Efendim devirsi gün gramafonumun eski zenberiğini aramak için çatı katında eski eşyaları karıştırmaya koyulmuştum. Zamane kadınlarından farklı olarak validemin bu kabil eşyanın hiçbirini atmayacağını, büyük ihtimamla muhafaza edip saklayacağını bildiğim için yine o çatı katındayım.
Niçin bilmem, her ne zaman içime bir gariplik çökerse çatı katına çıkar bu eski eşyaları karıştırır garip bir hüzün duyarım. Nitekim kadınlar da aynı hislerle sandıklarının dibinde, geçmiş zamanla ilgili birçok kumaş parçalarını karıştırır ve aynı hüznü duyarlar.
Galiba bu zamanla soğuyup nihayet sönmeye mahkûm olan geçmişin hasretidir ki ara sıra parlayınca pek fâni olan aydınlığında hayatın efsunlu günlerini hatırlarız. Göçüp giden zamanların hâtırasıyla gönlümü bir hüzün hâlesi sarar. Mazinin hatırasını nazargâhı tahayyüle getiren bu eşyâlar daima efkârlı bir sis bulutu içinde görünür. Üç kuşağın hatıralarını taşıyan bu eşyalar bir asırdır göçlere, nesillerin değişmelerine nasıl göğüs germiş acaba. Tam bu duygulara gark olmuşken bir köşede validemin çeyizinden kalma kutu içinde bir fincan takımı ilişti gözüme. Nasıl kalmış!! Bu fincan takımının yanında altın yaldızlı bohem kristalinden iki bardak da buldum. Bir fiske attınız mı çınlaması dakikalarca süren türden antika. Üzerinde Fransız Aristokrat ailelerine mensup zarif kızların resmedildiği bir fincan takımı. Van’da bir zamanlar çocukluk muhayyilemizi süsleyen fincanlar üzerindeki resimler sanatsal ve hissi duyarlılığımızı besleyen resimlerdi. Taa uzak diyarlardan İran’dan gelip misafir odalarının baş köşesindeki büfelerde arzı endam eden bu kahve fincanlarındaki resimleri görür pek hoşuma giderdi. Çocukluğumda İran’dan gelmiş bu fincan resimlerinden çok haz ederdim. Bu fincan ve çiniler üzerindeki Fransız aristokrat sınıfına mensup kibar ince zarif bayanların doğadaki pastoral tabloları sanat zevkimizi besleyen ilk resimler olduğunu söylesem yeridir. Diyebilirim ilk sanat ve estetik resim zevkini bu fincanlardan öğrendim.
Geçtiğim senelerde Eski Van’da hârebe şehirde yapılan arkeolojik kazılarda ev yıkıntılarının altında en fazla karşılaşılan nesnelerden biri de on dokuzuncu asırda Van’da evlerde kullanılan kahve ve fincan takımlarıydı. Bu fincan takımları Çarlık İmparatorluğunun Kuznetsov şirketinden tutun, Fransız, İngiliz Çin şirketlerine kadar bir çok nadide antika parçalardan oluşuyordu.. Anlaşılıyor ki kahve on dokuzuncu asırda İmparatorluğun pek çok şehrinde olduğu gibi Van’da evlerde çok yaygın içilen bir keyfiyetmiş. Hemen hemen her yerde umumi ihtiyaçlar arasına girmiş bulunan kahvenin şüphesiz ki On dokuzuncu asırda Van’da mühim bir mevkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Kahvenin pişirme tarzına Türklerin verdiği hususi bir lezzetin yanında Türklerin kahveye ayrı bir çeşni kattığı dünyada bilinen bir gerçektir. Bu zevkin ve zerâfetin bir başka veçhesi de kahve koyulan kaplar da en ziyâde bizim Van’da ince bir zevk ve hüner sahibi Ermeni ustaların kahve fincanına, fincan zarfına büsbütün bir zariflik eklemeleridir. Bu zarflar pek hünerli Ermeni ustaların marifetiyle sanat eseri haline getirilmiş dışları beyaz içleri latif şeylerdi. On dokuzuncu asırda Van’ın kahve fincan zarflarının inceliği sanatı ve hüneri bütün Avrupa’da şöhret kazanmış nesnelerdi. Bu konuda emsalsiz bir çalışma ortaya koyan kıymetli hemşehrim Selcuk Guzeloglu’nun Yadigâr-ı Van çalışması bunun örnekleriyle doludur.
