Mustafa TEZEL
Bilhassa ilk mektepte “hayat boyu kendisine timsâl alabileceği” iyi bir öğretmenle karşılaşmak, bir insan için, hayatındaki en mutlu tesâdüflerden birisidir. Şahsiyetin henüz oluştuğu çağlarda, öğretmen, öğrencisinin yalnızca şahsiyetini yoğurmakla kalmaz, bir anlamda onun geleceğini de inşâ eder. Bu yüzdendir ki, öğretmenlik, târih boyunca, tıpkı hekimlik gibi, en çok değer verilen mesleklerden birisi olmuştur. Bizim için de böyledir. Dilimizde, öğretmenliğin saygınlığını belirtmeye yönelik deyimlerin ve atasözlerinin yekûnu hayli fazladır. Hatta, “öğretmenin vurduğu yerde(n) gül biter” yâhut “eti senin, kemiği benim” gibi sözler/anlayışlar, bâzen bu konuda ileri gidildiğini de ortaya koyar.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra üzerinde en çok durulan hususlardan birisi, eğitim olmuştur. Meyveleri de alınmıştır. Türk Millî Eğitim sistemi, Cumhuriyetin ilk çeyrek asrında, yakın zaman önce Nobel Kimya Ödülünü alan Prof.Dr. Aziz Sancar, kezâ sahasında büyük bir âlim olan ve sözkonusu ödülü fazlasıyla hakettiği hâlde ─kuvvetle muhtemeldir ki─ millî duruşu sebebiyle pâyelendirilmek istenmeyen Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu gibi, ilimde/sanatta ve diğer sahalarda yüzümüzü ağartan, Türklüğe/insanlığa büyük hizmetlerde bulunan nice insan yetiştirmiştir. Türk Devleti, ülkenin her bakımdan mahrumiyet içinde olduğu o dönemde, mutlu/huzurlu/güçlü bir ülke vücûda getirmenin en başta gelen şartının, Türk çocuklarının iyi yetiştirilmesi olduğu gerçeğini kavramış ve bu kutlu amacın gerçekleştirilebilmesi için ─öğretmen yetiştirmekten, müfredâtın belirlenmesine; geçerli eğitim-öğretim yöntemlerinin uygulanmasından, binâ ve diğer tesislerin yapımına kadar─ çok özenli davranılmış; bu konularla ilgili akademik çalışmalar ülkemizde yetersiz olduğundan, ─John Dewey gibi─ sahasında isim yapmış pek çok yabancı uzman getirilerek[1], Türk Millî Eğitim Sistemi’nin ilmî usûller ve esaslar çerçevesinde yeniden yapılandırılması konusunda gerekli görülen hiç bir fedakárlıktan kaçınılmamıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, kendisine “öğretmenlerin maaşı ne kadar olsun” diye sorulduğunda, büyük Gâzi’nin “milletvekili maaşından az olmasın” demesi, eğitim/öğretmen konusuna o dönemlerde verilen önemin müşahhas göstergelerinden birisidir. Kezâ, o döneme ilişkin yayımlanan pek çok hâtıratta, maarifle ilgili bir iş konusunda bakanlığa giden bir öğretmenin bizzat bakan tarafından karşılandığı ve hürmetle uğurlandığı, bilhassa vurgulanan hususlardandır.
Eğitim/öğretim/öğretmen konusunda Devletin ve toplumun ilgisinin ─bir takım sebeplerden ötürü, azalarak da olsa─ 1970’li yıllara kadar devam ettiği söylenebilir. Fakat, 1950’li yıllardan sonra, “bir mühür, bir müdür” anlayışıyla okul sayısının hadsizce artırılması; devlet bütçesindeki yetersizlik bahâne edilerek, eğitime ayrılan payın, ihtiyaçların çok altında belirlenmesi; 1970’li yıllardan sonra, eğitim gibi önemli bir konunun iç siyâsî çekişmelere mevzu yapılması ve bu çerçevede, ─bu konuda, dünyâdaki özgün örnekler arasında yer alan─ öğretmen yetiştiren kurumlarımızın yozlaşmasına yol açan uygulamalara gidilmesi; kezâ, yine anılan dönemde, öğretmen yetersizliği gerekçe gösterilerek, öğretmenlik formasyonu almamış kişilerin iki-üç aylık kurslardan sonra, öğretmen olarak tâyin edilmesi (ki, burada asıl amaç, eğitimde ideolojik bir yapılanmaya gitmek idi); sonraki yıllarda da, bu defa hesapsız-kitapsız açılan üniversitelerin diğer fakûltelerinden mezun olan gençlerin işsiz kalması bahâne edilerek, yine öğretmenlik formasyonu almamış kişilerin ─bâzen kısa süreli kurslara tâbi tutularak─ öğretmenliğe atanmaları gibi uygulamalar, ne yazık ki, ülkemizde eğitimin kalitesinin düşmesine ve öğretmenliğin itibar kaybetmesine sebebiyet verdi. Hattâ, sözkonusu “olumsuz” uygulamaların sürdürülmesi konusunda “dikkat çekici bir ısrar ve istikrar” sözkonusu olduğunu belirtmek durumundayız. Meselâ, vaktinde, büyük Gâzi’nin “milletvekili maaşından az olmasın” dediği “öğretmen maaşları” zaman içinde, devletin makam sıralamasında en alt basamağı oluşturan “hizmetli” sınıfının biraz üzerine kadar inmiştir (Milletvekili maaşının yaklaşık 1/8 ‘i). Maarifin öneminde ─bizde ve dünyâda─ bir azalma sözkonusu olmadığına göre ve üstelik, aynı zaman zarfında, aranan vasıflar bakımından öğretmenlik mesleği ile mukayese edilmesi mümkün olmayan, sayı bakımından da “eğitimcilerden” çok daha kabarık olan pek çok meslek gurubunun ücretleri daha tatminkár seviyelerde belirlenirken, öğretmenlerin maaşlarının istikrarlı biçimde düşük seviyelerde tutulması, gerçekten de üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur.
