmazdı. Gözler doydu, gönüller zenginleşti. Hulin Dağı, mutluluk dağıttı sürekli,
Tuğla ve Selenge ırmakları da bereket…
Günler ayları, aylar yılları kovaladı.
Galı Tekin hakan oldu.
Türk yurdunda duyulmadık bir şey duyuldu,
görülmedik bir şey görüldü,
olmadık bir şey oldu.
Galı Tekin aldandı, Çinli’nin yumuşak ipeğine, tatlı sözüne ve güzel prensesine.
Galı Tekin, Çinli prenses Kiu-Lien’i eş olarak aldı. Yeşil olan sarardı, gök olan morardı. Haber verdiler ki, Türk ülkesine felaket günleri yaklaşmaktadır.
Çinli elçiler, falcıları ile Kiu-Lien’in sarayına varıp oturdular. Sinsi planlar kurdular. Amaçları Türkleri zayıf düşürüp ülkelerini ele geçirmekti.
Dediler; Türklere bu bahtiyarlığı, civanmertliği Hatun Dağı’ndaki Kutlu Kaya vermektedir, eğer alıp götürürsek Kutlu Kaya’yı dağıtırız Türkleri.
Galı Tekin;
bilgelere sormadı,
ululara danışmadı,
yurt nedir bilmedi, hemen verdi Kutlu Kaya’yı.
Halbuki; Kutlu Kaya kutsaldı,
halkın saadet kaynağıydı,
birliği-bütünlüğü temsil ederdi,
bedeli kanla ödenmişti.
Çinliler, odun ve kömür yığdılar Kutlu Kaya’nın çevresine. Tutuşturdular ateşi. Yakılan aslında Türklüğün dirliğiydi.
Kutlu Kaya kızınca, sirke döküp üstüne parçaladılar ve götürdüler her parçasını kendi ülkelerine.
Götürülen Türkün saadeti, birliği, dirliği, kutsalıydı aslında.
Gök devrildi, yer sarsıldı. Ülkenin bütün varlığı kendi dillerince ığranıp uğundu. Koyunlar sütten kesildi, alnı akıtmalı taylar toprağa başlarını koydular ölmek için. Uçan kuşlar yere düştü. Irmakların suyu kesildi, göllerin suyu çekildi.
Analar ağıt yaktı, babalar dövündü yedi gün sonra akılsız Hakan öldü.
Ülke sanki savaştan çıkmıştı. Büyük yenilgilerin hezimet faciasıydı görünen.
Kalanlar çığrışmaya, ağlaşmaya başladı:
Göç, göç.. sesleri boğuk hüzünlerle dolaştı yurdun ufuklarında.
Son bir gayretle toparlanıp, yollara düştüler.
Hala; göç göç sesleri duyuluyordu.
Bilinmedik bozkırları geçtiler, görülmedik dağları aştılar.
Göç, göç sesleri kesilince birden, durup kondular ve daha o günden sonra daha kutsal bildiler vatanın çakıl taşını.
Vatanın toprağı, insanı, bitkisi ve hayvanı ile kutlu oluşunu daha iyice öğrendiler.
Ve göçüp durmanın ilahi bir ceza olduğunu bellediler.
Yen-çi-şan dağını yitirdik
Kadınlarımızın güzelliğini aldılar
Si-lan-şan yaylasını yitirdik
Hayvanlarımızı ürütecek yeri aldılar.
İşte bu yüzden atalarımız vatanı kutsadılar.Ve işte bu yüzden gittikleri her toprağı vatan bildiler.Bu güzel şehir, Türk dünyasının her tarafından gelen göçmenlerle ortaklaşa meydana getirildi.İşte bu yüzden Eskişehir,barış,kardeşlik ve sevginin kenti oldu.Her topluluk Yunus’un sevgisinde kendi buldu.Eskişehir halkı, Yunus’un sevgi ortamında sonsuzluğa kavuşma isteğinde birleşti.
Milletimizden başka hiçbir topluluk göç olgusuna mistik bir anlam yüklememiştir.İşte Hz.Mevlana’nın göç sözleri bunu en derin ifadesiyle ortaya koyar: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi Her gün bir yere konmak ne güzel Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş…”