Niçin bu kadar zayıf kaldığımız, yaşadığımız kültür şoklarıyla ve özellikle dille oynamalarla ilgilidir. Şiir sevgisi ve ilgisi İkinci Yeni’den geriye gitmeyen bir sanatçı Türkçe öğrenemez. Temiz ve güzel Türkçe örneklerini seçemez. Kekremsi bir dile alışır. Tercüme havasında ama ondan da beter bir karışıklığı oynamak zorunda kalır. İşin tuhafı bunu da bir meziyet gibi sunmasıdır. Bizde cehaletin kutsandığı bir alan da tiyatrodur. Türkçenin bütün devirlerinde verilmiş eserleri bilmek ve sevmek mecburiyeti hissedilmez. Bununla övünülen dönemler yaşadık ve yaşıyoruz. Buradan çıkış nasıl kolaylaşır? Düşüneceğimiz ve çare arayacağımız bir husus da budur.
*****
A. Yağmur TUNALI
Türkçe’nin problemi, vitrindeki temsilcilerinin temsile yetecek bilgi, görgü ve tecrübeye uzak düşmeleridir. Dilcilerimiz böyledir. Tiyatro ve sahne sanatçılarımız böyledir. Üniversitelerimiz böyledir. Ve nihayet öğretmenlerden başlayarak Millî Eğitim camiamız böyledir. Türkçe’de sarsıntılı bir devre yaşanıyor. Türkçe’nin sesi ve telaffuzunda ise bir bozgun içindeyiz. Bunun herkese açık delili, radyolar, televizyonlar, okullar, yanımızda yöremizde geçen ve ne denildiği anlaşılmaz ev ve sokak konuşmalarıdır. Bu acayip curcuna ne halde bulunduğumuzu gösteren en sahih aynadır. Yalnız, her konuda olduğu gibi, bu açık fotoğrafta da aynaya bakma konusunda isteksiziz. Kendimizi göremiyor, oraya buraya savruluyoruz. Aynaya bakmayı bilmek de ayrı mesele. Her şeyden önce niyet meselesi, sonra yol yordam meselesi. Anlamak ve düzelmek için samimi bir niyet ve istek çoktandır bu topraklarda barınmadığı için bata çıka gidiyoruz. Bu derin bir bahistir ve mutlaka üzerinde durulması gerekir. Zihniyet değişikliğine ihtiyacımız var diyenler haklıdırlar. Bu zihniyet de bir kültür işidir. Kültür deyince de dil önemli göstergedir. Ben yine tiyatro sanatkârlarımızı merceğe alarak bakmaya devam edeyim.
TÜRKÇESİZLİK DERDİ
Tiyatro sanatkârları, dillerini en iyi konuşan insanlardır. Yetişmeleri buna göredir. Dili en iyi bilenler sırasında da başta gelirler. Böyle bilinir, böyle beklenir ve böyle istenir. Bu bütün dünya için değişmez bir doğrudur. Dolayısıyle işleri zorun zorudur.
Yahya Kemal’in, Edebiyata Dâir’inde ilk yazı “Şiir Okumaya Dair”dir. Orada, bir sahne sanatkârının, Türkçe’nin tarih içindeki macerasını bilmek zorunda olduğundan bahseder. Bunu da yeterli bulmaz ve o macerayı benimsemesi gerektiğini ilave eder. Ancak bu bilgi ve sevgiyle Türkçe’de söylenmiş bir şiiri seslendirebileceklerini söyler. Üstad, çıtayı biraz daha yükseğe çeker.
Bu durumda, meseleyi bu kadar büyütmenin manası yok deneceğini tahmin etmek güç değil. Yahya Kemal, ideal bir çizgiyi söylüyor gibi gelebilir. Bugün için öyle olduğu da muhakkak. Yalnız, emin olmalıyız ki esaslı ve bir bakıma vazgeçilmez bir meseleyi düşündürmeye çalışıyor. 9 yıl yaşadığı ve bu süre içinde, dramdan komediye, bale ve opera temsillerine kadar hemen her oyunu gördüğü Paris’te böyleydi. Muhtemelen hala da öyledir.