Ülkemizde maarifin niteliğinin düşürülmesi ve Cumhuriyetin kuruluş safhasında belirlenen amaçlardan sapılmasının “gerçek sebepleri” konusunda, günümüze kadar pek çok görüş ileri sürüldü. Birkısım çevrelerce, 1950’li yıllardan sonra, maarif konusunda yapılanların bilgisizlik/becerisizlik/maddî imkánsızlık gibi sebeplerden kaynaklanmadığı, bu konularda ─ABD ile 1947 yılında yapılan anlaşma gibi─ dış kaynaklı sâiklerin daha çok belirleyici olduğu, söylendi, söylenmeye de devâm ediliyor. Bizim inancımız, hiç bir sorunun, sorumluluğu yalnızca “başkalarına” yükleyerek çözülemeyeceği, istikametindedir. Bu konularda, dış faktörlerin etkisini görmezden gelmek elbette mümkün değildir. Fakat, böylesine hayâtî bir konuda, toplumun ve ─bilhassa da─ eğitim camiasının, gerekli duyarlılığa sâhip olduğunu; eğitimin kalitesinin düşmesine ve öğretmenlik mesleğinin itibar kaybetmesine yol açan bu uygulamaların engellenmesi konusunda, toplumun da, öğretmenlerimizin meslek örgütlerinin de etkili bir tavır/duruş sergilediklerini söyleyebilmek ─ne yazık ki─ mümkün değildir.
Hülâsa, başta öğretmenlerimizin ve öğretmenlik mesleğinin itibârı olmak üzere, Türk Maarifinin pek çok sorunla karşı karşıya bulunduğu bir zamanda, öğretmenlerimize tahsis edilen günü “buruk bir sevinçle” anıyoruz. Dileriz, böyle günlerde yapılan kutlamalar, kuru bir “gönül alma” mesâbesinde kalmaz ve Türk Maarifinin sorunları mâkûl bir süre içerisinde çözüme kavuşturulur.
Velhâsıl, yaşadığın bütün sıkıntılara rağmen, günün kutlu olsun, öğretmenim…
[1] Alfred Kühne (1925), G. Stiehler Erey ve Ernest Egli (1926), Bay ve Bayan Ruatelet (1927), Bayan Boccard ve Oldenburg (1927), Omer Buyse (1927), Adolphe Ferriẻre ve Albert Malche (1928), Amerikan Eğitim Heyeti (Walker D. Hines, Brehon Somervell, O. F. Gardner, Edwin Walter Kemmerer, C.R.Whittlesey, W. L. Wright Jr. Bongt Wadsted, Goldhwaite H. Dorr, H. Alexsandre Smith, Vaso Triyanovith, 1933), Edward Aurel (1924), Paul Monroe (1924), Mannheim Yüksek Ticaret Okulu Müdürü Brandt yönetiminde Alman heyeti (1924), Prof. Franklin başkanlığındaki Amerikan Eğitim Heyeti, Henri Suzallu (1928), Cumhuriyetin ilk on yılında ─kendi alanlarıyla ilgili olarak çalışma yapması ve/veya rapor hazırlaması amacıyla─ ülkemizde dâvet edilen yabancı uzmanlardan bir kaçıdır. 1923-1930 yılları arasında, Bakanlar Kurulu, bu konuya ilişkin tam 20 adet Karar yayımlamıştır. Bu Karar sayısı, 1931-1940 yılları arasında 55 olmuştur. Geniş bilgi için bkz. Ömer AKDAĞ, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Eğitim Alanında Yabancı Uzman İstihdamı (1923-40), Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (2008) 1/1, 45-77