Bu hafta gündemden biraz uzaklaşmak için Ramachandran’ın “The Tell-Tale Brain – Beynin Hali/Hikâyesi/Belirtileri” adlı kitabının kalan bölümlerini okumaya çalıştım. Ama ne mümkün!
Otizm ile ilgili bölümü bitirdiğimde, işte Türkiye demekten kendimi alamadım.
Otizm çok zor bir bozukluk ve tam olarak nedeni bilinmiyor. Otizmin iki alt grubu var. Birincisi sosyal-kognitif (yanı algı), ikincisi ise sensorimotor (duyu ve hareket) olarak adlandırılıyor. Ama otizmin belirtilerini okuduğumda, darbe teşebbüsünden önce tam bir otistik toplum olduğumuz teşhisini koyuverdim. Neden mi?
Sosyal-kognitif otistik kişiler,
-Zihinsel yalnızlık ve dünya ile temasın en aza indirilmesi belirtileri gösteriyorlar.
-Normal bir diyaloga giremiyorlar.
-Başkaları için duygusal bir empati sergileyemiyorlar.
Sensorimotor otistik kişiler ise,
-Bazı uyarıları (mesela ses, görüntü vs.) aşırı derecede rahatsız edici buluyorlar.
-Vücutlarını öne arkaya sallıyorlar.
-Kontrolsüz hareketler (özellikle elleriyle) yapıyorlar.
-Kendilerine vuruyorlar.
İnsanoğlunun dünya yüzeyine hükmetme macerasında en kritik dönem 50 ila 100 bin yıl öncesi. İster yaratılışa, ister evrim teorisine inanın, Bu dönemde çok önemli bir eşik aşılmış. Hiçbir hayvanda olmayan yepyeni bir özellik edinmişiz. Buna “theory of mind – bilinç teorisi” adı veriliyor. Gündelik hayatımızda düşünmediğimiz, ama muhteşem bir özelliğimiz. Tanımı şöyle;
“Başka bir insan olmanın aslında nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilmesek te, bilinç teorisini kullanarak başkalarının zihninde niyet, algı ve inançlar olduğunu varsayıp ona göre hareket ediyoruz.”
Bu özellik matematiksel zekâya değil, sosyal zekâya dayanıyor. Yani mantık yürütmek, farklılık veya benzerlikleri algılamak, doğru şeyleri birleştirmek vs.
Otizmin belirtilerini açıklamak için geliştirilen bir diğer teori ise “salience landscape theory – dikkat çeken manzara teorisi” idi. Mesela bir manzaraya baktığımızda çok sayıda uyarı oluşturan şeyler dikkatimizi çekerken aralarından önemli ve bizim için tehlikeli olabilecekleri ayırt edebiliyor ve ona göre karar veriyoruz.
Ama otistikler öyle değil,
Normalde dikkat çekmemesi gereken bir şeyden çok rahatsız olabiliyorlar veya fark etmiyorlar. Mesela bir resimdeki gözler birçok çocuğun dikkatini çekerken, otistikler gözleri neredeyse hiç algılamıyorlar.
15 Temmuzdan önce toplumumuza neden Otizm teşhisi koyduğumu şöyle özetleyebilirim.
-Sadece kendi taraftarlarımızı dinlediğimiz, başka fikirleri duymak istemediğimiz bir sosyal yalnızlaşma dönemine girmiştik.
-Diyaloga girmek şöyle dursun, duygusal tepkiler ile birbirimize bağırarak, dinlemeden kavga etmeye ve karşımızdakini yenmeye çalışıyorduk.
-Bir başkasının çektiği acıya veya eziyete kayıtsız bir hal içinde, hatta müstahak gözüyle bakıyorduk. Oysa insanlar haksız yere mesleklerinden oluyor veya hapis yatıyorlardı.
-Bir başkasının kıyafetinden, konuşmasından, eğitiminden, aidiyetinden, ananelerinden, mezhebinden, dininden, sosyal statüsünden aşırı derecede rahatsız oluyor, yargılıyor, kızıyor ve uzaklaşıyorduk.
-Kendimizi kontrol altına alamaz haline gelmiş, işi fiziksel eziyet ve temasa döken rezillikleri görür olmuştuk.
Peki, ne oldu 15 Temmuz’da?
Bu olayı Psikiyatride ağır depresyonda kullanılan EKT’ye (Elektrokonvülzif tedavi) benzetiyorum. Bu tedavide hastaya anestezi altında elektrik verilmekte ve beynine bir nevi format atılmaktadır.
Hepimiz Suriye, Irak, Libya veya en iyi senaryo ile Mısır olma tehlikesini gördük ve bir var olma tehdidi ile karşı karşıya olduğumuzu gördük.
“Saldırgan Deni”liğe evrilen otistik vatandaşlarımızı cezalandırmanın veya ayıklamanın gereğini ve kendi dünyasında yaşamaya devam edip empati yapmayan otistik vatandaşlarımızı ise çok ciddiye almamak gerektiğini anlayarak toplum olarak otistiklikten sıyrılmaya karar verdik.
Ama olgunluğa daha çok zamanımız var.
Prof.Dr.Vahdettin Engin’in “II. Abdülhamid ve Dış Politika” adlı kitabında, Osmanlı tarihinin en çok okul açan padişahı olan Sultan II.Abdülhamid’e ait çok ilginç bir anekdot var.
O dönemde Japon İmparatoru, İslamiyet’in muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini ve ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir din heyetinin ülkesine gönderilmesini talep etmiş. Sultan Abdülhamid bu talep üzerine;
“Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim. Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan (saygı gösterilecek) çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmi kudretleri olduğu kadar, cihanı telakki (dünyayı algılama) tarzları, bu kadar büyük ve İslamiyet’in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu (konuyu) ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi. Velhasıl Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimlerine ve onları yetiştirecek kaynaklara sahip değildik. Medreselerimiz birer ilim irfan kaynağı olmaktan mahrumdu.” Karşılığını vermiş.
Geçirdiğimiz ağır psikolojik travma sonucu otizmden olgunluğa geçeceksek, çocuklarımızı kimlere teslim edeceğimiz ve ne öğreteceğimiz konusunda uzlaşmak ve nöronlarımızı her alanda iyi eğitim ile güçlendirmemiz lazım…