Orada aktör ve aktrisler, birinci sınıf aydınlardır. Çok yönlü bir kültürleri vardır ve Fransızcanın geçirdiği bütün safhaları bilirler. Dikkat buyurun, Fransızcanın bütün dönemlerini bilirler. Çünkü en azından her devirle ilgili oyunlar oynarlar. Orada hata yapmaları mümkün değildir. Bilirler ve dili seslendiren öncüler sıfatıyla hayranlıkla benimsenirler. Fransızcanın herhangi bir tarihî metnini anlayamayan, anlamlandıramayan ve seslendiremeyen bir sahne sanatkârı olamaz. Yahya Kemal’in dediğini de ilave edelim, onu benimsemeyen ve sevmeyen sanatkâr da düşünülemez. Bu kadar derin bir dil sevgisi olmadan o dil sevdirilemez ve o milletin duygusu, düşüncesi seslere taşınamaz.
Demek oluyor ki tiyatrocularımız Türkçe’yi en iyi bilenlerden olmaya mecburdurlar. Buradaki dil bilmeyi, dilcilerin dil bilmesi gibi teknik bir mesele halinde anlamamak ve algılamamak lazımdır. Dilimizin geçirdiği devrelerin temel özelliklerini, sosyal çevreyi, sosyal katmanları ve konuşulan, yazılan Türkçeyi bilmek anlaşılmalıdır. Bir oyuncu, 13. yıl metnini okuyup anlayamayabilir. Fakat o dildeki çeşniyi duymak zorundadır. O tadı alacak bir bilgi ve zevki edinmelidir. Kastedilen de budur.
Şurası muhakkaktır: Tiyatrocularımız, dilde, edebiyatta uzmanlarını aratamayacak bir bakışa sahip olmalıdırlar. Doğru ve süzülmüş bir bilgiye sahip olmadan bu seviyeye gelemezler. Uzmanlık dediğim hurda malumatta, o çeşit bir detayda değildir. Teknik olması da gerekmez. Kısaca zevkine varmak diyeceğim de o da bir bilgi temeline dayanacaktır. Mesela, Nef’î’nin hayatındaki her ayrıntıyı bilmek oyuncu için şart değildir. Divan Edebiyatına uzak kalması, belli seviyede bilmemesi olur şey değildir. Nef’î şiirini anlayamamak ve okuyamamak ise kabul edilemez bir ârızadır.
Bizde yaşanan bu cehaletin yarattığı garabettir. Fransa’da Fransız şiirinin kurucusu Malherbe’i anlamayanın akademik tiyatro yapması ihtimal dışıdır. Verlaine’i, Mallarmé’yi, Hugo’yu, hatta Rahip Brémond’u bilmemesi düşünülemez. Onların yazdıklarını okuyamayan, anlayamayan, seslendiremeyen bir sanatçı olamaz. Racine’i, Corneille’i oyun yazarı olarak zaten bilirler. Bu, İngiltere’de de böyledir, İtalya’da da, İspanya’da da. Bir küçük tarih geçmişinde, 250 yıllık Amerika için bile böyledir.
HAYATTA DA OYNAR GİBİ…
Biz bu konuda da bir kopukluk yaşadık. 1945’den, özellikle 1960’dan sonra Konservatuardan yetişen oyuncularımız, diğer aydınlarımız gibi, kendi tarihlerinin ve medeniyetlerinin cahili olarak yetiştiler. Bugün öyle bir noktaya geldik ki, bırakınız bir Nefî, Bâkî, Fuzûlî şiirini, Yahya Kemal şiirini okuyacak üç beş isim bulamayız. Doğru okumaktan bahsediyorum. Güzel okuma ayrı iştir ve esasen onlardan beklenen budur. “Bu kadar mı?” diyeceksiniz, evet haklısınız. Ve maalesef bu kadar.
