İnsanı diğer varlıklardan ayıran en mühim vasıflarından birisi, konuşmasıdır. Eskiler, belki de bu yüzden, insan için “konuşan hayvan”demişlerdir. Hayvanlar arasında konuşma kaabiliyeti olanlar varsa da, onların konuşması taklîdî ses çıkarmanın ötesinde bir mânâ taşımıyor. Nitekim, büyük Fuzûlî, papağanın konuşmasına şâir ölçüsü koyarak şöyle demişti:
“Eylesen tûtîye tâlim-i edâ-yı kelimât
Sözü insan olur amma özü insan olmaz”
Fuzûlî diyor ki, papağana kelime telâffuzlarını öğretsen, ortaya bir insan çıkmaz. Zîrâ, bu kelimeleri söyleyen kuşun, sâdece sözü insancadır, özü, kuştur. Papağan dışında başka kuşlar da, mânâlı ses çıkarabiliyorlar, ammâ, onların çabası da, papağanınkini geçemiyor.
“Konuşma” fiili, seslerin heceye, hecelerin kelimeye, kelimelerin cümleye, cümlelerin daha büyük hacimlere ulaşması demek. İnsan, pek çok vasfını doğuştan, berâberinde getirmesine karşılık, konuşma hassasını, annesinden öğreniyor. Bunun içindir ki, kişinin bu ilk öğrendiği dile “ana dili”denmiştir. Yahyâ Kemâl, bu hakîkatten yola çıkarak, Türkçe için:
“ağzımda annemin sütü”
demişti. Fâzıl Hüsnü Dağlarca da, benzer bir mukaddes Türkçe tâerifi yaparak:
“Türkçem, benim ses bayrağım!”
diye şâirce bir hüküm vermişti.
Anne sütü ile bayrak kudsiyetinde görülmesi îcâb eden Türkçe, maalesef, içinde yaşadığımız günlerde çok büyük sıkıntılar çekmektedir. Bu sıkıntıları iki bölük altında toplayabiliriz. Birincisi şuûrsuzca girişilen budama faaliyeti, ikincisi de, hiçbir ölçü tanımayan yabancı kelime istîlâsıdır. Bu başlıklardan birincisinde, budanan kelimenin yerine konan yenisinin, Türkçenin yapısına, târîhine ve köküne ters düşen tufeylî durumunu da ayrıca ilâve etmek lâzımdır.
“Mevzilenmek”, Arapça mevzi’ kelimesine Türkçe -lenmekeki getirilerek yapılmış ve karşılığı Arapçada olmayan bir yeni kelimedir. Türkçe, bunu, kendi muhteşem dil imkânlarıyla yapmıştır.
Türk milleti, yine Yahyâ Kemâl’in dediği gibi, bir “ordu-millet”tir. Dilinde yer alan askerî tâbirler pek çoktur. Bunlar arasında, aslı Arapça olmasına rağmen “mevzi” kelimesi de vardır. Muhârebe sırasında, bir askerî birliğin, müdâfaa maksadıyla yerleştiği yere “mevzi”demişiz. Mevziye girme işine de “mevzi almak”adını koymuşuz. Bununla da kalmamış, bu işi “mevzilenmek”şeklinde, bir askerî tâbir olarak görmüşüz. Türk askerlik târîhi, yakından uzağa doğru, “mevzi, mevzi almak, mevzilenmek, mevziden çıkmak”tarzında“mevzi”li tâbirlerle doludur. Türk târîhinin İslâm dîni ve dolayısıyla Arapça ile karşılaşıp tanıştığı ilk günlerden başlayarak cereyân eden ve bizim medâr-ı iftihârımız olan nice şânlı muhârebede, Türk ordusu mevzi almış, mevzi tutmuş, mevzie girmiş, mevziden çıkmış, mevzilenmiştir. Bir tek bu mevzi kelimesi, bizim nice kapalı kapımızı açacak bir kudrette iken, birileri kalkıp, onun yerine “Konuşlanmak”diye, askerî ciddiyetten uzak, yeni yetme bir tâbiri yerleştirmeye çalışıyorlar.
Türkçede konmakfiili, elbette var. Ondan çıkan konak, konaklamak, konuk, konuklamakkelimeleri de, hayli yaygın şekilde kullanılmış, hâlâ da kullanılıyor. Bâzı fiil kökleri, eskilerin tâbiriyle “müstahâse”, yâni fosil hükmündedirler. Bir müstahâseye nasıl can verme imkânı yoksa, konmakfiilinden dönüşlü bir şekilde elde edilen konuşlanmaksözü, bizi târîhimizden ve bilhassa harb geçmişimizden koparmaya yönelik bir hareketin parçası olmuştur. Dünyâ’nın en kıdemli askerî gücü olan Türk ordusu, hiçbir vakit konuşlanmamıştır, ama sayılamayacak kadar çok kere mevzilenmiştir. Mevzi, Arapçadır, lâkin mevzilenmek Türkçedir. Güzel dil, güzel Türkçe, hepimize lâzım.