Gül Kapaklı Bakır Tas
Sabahın serin seherinde gökte nazlı nazlı süzülen Çoban Yıldızı arza yavaş yavaş veda ederken, Saba yeli soluk renkli taşların döşendiği yolun kenarında sıra sıra boy gösteren pembe güllerin goncalarına selâm verip yapraklarını hafifçe kıpırdatarak esip geçti.
Uzaklarda uzun uzun öten horozun yankılı sesi tabiatın artık uyanmaya başladığını anlatmaya başladı.
Usta elinde yemek sepeti, ağır adımlarla bu kadim yolun sağına soluna dizilmiş bakır ustalarının şaheserlerini dile getirdiği dükkânlarını geçip kendininkine gelince durdu.
Durdu. Durdu ama içerideki son mırıltılar da bir an için durdu. Kısa süren derin sessizlik hükmünü tekrar fısıltılara bıraktı sonra. Bakır tasın sevinçli fısıltısı sadece saf sevginin yaşadığı gönüllerce hissedilebilirdi:
“-Aziz dostumuz geldi. Yine elindeki çekiç sırları keşfeden kalbiyle el ele verip güzel tıkırtılarla zikre devam edecektir. Bize neler neler anlatacak kim bilir.”
“-Bilinmezler dünyasından Sevgiliye selâm ile başlayacak güzelim söze, diye fısıldadı gümüş parıltılı kalaylı kazan. Söz kendinde verilen hazinelerle varlığa da yokluğa da sonsuz kapıları açan anahtarların marifetlerini dile getirecek, ne hoş!”
Çam kokulu, reçineli tahta raflarda dizi dizi duran sahanlardan kenarı dilimli olan çukur tabak sohbete katıldı:
“- Yüce Rabbin Süleyman’a öğrettiği evren dilinin mucizesi söz… Karıncaya bilinmezleri bildiren, küçücük sanılan âlemlerin duvarlarının sislerini açan, esrar kitabının sayfalarını çevirip Âdemoğlunun bilmecelerini çözen söz… Dünyanın sesini, ayın ezgisini, yedi kandilli Süreyya’nın gizini bilip kâinatın zikrini bize anlatan söz…”
“-Hâlimi dosta fısıldayan, diye devam etti kulplu bakraç, ulu dağların yankısını, ağacın nefesini, bülbülün güle sevdasını, gülün naz ü niyazını âlemlere faş ediveren söz… Sesin âhengini, esrârını saklayan söz…”
Sohbet söz üzerine sürüp gidiverecekti ama usta ucu işlemeli anahtarı ile demir kilidi açınca susma vaktinin geldiğini hepsi anladı da tezgâhın üzerinde duran çok süslü tasın güzeller güzeli kapağı çabucak ve usulcacık konuştu:
“-Dostlar, bugün ben sizden belki kısa bir zaman için ayrı gibi duracağım can dostum tas ile birlikte. Ama bu hâl çok kısa sürecek ümit ederim ki. Gönlümden asla ayrılmayacaksınız, bunu biliyorsunuz. Zira bizler aynı cevherin çocuklarıyız. Bizlere ayrı düşmek muhal değil.”
Tam o sırada usta derin bir nefes alıp beline sardığı bin bir nakışla dokunmuş kuşağındaki el işi torbaya anahtarını koydu, İki kanatlı el yapımı, altıgen motiflerle süslenmiş kapıyı, her zamanki gibi, şükürlerle, dualarla açıp içeri girdi.
Ardından duvarlardaki raflarda sıra sıra dizili tencerelere, taslara, kapaklı sahanlara, kupalara baktı. Büyük bir sabırla nakışladığı tepsileri, kazanları, bakraçları, yerde duran mangalları sevgiyle gözden geçirdi. Hepsine ne çok emek vermiş, bakır levhalardan bu hale getirene kadar onlarla ne çok sohbet etmişti.
Her seher vakti kapıyı açınca hepsine selâm verirdi. Onların da hâl dili ile karşılık verdiğini hisseder, yine Allah’a şükrederdi ve bilirdi ki yine bu bakırdan olma gönül dostları daima sabaha kadar hak sohbetindeler.
Gülümsedi. Düşündü. Aylardır kapaklı bir bakır tas ile hemhâl idi. Hele kapağı için ne çok uğraşmış, güzel bir gül demetiyle ince ince süslemişti. Güllerin arasına goncalarını koyup yapraklarının damarlarını dahi tek tek yerleştirmiş, kalayladığı saplar ve tohumlarla desteklemişti.
Çok uzaklarda, sınır illerinden birinde görev yapan bir kale komutanı yıllarca yolunu beklediği gözünün nuru hanımına güzel bir hediye yaptırmak istiyordu. Başkente giderken dükkânına uğramış, kahvesini içip sevdiceğine çok güzel bir hediye istemişti.