Doğru ve güzel okuyamamanın yanında bir garip durum daha vardır: Tiyatrocularımız şiiri de oynar gibi okurlar. Tabiilikten uzak, yapmacıklı bir duygu hâkimdir. Sesleri az çok terbiyeli olduğundan güzel ses çıkarabilirler. Size güzel ses dinletirler. Sesle bir tatmin vermeye çalışırlar. Yalnız bu güzel ses, yanlış notalar basar, duygusu eğretidir. Biraz anlayanı dehşet rahatsız edecek bir okuyuştur. Yani, kaç yönlü bir aldatmanın yolunu açan o terbiye edilmiş sestir. Ses âlettir. O âletin iyi iş görmesi için daha çok şeyi geçmesi gerekirken burada kalır.
Türkiye’nin tek tarih felsefecisi Prof. Şahin Uçar Bey yakınlarda bana bir video gönderdi. Tiyatrocu veya onlara özenen bir zat, Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” şiirini okuyordu. Anladım ki Şahin Hoca beni söyletmek istiyor. Okuyanın kim olduğu önemli değil. Tiyatro sanatkârlarından birçoğundan benzer örnekler dinlediğim için biliyorum; ağızlarına kelimeler yakışmıyordu. Bunu söyledikten sonra, şu da var, şu da var diye sıralamanın da anlamı yok.
Ana dilinin ses öncüsü bir sanatçının ağzında kelimelerin eğreti durması ne büyük yabancılaşmadır! Dün böyle değildi. Emin olun değildi. Örnek kayıtlar elimizde var. En kolayı Yeşilçam filmleri var. İki günde çekilen o filmlerdeki Türkçe hassasiyeti göz yaşartır.
Bugün, Türkçe’nin bazı kelimeleri ağzında eğreti duran o sanatçı, bir İngilizce, Fransızca söz için günlerce uğraşır ve yanlış duyulmamasına titizlenir. Halbuki o bir İngilizce, Fransızca bir kelime veya isimdir. Onu doğru telaffuz etmesi iyidir ama edemezse de yadırganmaz. Onun kendi dilinde hata yapması affedilmez. Örneği dışarıya taşıyalım: Bir Fransız sanatçının Türkçe bir kelimeyi doğru söylemek istemesi normaldir. Uğraşır ve söylemeye çalışır da. Sonunda kimse de onun ne kadar doğru veya yanlış telaffuz ettiğine bakmaz. Üzerinde durulacak bir nokta değildir. Fakat şurası bir gerçek ki aksansız telaffuz etmesi hemen hemen mümkün değildir. Türk için de diğerleri için de aynı durum geçerlidir.
MİLLİ OLAN SESTİR
Daha ileri gidelim: Neden böyledir? Önce onun kulağı bizim seslere göre terbiye edilmemiştir. Hatta bazı sesleri duyamaz. Duyduklarını da bizim gibi aktaramaz. Çünkü ses çıkaran organları onlara göre şekillenmemiştir. Hançeresini, ağzını, dilini, dişlerini ona göre kullanır. Seslerin çıkış yeri öyle sabitlenmiştir. Hemen bütün sesler, alfabenin bütün harflerinin sesleri her millette farklı çıkar. Mesela, ben ş’yi başka türlü çıkarırım, bir Fransız başka türlü. İkisi de ş’dir. Dinleyen ikimizin ş’sini de hemen fark eder. İşte onun ve benim ş’yi ve diğer sesleri farklı duymamız ve duyurmamız dillerin ve onları yaratan milletlerin en önemli özelliklerinden biridir.
