“Lâmba da şişesiz yanmaz mı,
Cicim bana yâr bulunmaz mı?” diyordu bir türkümüzde.
Sevdiğimizin gözlerine sabah türküleri söylerdik biz. “Bir sabahlı güneş oldun” derdik seher sonrası.
Gökteki yıldızları fener sanırdık. Dağların bulutlardan soluk alamadığı zamanlardan sonra “şu karşıki dağda bir fener yanar”dı.
Yüce dağ başında bir ışık yanardı. Işık olana da bir türkü söylerdik;
“Çoktan beri yollarını gözlerim,
Gönlümün ziyası sen safa geldin.”
Işık ışık titrerdi zaman. Yıldızlara bırakırdık hayallerimizi. Yorgun türküler uzanırdı sereserpe;
“Dost cemalin benzer güneşe, aya,
Bakamam yüzüne yandırır beni.
Aşığı kül eder sendeki ziya,
Gonca güller gibi soldurur beni.”
Gaz lâmbalarımız vardı bizim. İsini silerdik bin hayalle.
Yollarımızı aydınlatan fenerlerimiz vardı. Bazen de “gökteki yıldızı fener mi sandın?” diye sorarlardı güneşin terlediği zamanlarda.
Akarsu söylerdi sesli sesli;
“Bir seher vaktinde düşsek yollara,
Türkümüz söylenir dilden dillere,
Ancak kavuşuruz bizim ellere,
N’olur gözyaşını sil de gidelim”
Arif Nihat Asya demişti ya;
“Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük”
“Evlerinde lâmbaları yanıyor,
Göz göz olmuş ciğerlerim kanıyor” diyordu bir Kerkük Türküsünde.
Bir gün Abdurrahim Karakoç Ağabeye sormuştum “Lâmbada titreyen alev üşüyor” mısraını nasıl yazdınız diye. Anlatmıştı sonra.
O yıllarda gaz lâmbası var. Kitap okumayı da seviyor Abdurrahim Ağabey. Gündüz hadi neyse de gece de okunacak kitap. Ama gaz pahalı. “Lâmbayı söndürüp camın kenarında ay ışığında okumaya çalışırdım. Bu mısra o zamanlardan kalma” demişti.
O lâmbalar mutluluğa ışıyordu. Nice izler vardı üzerlerinde alev alev.
İnsan en çok gözünden vurulurmuş.
Kopan çiçekler de güneşin doğuşunu göremezlermiş zaten.
…
Gaz lambası evlerde, kapalı mekânlarda, “finar” da korunaklı olduğundan bir yere giderken, tarla sularken kullanılırdı.
Sonra da “lüks” çıkmıştı zaten.