Komutana hayretle sormuştu:
“-Aman Efendim, evdeşinize hediye alacaksanız dostum kuyumcuya götüreyim sizi. Bakır kap yerine nadide bir mücevher daha uygun düşmez mi?”
Gülümsemişti adam:
“-Benim nur tanem altından hoşlanmaz. Altının, mücevherin gösterişe gireceğinden, insanı üstün görünme duygusuna kaptıracağından ürken bir hatundur. O gönül güzelliğinin en güzel mücevher olduğunu çok iyi bilir. Bakırı sever o. Bakırın mazlumluğunu, masumluğunu, boynu büküklüğünü çok sırlı bulur. Dünyanın yalancı güzelliğini elinin tersiyle itip verilen görevi hakkıyla yapmaya çalışanların sebatı vardır bakırda ona göre. Ama kıymetli Ustam, sen yine de süslü bir tas yapıver benim inci taneme, kapaklı olsun, sırları konuştursun.”
Usta hemen işe koyulup en iyi bakır levhaları seçmişti. Ama o erdemli hanıma çok güzel bir kapaklı bakır tasa işlemek için nasıl bir süs yapacaktı? Günlerce eline en iyi kalemleri alıp saf, güzelim kâğıtlara çeşit çeşit çiçekler çizmiş, bir türlü beğenememişti.
Sonra bir gece yorgunluktan kalem elinden düşüp uyuyakalmış, bir düş görmeye başlamıştı. Bir dağ başında, bir ormandaydı. Adeta cennetten bir köşeydi bulunduğu yer. Nur yüzlü bir dede gülümsüyor, ona o güne kadar görmediği güzellikte küçük bir gül demeti uzatıyordu.
O seher vakti namazdan sonra kalemi onu hiç dinlememiş, çizmeye başlamıştı. Gülümseyerek kalemini seyreden Usta bakır levhalara dönüp fısıldamıştı:
“-Hazır mısınız sevgili dostlar, yeni duruşa, yeniden yenilenmeye hazır mısınız? Görelim devran bize ne der, dinlemeye, yeni sırlı sohbetlere hazır mısınız?”
Bu sabahın seherinde, şimdi son çekiç tıkırtıları ile son sohbete gelmişti sıra. Zira Kale komutanının adamlarından biri gül kapaklı bakır tası alacaktı.
Bu tas için çok mahir marangoza kayın ağacından şaheser bir kutu yaptırmıştı. Geometrik desenlerin arasına yerleştirdiği rumilerle, hatailerle süslediği kutuyu gören dostları hayran kalmışlardı.
Önlüğünü özenle giydi, Tezgâhtan çekiçlerini, kalemlerini ve gül demetiyle süslediği kapağı aldı, yavaşça taburesine oturdu. Küçük, yuvarlak, tahta masasını dizlerinin arasına çekti. Gülümseyip konuştu:
“-Haydi Bismillah! Ey Kadir-i Mutlak! Encamımızı hayreyle. Güzellikler, iyilikler ver bizlere. Ey çekiç ve ey kalem! Allah sizlere öyle sırlı, öyle güzel hünerler nasip etsin ki şu bakır kapağa son zikirleri nakşedelim.”
Sonra çekiç ve kalem tıkırtılarla zikre başladı.
Onları duymuşçasına diğer dükkânlardaki çekiçler de yavaş yavaş sırlı seslerle onları takip etmeye koyuldular.
Bu hal öğlene kadar sürdü.
Usta son çekici de vurup son kalemi önlüğünün cebine koyunca ayağa kalktı, kapağı havaya kaldırıp ona uzun uzun hayranlıkla baktı. Ardından sevinçle gülümsedi ve dedi ki:
“-Ey Bakır kapak! Bu dünyada senden güzel bir bakır eşya olmasa gerekir. Yüce Rabbime şükürler olsun ki çekiçle ve kalemle güzel bir dostluk kurdun, ben de size uydum. Ol âhenkle bu şaheser vücut buldu. Kıymet bilir hatun seni çok sevecektir inşallah.”
Ama içine kurt düştü. “Ya görmediğim bir hata varsa” diye düşündü. Enine iki sıra zencirek işlediği bakır tası tezgâhtan alıp üstüne güllü kapağı oturttu. Etrafında dolanıp sağına, soluna bakıp iyice gözden geçirdi, kusur aradı kendince. En küçük bir kusur görmedi.
Öğle namazı için kapıyı kilitleyip gittiğinde dükkânda sohbet yine başladı. Orta raftaki kalaylı büyük sahan hayranlıkla konuştu:
“-Ey gül kapaklı tas! Bu ne güzel âhenk böyle! Seni gören gözlerin hayranlıktan aklı karışıp gönülleri dâim serhoş olacak. Eller sana dokunurken güllerin incinir mi diye korkacak. “
Kalın kulplu bakraç ona hak verdi:
“-Sana konacak şerbet, seninle şereflenen tatlı ve hoşaf “ah insanlar beni içmese” diye niyaz edecek. Seni gören insanlar içindeki yiyeceği unutup seni seyredecekler.”