Tütün mü kahve merakının yayılıp kökleşmesine sebep olmuştur. Yoksa şöhret yolunda kahve mi tütünü desteklemiştir bilemem. Muhakkak olan bir cihet varsa; itikadımca ikisinin birbirine pek yakıştığıdır. Bir yudum kahve, bir nefes sigara.!! İşte tam tiryakice keyif getirmek böyle olur! İki dumanı yani kahve ve tütün dumanlarını birleştirmek şart değil bana göre farzdır. Zaten sigarasını yakmadan yalnız kahvesini içen bir adamı görürsem gözlerim bir eksiklik duyar; farkında olmadan “ bir tuhaflık var, bir noksanlık!!, bir tatsızlık!! Ama nedir? Diye düşünürüm bile. Araplar “El kahvetü vel duhan, el döşekü vel yorgan” demişler. Kahve dumansız döşek yorgansız olmaz sözünde elbette asırlardır bir hikmet var ki bu hakikati dile getirmişler.
Türk kahvesi sadece pişirme usulünden değil, kahve içmek için gidilen yer itibariyle de şöhretimizin yayılmasına hatta Viyana, Londra Paris gibi şehirlerde benzer yerlerin açılmasına yaramıştır. Tütün ve kahve hakkındaki güzel hikâye ve fıkralarımız hep IV. Murad üstünedir. Bir tanesini de ben nakledeyim: Adamın biri yasak devirde ve yürek çarpıntıları içinde kahve kavuruyormuş, Bir aralık başını kaldırmış, karşısında bir de ne görsün IV Sultan Murad!
“Sen kahvenin yasak olduğunu bilmiyor musun?”
“Biliyorum hünkârım. Bildiğim için de mel’unu işte kavurup yakıyorum!” demiş
Efendim bu faslı geçtikten sonra sadede gelip esas maksadım olan kahvenin pişirilme şekline gelelim. Evvelâ usuldendir misafirlerin kâhve hakkındaki zevklerini öğrenmek ve daima hatırlamak için nasıl içtikleri sorulur. Orta şekerli mi şekersiz mi? Hatta bazıları fincanın şekline de ehemmiyet verir, yayvan, kulplu, kulpsuz, zarflı zarfsız sivri ayaklı veya olup olmadığını dikkat ederlerdi. Meselâ bendeniz yayvan fincanda az şekerli ve çok köpüklü kahve tercih edenlerdenim. Kahve bir dostluk sembolü olduğu için kayıtsızlığa gelemez. Hatırladığıma göre Van’da fenâ ve savsakça kahve pişirilen evler hakkında iyi sözler söylenmez, “Bulaşık gibiydi kahvesi” hükmü kızların evde kalmasına bile sebep olabilirdi. Eskiden kız çocuklara ilk iş olarak kahve pişirme öğretilirdi. Anlayacağınız kahve basit bir iş değildir. Bugün kahve geçmişteki ehemmiyetini kaybetmiştir Evlerde artık başta gelen ihtiyaçlardan sayılamaz hale geldi. İyi bir ev hanımı kahve pişirmesini bilmeliydi. Kahve merağının azalmasının en güzel delili de kahve fincanı zevkinin eksilmesi hatta büsbütün tükenmesidir Vaktiyle Van’da sayılı ve makbul hediyeler arasında fincan da vardı. