Maley Edebiyâtı’nda Hikâyât ve Türk Savaşçıları
Hikâyât tarzındaki eserlerde görülen Türk teması, gelenekli Maley Edebiyâtı’nda önemli bir yere sâhiptir. Yapılan ilk çalışmaları iki bölüme ayıran akademiaya göre, ilk bölüm XIV. yüzyılın sonundan XVII. yüzyılın ilk yarısına âit edebî çalışmaları içine alır. Bu metinler, yabancı kaynaklardan Maley diline aktarılmış tercümeler yâhut yabancı kaynaklı yazıların Maley adaptasyonları olmaktadır. Müslüman Hindistan’dan ortaya çıktığı veyâ buralara ulaştığı düşünülen bu metinler, Türk temasının Türk yönüne değinirken Türkçe konular bu metinlerde nâdiren görülür. Daha da önemlisi, Türkî karakterler ve işâretler, İslâm döneminin başlangıcından itibâren gelenekli Maley Edebiyâtı’nda yer edinmiştir. Meselâ, “Hikâyât Muhammad Hanafiyyah ve Hikâyat Âmir Hamzah” bunların öncülerinden olup “Hikâyât İskender Zulkarneyn” de özellikle Türk rümûzları ile dolu olup belirli Türk topluluklarından ve onların nerede kesîf yaşadıklarından ilk bahseden eserdir.
Maley nesrinin başlıca türü olan “hikâyât” ın ilk örneği, iki bölümden oluşan dînî tandanslı kahramanlık hikâyeleridir. Bunlardan ilki, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’in şehâdetlerine kadar olan erken dönem İslâm târihine genel bir bakış sunmaktadır. Şiî îmâlarla dolu olan ikinci bölüm, Ali bin Ebu Tâlib’in oğlu Muhammed Hanafiyah (Hanefî) ve sekiz yeminli kardeşinin, Hasan ve Hüseyin’in intikâmını almak için Emevî Halîfesi Yezîd’e karşı on üç yıl süren savaşını anlatmaktadır. Bu yeminli kardeşler arasında Tebriz Hükümdârı Tughan Türk ve Mughan Türk kardeşlere rastlıyoruz. Muhamed Hanefî’nin sâdık müttefikleri, okçulukta tecrübeli bir Türk süvâri birliğidir ve Zanzibaryanların ordularına karşı savaşlarda öncülük etmektedirler. Karşı taraf Frenk, Çinli ve Etiyopyalı (Habeş) müttefikleri gibi kâfir olduklarından, Muhamed Hanefî’nin savaşı mukaddes savaş, yâni bir cihâd olarak temsîl edilir.
Bir savaşta Tughan Türk ve Mughan Türk, gün batmadan evvel düşmana saldırır. Karanlık çökünce arkadaşı düşmandan ayırmak imkânsız olur ve Zanzibaryanlar birbirlerini öldürmeye başlarlar ve kayıplarının ne kadar büyük olduğunu ancak ertesi gün şafak sökerken farkederler. (Brakel, 1975). Bir başka savaşta, her iki kardeş düşmanı utanç verici bir yenilgiye uğratmak maksadıyla Muhammad Hanefî’nin ana kuvvetlerine katılırlar:
“Savaşçıların savaş çığlıkları gökte gök gürültüsü gibi gümbürdüyor, düşenlerin kopmuş kafaları savaş meydânında top gibi sekiyor, bedenleri ağaç gövdeleri gibi etrâfa saçılıyor, insan ve at kanı selden bir nehir gibi akıyordu. Tam o esnâda Tughan Türk ve Mughan Türk ordularıyla birlikte savaşa katılarak lânetli Yezîd’in taaruza dayanamayan ve sonunda çil yavrusu gibi dağılan savaşçılarını alt etmeye başlarlar.”
Hikâyât Muhammad Hanafiya’nın aksine, Hikâyât Âmir Hamzah’ın içinde dînî kısımlar bulundursa da, daha çok kahramanlık ve romantizm temalıdır. Hikâyenin baş kahramanı Âmir Hamza, Hazreti Muhammed’in amcası Hamza, fırtınalı bir çocukluktan sonra Fars Kralı (Sâsânî Kisrâsı) Nushirwan (Anûşirvân / Nûşirevân)’ın hizmetine girer. Hamza, Kisrâ’nın kızı Mehran Negara (Mihrnigâr)’la evlenebilmek için pek çok yol dener, ayrıca kıskanç saray muhâfızları ve sinsî vezîr Behtek’in entrikaları ile uğraşır. Pek çok ülkeye seyâhat eder, buradaki insanları İslâma döndürür, fakat ayrıca onu pek çok mâcerâya sürükleyen, sâkinleri cinlerle periler olan Kaf Dağı’na ulaşır. Hikâyenin sonunda Mekke’nin savunmasında Hazret-i Muhammed ve damadı Hazret-i Ali’nin birliklerinin yanında savaşa katılır. Âmir Hamza’da Türk karakterlerinin yer aldığı iki kapsamlı bölüm bulunmaktadır.
Pek çok olayın vukû bulduğu yüzlerce sayfa uzayıp giden ilk bölümde, Türkistan Hânı Zubin’den bahsedilir. Türk Hânı o kadar güçlüdür ki, gürzüyle sert bir kayaya vurduktan sonra onu parçalayabilecek ve toz hâline getirebilecek kuvvettedir. Nushirwan’ın müttefiki olan Zubin, Kaus şehrinde hüküm sürmekte ve tebaasına bazen Türk, bazen Moğol denmektedir. Lâkin Nushirwan’ın vezîri Behtek, fenâ karakterli bir adamdır. Behtek, Zubin’i Hamza’yı öldürmesi için iknâ eder. Onu Nushirwan’ın kızı Mehran Nigâr ile evlendirileceği sözünü verir. Ancak Nigâr’a Âmir Hamza da âşıktır. Behtek ile komplo kuran Zubin, Âmir Hamza’ya karşı birçok entrikada yer alır ve onunla def’alarca savaşır. Sonunda Zubin yenilir. Bir keresinde Hamza’yı ağır yaralasa da Hamza bu yarayı atlatır. Kaus kuşatması sırasında, önemli bir sahnede, Zubin’in kardeşleri Ghar Turki ve Tar Turki Hamza’ya saldırır, ama Hamza ikisini de döver, onları İslâma çevirir, dost ve müttefik yapar. Nuşirvan’ın bir başka vasalı olan Sarkab Türkî’nin başına da aynı şeyler gelir. Kaus’ta Hamza ve Nigâr, düğün yapıp evlenirler. Bundan sonra Nigâr’ın aslâ karısı olmayacağını anlayan Zubin, onu öldürür ve Nigâr, Hamza’nın ellerinde can verir.
İkinci bölümün kahramânı, Âmir Hamza’nın oğlu Bâdî ez-Zamân’dır. Av sırasında ormanda kaybolan Bâdî ez-Zamân, İran Denizi (Basra Körfezi)’nin sâhiline gelir. Orada denizin karşı tarafındaki Tûrân Ülkesi’nin büyüleyici ama hasta prensesi Julus el-Asyikin ve şehzâdelerin su ve çamur tedâvilerine nezâret etmekte olan Tûrân Ülkesi’nin vezîri ile karşılaşır. Julus el-Asyikin Bâdî ez-Zamân’a âşık olur. Vezîr’in de yardımıyla onu gemisine aldırır, Tûrân Ülkesi’ne getirir ve onu muhteşem bir parkın ortasında yer alan saraya koyar. Bâdî ez-Zamân’ın hisleri de aynı yöndedir. Prenses’in babası Kral Sadar, bu durumu öğrendiğinde öfkeden deliye döner ve sayısız askeri olan ordusunu gencin üzerine gönderir. Ancak Bâdî ez-Zamân savaşçılara üstünlük sağlar. Kral, yenilgiden dolayı oldukça üzülmüştür, fakat Vezîr Kral’a gencin güçlü hükümdârların soyundan geldiğini söyler. Tûrân Ülkesi’nin kralı genci karşılar, yakışıklılığı ve zarîf tavırlarından etkilenir ve kızı ile evlenmesine müsaade eder. Bu arada Âmir Hamza’nın sâdık arkadaşı Umar Umayya, ormanda Bâdî ez-Zamân’ı aramaktadır ve nihâyet izini bulmuştur. Âmir Hamza ile birlikte Sadar Alam’ın ülkesine doğru yola çıkarlar. Tûrân Ülkesi’ne giderlerken Âmir Hamza sun’î bir yeryüzü ve cennet yaratan, cennetini meleklerle dolduran, her tarafına yıldızlar asan ve kendini Tanrı îlân eden, küfre dalmış Zâmin Ambar Kralı’nı öldürür. Âmir Hamza, Tûrân Ülkesi’ne vardığında oğlunun ve Julus el-Asyikin’in düğünleri olmaktadır. Tûrân ülkesi Kralı Sadar Alam ve Âmir Hamza yakın arkadaş olurlar ve Sadar Alam Müslüman olur.
Hikâyât Âmir Hamza’nın yazarının Türkler’e yönelik karışık tutumu ve Arap Hamza ile Türk Zubin’in karşılıklı düşmanlığına ilişkin uzun açıklaması farklı sebeplerle motive edilir. Bunlardan biri, Emevîler dönemindeki Türk-Arap savaşlarının bir yankısıdır ve bu durum hikâyâtta çok belirgindir. Daha da önemlisi, yazarın bu karakterlere ilişkin değerlendirmesi dînî kaygılarla desteklenmektedir. Braginsky’nin detaylı çalışmasında “pagan Türkler” cümlesi dikkat çekicidir:
“It is little wonder, therefore that the author’s negative attitude toward pagan Turks radically changes to positive as soon as they convert to Islam / Bu sebeplerden dolayı, yazarın pagan Türkler’e yönelik olumsuz tutumunun onlar İslâm’a geçer geçmez olumluya dönüşmesi şaşırtıcı değildir”
cümlesi, hikâyatlardan yola çıkılarak yapılmış ve açıklama gereği doğuran bir yorumdur.
XIX. yüzyıla kadar, özellikle Batılı âlimler Türklerin pagan olduğunu, hurâfelere inandığını savunuyorlardı. Oysa Braginsky akademik çalışmasına Türklerin eski inançlarının pagan değil monotheist, Tek Tanrı inancı olduğunu yazmalıydı. Eserdeki bu eksiklik dikkat çekicidir.
Türkler, târihin her döneminde Tengri dedikleri bir yaratıcı güce inanmışlardır. Bu yaratıcı güç, kağanlara kut veren, küç, ülüg ve birlik sahibi bir yaratıcıdır. Eski Türklerce Gök Tanrı İnanç sistemini oluşturan diğer unsurlarla berâber Kök Tengri de iduk, yani mukaddes kabûl edilmiştir. Yir-sub (yer-su) mukaddesdir, Yağız-Yer mukaddesdir, çünkü Tengri tarafından yaratıldıkları bilinmektedir. Atalar ervâhı mukaddesdir. Kanlı ve kansız kurbanlar Türkler tarafından asırlarca bu ruhlar adına sunulmuştur.
Yir-Sub, Orhun Abidelerinde yer yer vatan anlamında da kullanılan bir kavramdır ve Kök Tengri ifadesi ile birlikte anılmak lüzumu görülmüştür. Kül Tigin Âbidesi Doğu Yüzü 19. Satır:
“Eçümüz apamız tutmuş yir sub idisiz bolmazun tiyin. Az budunug itip yaratıp…” Ecdâdımızın tutmuş olduğu yer-su (vatan) sahipsiz olmasın diye, az milletini tanzim ve tertip edip.”
Kül Tigin Âbidesi Doğu Yüzü 10-11. satır:
“Üze Türk Tengrisi Türk ıduk yiri subı ança itmiş.” Yukarıda Türk Tanrısı, Türk mukaddes yeri, suyu (vatanını) öyle tanzim etmiş.”
Kül Tigin Âbidesi Doğu Yüzü 15. Satır:
“Tengri yarlıkaduk üçün illigig ilsiretmiş kagansıratmış, yagıg baz kılmış, tizligig sökürmiş, başlıgıg yükündürmiş.” Tanrı lûtfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tâbi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiştir.” (Ergin 2000).
XVIII. ve XIV. yüzyıllardaki araştırma zorluklarını düşünecek olursak, yukarıda Türk Âbidelerinde asırlar evvel yazılan monotheist yaklaşımın bilinmemesi normaldir, ancak uzun yıllar kitaplara konu olan bu varsayımlar ve yanlışlar düzeltilmelidir. Bu anlamda Türk akademisyenlere büyük bir vazîfe düşmektedir.
İslâmi devirden önceki Türklerin dini hakkındaki çalışmalara öncülük eden, XIX. yüzyılda Rus âlimi W. Radloff, Altaylardaki Türkler arasında tesbît ettiği Şamanizm’in, İslamiyet’ten önce eski Türklerin asıl dinleri olduğunu düşünüyordu. Radloff bu varsayımına dayanarak eserlerini Orta Asya’daki Türkler arasında mevcut olduğuna inandığı Şamanizm’e hasretmiştir. Eserlerinin sonraki dönemde yerli yabancı birçok araştırıcı tarafından eski Türk dînî hususunda ana kaynak olarak kabûl edilmesi, Şamanizm tezinin benimsenmesinde başrolü oynamıştır. Yâni, Şamanizm’in eski Türklerin dîni olduğu tesbîti, batılı ve yerli pek çok bilim adamının düşüncesinde bu eserler sayesinde yer etmiştir. 18. asır sonları ve 19. asır boyunca hem araştırma zorlukları, hem de bölgenin siyâsî durumu yüzünden, Türkler ile ilgili çalışmaların çok sınırlı seviyelerde kalmış olmasına şaşırmamak gerek.
Bugünün araştırmalarına baktığımızda, tek Tanrı; Gök Tanrı inancını, monoteist yapıyı bilinen en eski kaynaklarda dahî Türklerin en eski dînî yapısı olarak görmekteyiz.
Türkler Gök Tanrı inanç sisteminde, Atalar kültü, Yer-Su kültü ve Umay Ana kültü olmak üzere çeşitli yan unsurlar üzerine inşâ edilen tek tanrı inanç sistemine inanıyorken, hurâfelere ve ilkel uygulamalara dayanan pagan inanışlara inanıyorlardı denmesi Hikâyâtları on dördüncü asırda yazan yazarın Göktürk, Orhun ve Yenisey âbidelerine anlatılan tek Tanrı inancından bîhaber olması, o dönemin Hikâyât yazarı için normal kabûl edilebilir, ancak Orhun ve Göktürk yazıtlarında paganlığa ve şamanlığa âit tek bir kelimenin dahî bulunmaması gerçeğini bilen bugünün okuyucusna hitâb etmemektedir.
Hikâyâtlara dönecek olursak, yakın zamanda yapılan çalışmalar Pasai’nin Türk Sultanları tarafından yönetildiğini ortaya çıkarmıştır. C. Guillot ve L. Kalus (Guillot and Kalus 2008: 69-74) tarafından yürütülen Pasai târihinin öncü yeniden inşaası çalışmaları, Hikâyât Muhamed Hamza ve Hikâyât Âmir Hamza’nın Pasai okuyucusunun ilgisini çekmesinin nedenlerine daha fazla ışık tutuyor. Bu âlimlere göre, Bengal’den çıkan Türk kökenli hânedân, 1340’lı yıllarda Pasai’de iktidâra gelmiş ve yaklaşık 1394 yılına kadar burada hüküm sürmüştür. 1345-1346 yıllarında Pasai’yi ziyâret eden ve bu hânedanlığın kurucusu Salâhuddîn ile görüşen Faslı seyyâh İbn Battûta, “Mâlik ez-Zâhir” inde onu sürekli olarak kâfirlere (Bataklar kastediliyor) karşı cihâda girişen bir hükümdâr olarak nitelendiriyor. (Gibb 1957:273-6). Bu cihâd, önceki hânedânın soyundan olan son Türk hükümdârı Sultan Zain el-Âbidîn Pasai’de tahta geçtiğinde bile sona ermedi denmektedir. (Guillot et Kalus 2008:74).
Gazâlara gurûr veren savaşçı Türk karakterlerini anlatan söz konusu iki hikâyâtın Maleyce’ye çevrildiği dönem; 1350-1390, Türk Hânedânı’nın saltanâtı ile tam örtüşmektedir. Bu öyle sıradan bir rastlantı değildir. Bir yandan bu iki eser Orta Asya ve Bengal’de iyi biliniyordu, öte yandan Malaka’ya düzenlenen Portekiz saldırısı açıkça gösteriyor ki, Maleyler bu hikâyeleri düşmanlarına karşı savaşlarda savaşçıların savaşçı rûhunu uyandırmak için güçlü bir araç olarak görüyorlardı. Guillot ve Kalus’a göre Bengal’e Orta Asya’dan gelen Türkler, İslâmî seçkinlerdendi. Delhi Sultanlığı’nın hükümdârları, aralarından Bengal beyliklerinin valilerini seçtiler ve 1352’de bunlardan biri Bengal Sultânı oldu.