Güllerle süslenmiş kapak bu sözler karşısında korlara tutulmuş gibi âteşin renge büründü de kekeledi utancından:
“-Ah dostlar! Yapmayın, bu güzel sözleri söylemeyin bana. Hicâbımdan yangınlardayım şimdi. Allah korusun, nefsime yenik düşerim de kendimi bir şey sanırım sonra. Oysa ben sadece bir bakır madeniyim. Hiçbir özelliğim yok. Şu ustaya bu hüneri bahşeden Yüce Rabbime şükürler olsun ki hepimizi onun eline nasip etti de bu serüveni yaşıyoruz. Kim bilir daha neler gelecek başımıza ve neler neler geçecek. Şu garip bakır tasa kimler elini değdirirken yüreğine neyi fısıldayacak…”
Tam o sırada anahtar sesi duyulunca o güzel sohbet sona erdi. Dükkân sessizliğe bürünürken ustanın sözleri duyuldu:
“-Hoş geldiniz beyim, safalar getirdiniz. Buyurunuz fakir haneme. Bir acı kahve ikram etmek isterim size.”
Yavaşça kapı açıldı. İçeriye usta ile sırtında kilim desenli heybesi olan kısa boylu, zayıf, orta yaşlı misafiri girdi. Çelebi görünüşlü bir adamdı. Cevabı da kibardı:
“-Sağ ve vâr olunuz usta efendi. Ama emaneti alıp gideyim ben. Kervan yola düşmek üzere. Hemen geleceğim deyip izin istedim. Allah izin verir de bir gün yolum bu tarafa düşerse kahvenizi içerim inşallah.”
Usta tezgâhın üzerinden aldığı gül kapaklı çukur tası özenle çintemani desenli kemha kumaş bohçaya sardı. Tahta kutusuna koydu. Mavi atlas kumaştan yapılma torbaya özenle yerleştirdi. Adama uzattı.
Az sonra gül kapaklı bakır tas kervana ulaşmak için acele adımlarla yürüyen adamın heybesindeydi. Kervana yetiştiğinde nefes nefese kalmıştı. Kervanbaşı onu görünce suratını asmamaya büyük gayret gösterip sesini çıkarmadı. Ama kendi kendine söylendi:
“-Kale komutanının adamı olmasan seni çok beklerdim! Neyse ki korku dağları bekliyor, şükret sen ona!”
Hızla toplanan kervan yola koyuldu, şehir gerilerde kalmaya, koca ova dağların arasında kaybolmaya başladı. Vakit yavaş yavaş ilerlerken güneş de bulutlara pembeden eflatuna, eflatundan mora doğru giden harikulade renkli elbiseleri giydirerek ufukta saklanmaya karar verip alacakaranlık başlayınca Akşam Yıldızı gökte ışıltılarla selâma durdu.
Saatler saatleri kovaladı, ılık rüzgâr yerini sert esen soğuk arkadaşına bıraktı. Yeşillikler, öbek öbek çalılıklar, tek tük ağaçlar bitti. Çölün kaygan kumları başladı.
Bir vakit daha sürdü yolculuk. Artık gökte müthiş bir yıldız seli ve yusyuvarlak, pırıltılı gümüş tepsi gibi duran şahane bir mehtap vardı.
Adam devenin üstünde saatlerce kalmanın verdiği yorgunlukla tam uyumak üzereyken kervanbaşının korku dolu çığlığı ile gözleri fal taşı gibi açıldı:
“-Uyuyanlar uyanın! Çok uzaklarda karaltılar görüyorum. Haramiler olabilir. Şu kum tepelerini aşıp arkasına ulaşırsak canımızı kurtarırız.”
Kervandakiler develeri hızlandırıp o kum tepelerini aştılar ama başlarına gelen daha da korkunç halden ne yapacaklarını şaşırdılar. Haramiler oradaydı, kendilerini bekliyordu.
Gül kapaklı bakır tas heybenin içinden sadece sesleri duydu, acı çığlıkları, feryatları.
Sonra karşılıklı konuşmayı dinledi:
“-Oooo! Bu ne güzel heybe böyle! Ne var bunun içinde bre çelimsiz, sefil Âdem?”
“-Bir şey yok Ağam, sadece bir bakır tas. Vallahi billahi bir bakır tas!”
“-Kes, teres! Bir bakır tas için bu kadar süslü püslü heybe fazla! Burada bir hazine olmalı, dua et. Yoksa kelleni alırım!”