Millî olan o sestir. Harflerden başlayarak, kelime, kelime grupları ve cümlelerde o sesin incelikleri duyulur. Uzun asırların yoğurduğu bir özgün bir durum ve yapıdır. Çok zevkli ve o ölçüde girift bir meseledir. Üzerine titrenmesi gereken bir zenginliktir. Kimin ne kadar zenginliği varsa. Kelime adedinden önemli sayılması gereken budur. Çünkü işlenmişliğin ve incelmişliğin en güçlü göstergelerindendir. Anlam katmanları, ses değerleri ve kelimeler, deyimler bir bakıma değil kesinkes sesle değer kazanır.
Aslında, eski dönemlere bakılınca Türk sanatkârları başka bir dilden bir kelimeyi illâ da onlar gibi söyleyeceğim telaşında değillerdir. Çünkü eğer o dili iyi bilen biri değilse o sesi ve edayı veremeyeceğini bilerek hançeresine göre söyler. Yani Türk gibi ve Türkçe sese benzeterek söyler
Diğer dillerin sanatçıları için de böyledir. Bir Fransız aktörünün çok basit görünen Ayşe ismini bizim duyduğumuz sesiyle söylemesi kolay değildir. Vurgusu zaten kaçar. O Fransız sanatçısı bundan dolayı kendisinde bir eksiklik duymaz. Fakat Rimbaud’nun şiirinde hata yapması mümkün değildir. O affedilmez. Biz dilimizle oynarken, bu dikkate de uzaklaştık. Hatta Garip’ten, İkinci Yeni’den öteye gitmeyen bir dil ve şiir zevkiyle kuşatıldık.
HALÛK KURDOĞLU ÖRNEĞİ
Devlet Tiyatrolarının kalburüstü sanatkârlarından rahmetli Halûk Kurdoğlu ile 30 yıl önce uzun bir belgesel dizinin çekiminde beraber çalışmıştık. Konusu, Klasik Türk Sanatları idi. Haliyle bazı eski kavramlar ve kelimeler vardı. Yazdığım metin de ortalama seyirci gözetildiği için sade olmakla beraber eskinin zevkini duyuran bir havadaydı. Tabii alışılmış bir metin değildi. Halûk Bey, ezberlerken ve sunarken zorlandı. Ayrıca, bazı cümleleri ben başka türlü istiyordum, o başka türlü tonluyordu. Dizinin sonlarına doğru, “Yağmur, bir itirafta bulunacağım” dedi. “Cümlelerin beni çok yordu. Fakat şimdi hem cümlelerine, hem de tonlama tercihlerine alıştım …” Daha başka şeyler de söyledi. Onlar pek şahsî kaçacak, söyleyemeyeceğim.
Aylarca beraber çalışınca çok şey konuşmaya ve paylaşmaya imkân oluyor. Özellikle akşamları sofrada iyi konuşurduk. Buna benzer içimde biriken epeyce hususu da ona açtım. Büyük sanatkârdı. Aynı fikirdeydik. Türk sanatkârının Türkçe karşısında bu kadar zayıf kalması hoş görülür cinsten bir iş kabul edilemezdi.
Niçin bu kadar zayıf kaldığımız, yaşadığımız kültür şoklarıyla ve özellikle dille oynamalarla ilgilidir. Şiir sevgisi ve ilgisi İkinci Yeni’den geriye gitmeyen bir sanatçı Türkçe öğrenemez. Temiz ve güzel Türkçe örneklerini seçemez. Kekremsi bir dile alışır. Tercüme havasında ama ondan da beter bir karışıklığı oynamak zorunda kalır. İşin tuhafı bunu da bir meziyet gibi sunmasıdır. Bizde cehaletin kutsandığı bir alan da tiyatrodur. Türkçenin bütün devirlerinde verilmiş eserleri bilmek ve sevmek mecburiyeti hissedilmez. Bununla övünülen dönemler yaşadık ve yaşıyoruz. Buradan çıkış nasıl kolaylaşır? Düşüneceğimiz ve çare arayacağımız bir husus da budur.
——————————-
Kaynak:
http://www.karar.com/gorusler/a-yagmur-tunali-yazdi-guzel-siir-okuyan-bes-kisi-sayamam-953342