Sonuç ve değerlendirme:
Yukarıda öğrneği verilen iki Hikâyât örneğinde; “Hikâyât Muhammad Hanafiyyah ve Hikâyat Âmir Hamza”da geçen Türk işâretleri ve Türkî karakterler, İslâm döneminin başlangıcından itibâren gelenekli Maley Edebiyâtı’nda yer edinmiş öncü örneklerdendir. Eserler incelendiğinde, İslâm dînini yeni seçmiş Maley halkına yazılmış olan bu yüzlerce sayfalık eserler, din ve kahramanlık, arada aşk temalarını konu ediniyor. Yazarın, Türkler İslâmiyeti kabul etmeden evvel onlara mesâfeli yaklaşıp, İslâmiyet’e geçmeleri ile anlatımında ters dönüş yapması ve onlarla arkadaş ve müttefik olunması örnekleri dikkatlerden kaçmıyor. Fakat her iki eserde de Türklere has olarak atfedilen güçlü-kuvvetli özellikler, inanç gözetmeksizin zikredilmiştir. Hikâyât Âmir Hamza’da geçen;
“Türk Hânı o kadar güçlüdür ki, gürzüyle sert bir kayaya vurduktan sonra onu parçalayabilecek ve toz hâline getirebilecek kuvvettedir.”
cümlesinde böylesine kuvvetli olan bir Hâkân’ın sonunda yenilmiş olarak gösterilmesi hayret vericidir.
Nitekim onu yenen Müslüman Arap için böylesi kahramanlık cümleleri yoktur. Müslümanlık hikâyelerde belirgin olarak hissedilirken, okuyucu satırların sonunu tahmîn eder, müslümanlar kazanacaktır. Oysa Arap savaşçılar Türk savaşçılar kadar kuvvetli değildir, ama her nasılsa Türkler’i yenerler. Yazarın bu taraflı yaklaşımına rağmen bu eserlerde gazâlara sürûr veren savaşçı Türk karakterleri gurûrla anlatılır. Güneydoğu Asya bahsinde bir gerçek daha vardır ki, klâsikleşmiş bu eserler Maleyler’in düşmanlarına karşı savaşlarında, özellikle Malaka’ya düzenlenen Portekiz saldırısında, düşmana karşı savaşçı rûhu uyandırmak için bir araç olarak görülüyordu.
Her iki Hikâyât’ın incelemesini yapan Batılı akademisyenler, Türkler’in yurdu için “Orta Asya” tâbirini kullanırken, ve Türk yöneticiler için de “Kral” kelimelerini kullanırken Hikâyâtlarda bu tâbir geçmez, onun yerine “Tûran Ülkesi, Türkistan, Tûran Prensesi, Türk Hânı” gibi kullanımlar geçer, doğrusu da budur.
Hikâyât İskender Zulkarneyn de özellikle Türk imgeleri ile dolu olup belirli Türk topluluklarından ve onların nerede yaşadıklarından ilk bahseden eserdir. İskender Zülkarneyn’i bir sonraki bölümde ele alacağız.
Yedinci Bölümün Sonu.
Kaynaklar:
Braginsky Viladimir, 2015. The Turkic-Turkish Theme in Traditional Malay Literature, Imagining the Other to Empower the self, Brill, volume 301.
Brakel, L. F., 1975. The Hikayat Muhammad Hanafiyyah; A Medieval Muslim-Malay romance. The Hague: Nijhoff.
Ergin, Muharrem (2000). Orhun Âbideleri, İstanbul, Boğaziçi Yayınları.
Gibb, H.A.R. (transl.), 1957. Ibn Battuta: Travels in Asia and Africa, 1325-1354. London: Routledge and Kegan Paul.
Guillot, C. & L. Kalus, 2008. Les monuments funéraireset l’histoire du Sultanat de Pasai a Sumatra (XIIIe-XVIe siécles). Paris: Association Archipel.