Hırsla uzanan el heybeyi çekip aldı. Ardından atlas torbayı, içindeki tahta kutu dikkatle açıldı. Gül kapaklı bakır tas ay ışığında hain hain parlayan iri kara gözleri fark etti. Kendisini görünce hayranlıkla irileşen göz bebeklerini, keyifle açılmış koca ağzı gördü sadece ve o kahkahalar atan çirkin sesi duydu:
“- Vay vay vay! Seni yalancı ihtiyar seni! Bu tas nasıl bakır olabilir ki! Olsa olsa az bulunur bir altın çeşididir. Aşk olsun bunu yapan ustaya, maharetliymiş.”
Sadece tası ve süslü kapağını atının heybesine tıkıştırdı harami. Gerisini yere atıp çiğneyince adam üzüntüsünden ve korkusundan yerlere serilip bayıla yazdı.
Sonrasını hiç hatırlamak istemedi bakır tas. Güllerle süslü kapağına dehşet içinde fısıldadı:
“-Ah dostum! Bu ne hal! Biz insanları hep iyi bilirdik. Meğer içlerinde böyle uğrular, böyle caniler de varmış.”
İç çekti süslü kapak:
“- Dur, can dostum. Daha sonunu görmedik. Dua edelim de daha fenası olmasın.”
İki can dostu artık kervanı soyup herkesi kılıçtan geçiren haramilerle beraberdi.
Çölde saatlerce yol aldılar. Yolculuk gecenin en karanlık anında gök gürlemelerini andıran seslerle kesildi. Bu defa harami başının bağırtısı ile bütün atlar durdu:
“-Aslan sürüsü!”
Dakika sürmedi, gecenin karanlığında ışıl ışıl parlayan gözleriyle koca koca kediler dört bir yandan saldırdılar. Şaha kalkan atların kişnemeleri, aslanların homurtuları haramilerin çığlıklarına karıştı. İlk saldırılan atlı gül kapaklı bakır tasın olduğuydu.
Bir zıplayışta atı arkasından yakalayan dişi aslana diğerleri de eşlik edince at harami ile birlikte yere devrildi.
Tas süslü kapağa fısıldadı:
“- Eyvah eyvah! Haklıymışsın can dostum. Şimdi ne olacak?”
Kapak yine hüzünle iç çekti:
“-Dur can dostum. Henüz sona gelmedik. Korkarım ki biz de bu çile yumağının içindeyiz artık.”
İkisi de haraminin heybesinin içindeydi. Dışardan gelen canhıraş feryatları, kurtulup uzaklaşan atların nal seslerini ve çöldeki yankılarını, hırıltılı nefesleri bir müddet dinlediler.
Çok yakından gelen hırlamalar bir müddet daha devam etti. Bir ara içinde bulundukları heybenin derin nefeslerle koklandığını, bir ucundan çekiştirilip sürüklendiğini fark ettiler. Çukur tas hafif bir yel gibi fısıldadı can dostuna:
“-Bu aç aslanlar karınlarını doyurdular galiba. Meraklı, oyunbaz yavrulardan birinin canı oyun istemiş olmalı. Anlaşılan o ki heybeyi koklayıp çekiştiriyor.”
“-Öyle olmalı, diye cevap verdi güllü kapak. Başka canlıların hayatlarının sona ermesine anneleri, babaları vesile olunuyor da neredeyse aynı vakitte bu yavruya biz neş’e kılınıyoruz. Ve… Şu geçici âlemlerde vakit dolana kadar bu düzen böyle sürüp giderken kim bilir daha ne güzelliklerin, mutlulukların, ne hüzünlerin ve acıların yaşanıp sona erdiği zannedilecek ve hepsi efsane olacak. Dilden dile esatirleri anlatılacak.”
Derin bir iç geçirdi bakır tas, mırıldandı:
“-Ama… Ama güzel bir attı hayvancık, diye cevap verdi. Nefesi, kısmeti bu kadarmış. Geriye kalanı da kim bilir kaç çöl hayvanının karnını doyuracak. “
Sonra ikisi de sustu. Yaşadıkları garip hadiselerin sırlarını keşif için derin ve çok renkli düşüncelere daldılar.
Aradan süresini ikisinin de bilemediği bir zaman daha geçti.
Ama bir çığlık daldıkları düşüncelerden onları çıkarıp vakti hatırlattı:
“-Aman Allah ne güzel bir heybe bu! Güneş renkleri az soldurmuş ama. Olsun! İçinde kim bilir neler var. Hemen deveme yükleyeyim.”
Heybenin yerden kaldırıldığını ve devenin sırtına yerleştirildiğini anladı bakır tasla güllü kapak. Ardından o sesi tekrar duydular:
“- Ah yazık! Bir at süvarisiyle düşmüş olmalı. Çölü geçerken susuzluktan ölmüşler herhalde. Sadece kemikleri kalmış. Allah taksiratını affeylesin.”
Az sonra devenin üstünde başlayan yolculuk bir vahada sona erdi. Deve sahibinin yere indiğini sesinden anladılar ve çok kaba bir ses ikisini de şaşırttı:
“- Dur bakalım destursuz! Görürüm ki sana layık olmayan bir güzellik var devenin sırtında. Nereden çaldın bu heybeyi?”
Cevap çok sertti:
“-A akılsız adam! Bilip bilmeden sen bana nasıl iftira atarsın? Haddini bil. Yoksa ben bildiririm.”
Küfürlerle dolu itişip kakışma sesleri duyup kulak kesildiler. Birden heybenin havalanıp yere serilmesinden anladılar ki o densiz adam fırlayıp heybeyi almaya kalkınca olan oldu. İki can dost, güllü kapak ile süslü bakır tas heybeden dışarı fırladılar.
Şaşkınlık içinde fark ettiler ki iki dev adam birbirlerine sarılmışlar, itişip güç yetiştirmeye çalışıyor… Ama heybeden çıkıp yan yana düşen bakır tasla güllü kapağını görünce farkında olmadan ayrılıp şaşkınlıkla onlara baktılar. Gözleri fal taşı gibi açılıp ikisi de şaşkınlık ve hayranlıkla aynı çığlığı attı:
“-Aman Allah! Ne güzel şeyler bunlar!”
Ardından hemen saldırıp gördüklerini kapmak istediler. Devenin sahibi daha atik davranıp ikisini de kaptı. Kaba adam da hızlıydı, hemen hamle yapıp bakır tası çekip almak istedi.
Süslü çukur tas iki dev adamın arasında gitti geldi. Deve sahibi kurnazdı. Bir çelme atınca rakibi yüzükoyun yere serildi, yüzü ellerinden kayan bakır tasa şiddetle çarptı. Acıyla inleyip öylece kala kaldı.
Devenin sahibi dehşet içinde baktı yerde yatana ve kendi kendine korkuyla konuştu:
“-Öldü mü acaba? Bir gören olduysa beni yakalayıp hapse atarlar. Ömür boyu kaçacak değilim. Eğer ölmediyse kaldıramam bu zebellayı. Dövüşmeye de mecalim kalmadı. En iyisi hemen kaçayım. Bu şaheser kapak bana yeter.“
Hemen yerdeki heybeyi kapıp güllü kapağı içine sokuşturdu.
Bütün olanları hayretler içinde seyreden iki arkadaştan güllü kapak acıyla fısıldadı:
“-Can dostum, seni göremiyorum. İyi misin?”
“-Galiba dilimlerimden biri biraz büküldü. Ama iyiyim. Lakin gönlüme bir ayrılık hançeri saplandı can dostum,” diye inledi tas.
“-Hayır! Ben sensiz ne yaparım, kiminle hak sohbetleri ederim? Ya Rabbi bize acı, diye sızlandı güllü kapak. ”
Ama deve sahibi devesine binince çukur tas üzüntüyle cevap verdi:
“-Yolun açık olsun ey can dost. Elbet bir gün yan yana, can cana oluruz. Bilirim ki beni unutmazsın. Gerçek sevgileri gönüllerimize yerleştirip bize ol ebedi dostluğu nakşedene şükürler olsun ki şu yalancı dünyada hakikatin ta kendisi de bu hâldir. Ve… bu öyle bir hâldir ki sırtını dağlara dayasan dağlar yıkılır da hakikat sapasağlam kalır. İhlâs ile dostluk hakikatinin gönüllerinde mayalandığı canlar ayrılamaz dost hale gelirler. Ey güllü kap, Ey gerçek dostum, ben seni hiç unutmayacağım. Buluşana kadar seni her daim anacağım.”
Deve hızla uzaklaşırken güllü kapak acıyla hıçkırıp son sözlerini söyledi:
“-Ey can dost! Buluşana kadar selâmetle kal, seni Allah’a emanet ettim. Her daim ihlâs ile çarpan kalbimde olacaksın. Bir gün elbet buluşacağız.”
Ses hafifleyip sönüverdi.
Biraz sonra o kaba adam yavaş yavaş kıpırdayıp inleyerek uyandı. Zorla doğruldu. Güç bela ayağa kalktı. Elini başına götürüp şaşkın şaşkın etrafa bakındı. Sonra burnundan akan kanı fark etti. Acıyla inledi. Ardından ayaklarının dibindeki çukur tası görünce olanları hatırladı. Hırs içinde galiz küfürler edip bağırdı:
“-Yerin dibine batasıca tas! Hani, nerede o güzel kapağın? Sizin yüzünüzden ölecektim az daha! Ey kaynağı kuruyasıca garip tas! Kapağın olmadan ne işe yararsın sen?”
Boğa derisinden yapılma kalın mı kalın kaba kocaman çizmeli ayağını kaldırdı, olanca hızıyla çukur tasa sert bir tekme yapıştırdı.
Zavallı çukur tas havada uçtu, uçtu, ileride duran su kuyusunun taşına çarpıp birkaç metre yuvarlandı, etrafında fırıl fırıl dönüp yavaş yavaş durdu.
O garip, kaba saba adam da atına binip çölde gözden kayboldu…
Günler yavaş yavaş geçti. Güneş bir ufukta, bir şafakta görünüp kayboldu. Zühre yıldızı ve bütün yıldızlar gecelerde bir parladı, bir söndü. Ay kâh hilâlleşip kâh mehtap oldu.
Gündüzleri çölün sıcak kumlarından bunalan bir yılan içinde çöreklenip yuttuğu koca çöl faresini sindirene kadar dinlendi. Sonra bir gündüz vakti iki çöl bülbülü içinde yuva yapıp yavrularını yetiştirip uçurdu. Sonra yağmurlar yağdı, bir çöl ceylanı içindeki sudan içip susuzluğunu giderdi. Sonra bir çöl tilkisinin yavrusu gelip onunla oynadı. Sonra rüzgârlar esti, fırtınalar koptu, şimşekler çaktı, gökler gürledi ve baharlar gelip geçti. Çukur bakır tasın içi kumla doldu, her tarafını sardı da sadece iki dilimini görünür kıldı…
Ve…
Bir sıcak yaz günü bir nine keçi sürüsüyle kuyunun başına geldi. Keçileri de kendisi de çok susamıştı. Ama heybesine bakınca kabını unuttuğunu görüp hayıfla elini başına koydu, etrafına bakındı. Çukur bakır tasın dilimlerini fark edince koşup onu kumdan çıkardı. Sevinçle konuştu:
“-Ey eskimiş çukur tas! Seni yapandan da buraya bırakandan da Allah razı olsun. Derdime derman, susuzluğuma çare, ömrüme bereket oldun.”
Ardından onu temizledi, dilimlerine ip dolayıp kuyuya saldı da tas tas su içirdi keçilerine, kendisi de suya doydu.
Eline alıp uzun uzun inceledi onu. Dedi ki:
“- Ey bakır tas! Seni kim yaptıysa hünerinde pek mahirmiş. Bu güzelliğe kıyıp seni burada bırakamam. Fakirhanem seninle şenlenecek.”
Koydu torbasına, keçileriyle yola revan oldu…
Ve….
Hiç konuşmadı, hiç mırıldanmadı, hiç fısıldamadı çukur tas. Sadece sustu…
Güllü bakır kapak da deve sahibinin heybesinde şehre geldi. Adam ağzı kulaklarında kendi kendine dedi ki:
“-Ben bunu antikacıya satarım şimdi. Elime epey bir para geçeceğini ümit ediyorum.”
Antikacı kurt bir adamdı. Şaşkın deve sahibini kandırması çok kolay oldu. İçten içe hayran kaldığı güllü kapağı görünce burun büktü:
“-Ey zavallı dostum! Bu kapağı niye getirdin ki bana? Haydi getirdin, tası nerede bunun?”
Şaşırıp yutkunup cılız bir itirazda bulundu deve sahibi:
“- Ama bu kapak sultanların ellerine layık.”
Yalancıktan hırsla bağırdı kurnaz antikacı:
“-Bre densiz, tek kapak ne işe yarar ki? Söyle bana, başına külâh mı yapacaksın? Al, götür, hanımına göster. Görelim bir yerde kullanacak mı?”
Sızlandı karşısındaki:
“-Ağam, dur hele! Bunun ederi ne?”
Antikacı yalancıktan kafasını kaşıdı, tek kaşını havaya kaldırıp güllü kapağı şöyle bir süzdü. Alay edip ağdalı cümleleri peş peşe dizdi:
“-Ey gözümün nuru, akıllı geçinenim, benim billur kalpli meraklım, safların sultanı açıkgözlüm. Benden sana bir kıyak, beş gümüş akçe senindir. Al, yolun açık olsun.”
Deve sahibi çarnaçar gümüş akçeleri cebine koyup dükkândan uzaklaşırken, antikacı hemen saf ipek havlu ile güllü kapağı özene bezene silip parlattı ve en gösterişli yere yerleştirdi.
Daha akşam olmadan şehrin en zengin tüccarının hanımı antikacıya geldi ve güllü tas hemen gözüne çarptı. Hayranlık nidalarıyla on altın verip onu satın aldı. Çabucak konağa dönüp onu oymalı kakmalı, altın varakla süslenmiş vitrinine koyarken dedi ki:
“- Ah ne güzel, ne hoşsun ey güllü kapak! Yapabilseydim sana aşk nağmeleri terennüm etmek isterdim. Ama sözlerim seni anlatmaya yetmez. Ben değil, seni en ünlü söz ustaları dahi tarif edemez. Hoş geldin haneme.”
Baharlar, yazlar geçti, güzler, kışlar… Karlar yağdı o güzel konağın bahçesine. Sonra ağaçlar ve bitkiler rengârenk çiçeklerini açtı. Sonra meyveler dile geldi, sonra bol, bereketli yağmurlar yağdı, rüzgârlar sert esti, sonra tekrar karlar yağdı.
Ve…
Hiç konuşmadı, hiç mırıldanmadı, hiç fısıldamadı güllü kapak. Sadece sustu…
Keçi sürüsünün sahibi kimsesiz nine de tası hiç bırakmadı, ölene kadar. Komşuları nineyi dualarla defnedip kulübesini öylece bıraktılar.
Durmadan zamanlar geçti. Kimi hızlı, kimi yavaş, yıllar ve yıllar durmadan geçti. Zaman harabe haline gelen kulübenin üstünden bir silindir gibi geçti.
Vaktin birinde dehşetli çöl yağmurları yağdı da seller o harabeyi önüne katıp derin, engin ırmağa getirdi. Irmak çukur tasın varlığını hissedince ona kıyamadı, mırıldandı:
“- Ey kimsesiz tas! Bende kalırsan suyum seni çürütür, ben de buna engel olamam. Seni kıyıya bırakayım. Elbet bir kimsen olur.”
Küçük dalgalarla bir harabenin kıyısına bıraktı… Tas da ona fısıldadı:
“- Ey dost! Yolculuğun hep kutlu, yolun açık olsun. Canlara can veresin. Uğurlar ola.”
Sonra yine sustu…
Güllü kapak da o güzel vitrinde suskun bir şekilde zaman geçirirken bir gün birden her yer titremeye, bina sarsılmaya başladı. Göz açıp kapayıncaya kadar, çığlıklar, feryatlar içinde koca konak enkaza dönüştü…
Yere şiddetle devrilen güzelim vitrinin varaklı yan tahtası güllü kapağa fısıldadı:
“-Ey can… Bir zaman sonra ben toz toprak olacağım. O zamana kadar bu muhteşem güzelliğini korumak isterim. Yuvarlan, gel duldama.”
Güllü kapak son gayretle, zorlukla kıpırdayıp üstündeki ağırlığa rağmen tahtaya ulaştı. Ardından fısıldadı:
“-Ey Dost! Var olasın. Gayretin kutlu olsun. Yüce Rabbim sonumuzu hayırlı kılsın.”
Sonra ikisi de sustu…
Aradan çok uzun zamanlar geçti, yüz yıl yüz yılları kovaladı…
Güzel vitrinin altın varaklı yan tahtasının tozu bile kalmadı. Konağın yıkıntısının üstünde ağaçlar çıkıp koca bir orman oldu.
Koca ırmağın yatağı değişti, orası güzel bir ova olup insanlar sebze ekip hayvan yetiştirmeye başladılar…
Ve… güllü kapak ile çukur bakır tas hep sustular, hep dinlediler… Ne sesler duymadılar ki! Evrende ne kadar ses varsa hepsini dinlediler. Dünya dönerken zikir çekiyordu, dağlar taşlar, ağaçlar, çiçekler, yani bilumum nebatat, kuşlar, dağ aslanları, balıklar, yani bilumum hayvanat, rüzgârlar, su damlaları, ışık taneleri, zerreler, her şey ve her şey de.
Kılıç şakırtılarını, ok vızıltılarını, at kişnemelerini, sonra silah seslerini, büyük patlamaları duydular, insan feryatları hayvan inlemelerine karıştı.
Fırtınaların, tufanların gök gürültülerini dinlediler, zelzelelerin o boğuk seslerini ara ara duydular.
Bir akşam vakti, âşık şairin, gün batarken ufkun kızıllığında, durgun göle karşı sevdiceğine yazdığı gazellerini, ağlayarak yanık sesiyle sevda nağmelerinin terennümünü hüzünle dinlediler.
Bebeklerin ağlamalarını özlü bir musiki gibi, evrenlere sırlarını anlatan bir ilahi gibi içlerinden meşk ettiler…
Ama ayrı ayrı yerlerde kaderlerini yaşarken bakır çukur tasla güllü kapak kendi sohbetleri bekleyip özleyerek sustular…
Sonra…
Nice zamanlardan sonra o ormanda gezen biri zayıf, diğeri tombul, iki meraklı genç adam bir tümsek gördü. Zayıf gencin aklı zenginlikte idi. Heyecanla bağırdı:
-Aha! Burada hazine gizli herhalde. Haydi biraz eşeleyelim.”
Kısa bir müddet kuru, iri dal parçalarıyla tümseği inatla kazınınca güllü kapak yavaş yavaş ortaya çıktı. Her tarafı toprakla kaplanmıştı.
Tombul genç itina ile güllü kapağı temizleyince zayıf genç korktu, telaşla dedi ki:
“-A kardeş, bu tarihi esere benziyor. Başımıza iş açmayalım. Haydi götürelim, müzedeki uzmanlara gösterelim. Devlet mükâfat olarak ne verecekse ona razı olalım.”
Tam o sırada tarlasını çapalayan kadın eştiği yerde, toprağın içinde süslü bakır tasın dilimlerinden ikisini görünce hayretle söylendi:
“- Amanın! Bu da ne ki? İçi altın dolu tasın ucu olur mu acep?”
Heyecanla dilimleri çekince içi toprak dolu bakır tas kendini gösterdi. Hayal kırıklığına uğrayan kadın ileride otları deste yapan kocasına bağırdı:
“-Herif! Hele bak bir. Burada bir şey buldum.”
Tası gören adam boynuna doladığı terden sırılsıklam olmuş havlu ile onu iyice sildi. Üç sıra halinde, çok güzel bir şekilde işlenmiş zencireklerini görünce şaşırdı:
“-Kadın, dedi. Bu çok eski bir tarihi esere benziyor. Kimseye bir şey söyleme. Ağzından bir şey çıkarsa, ablana, çocuklara bir şey söylersen tepelerim seni. Dur bakalım. Gideyim müzeye. Belki devlet yetkilileri alır da biz de bir iki koyun sahibi oluruz.”
Ve…
Birkaç gün sonra tombul ile zayıf genç müzeden içeri girerken çiftçi ile neredeyse çarpışacaklardı. Üçü de müze müdürünün odasını sorup buldular.
Hiçbir şey söylemeden iki gençle yaşlı çiftçi torbaları açıp güllü tabakla zencirekli çukur tası çıkardılar. Büyük bir özenle silip temizledikleri, pırıl pırıl parlayan iki dostu müdürün masasına yan yana koydular.
Müdür süslü tasla güllü kapağı görünce hayretle konuştu:
“-Nereden buldunuz bunları? Hemen danışmanlarımı çağırayım.”
Dört danışman güllü kapakla zencirekli çukur tabağa bakınca hemen özel inceleme talebinde bulundu. İki gençle yaşlı çiftçi birkaç saat dışarıda beklemek zorunda kaldı.
Dört görevli uzun uzun inceledi güllü kapakla zencirekli çukur tabağı. Sonunda dışarı çıkıp gizlice kendi aralarında konuştular. Ardından müdürün odasına geçtiler. En yaşlısı ciddi bir tavırla konuştu:
“-Efendim. Bu nadide parçalara değer biçilemez kanaatindeyiz. Yüzyıllar evvelin eserleri bu iki şaheser müzemizin en değerlisi olacak. Kapağın kenarındaki zencirek ile çukur tasınkiler birbirinin aynısı. Büyük ihtimalle bu kapak bu tasın. Ama üstüne oturtmayı denersek belki bozarız, eğeriz. Vitrine koyalım yan yana. Bu üç garibe de mükâfatlarını verelim.”
Müdür ellerini zevkle ovaladı, hemen sordu:
“-Hemen bir açıklama isterim sizden. Güzel bir tanıtım yazısı olsun. Basını da çağıralım. Müzemizin şanı yürüsün.”
Uzmanlardan en genci de keyifle gülümsedi:
“- Doktora tezimde çok önemli belge olacak bu iki şaheser. Benim için neredeyse mucize!”
Bir saat sürmedi, koyunlarını çok rahat bir şekilde alacağını düşünen yaşlı çiftçi ile kendi iş yerlerini kuracakları için çok sevinçli olan iki genç gülümseyerek müzeden çıktılar.
O gece yarısı loş ışıkların aydınlattığı müzede fısıltılar duyuldu. Camekânın içinde yan yana duran güllü kapak ile süslü çukur tas pek bahtiyardı, insanlar gibi gönülleri coşku doluydu. İlk önce kapak fısıldadı:
“-Ey can! Ne kadar zaman geçti seni görmeyeli?”
“-Söyle bana Ey dost! Zaman mı geçti, diye cevap verdi süslü çukur tas.”
“-Doğru, dedi güllü kapak. Zaman nedir ki? Beni kaldırdılar, yanına koydular, işte bu kadar, geçen zaman bu kadar…”
“-Anlat bana dedi tas, anlat serencamını. Başımın tacıydın. Oradan alınıp yanıma konana kadar neler yaşadın?”
Derler ki o iki can dost durmadan ama durmadan fısıldaşır durur ve kimi müze ziyaretçileri, gezginler bu fısıltıların çok küçük bir kısmını duyar!
Sahi siz onları işitiyor musunuz? Duyuyor musunuz yüzyıllarca süren o macerayı?
Suzan ÇATALOLUK
01.04.2023
Nilüfer-BURSA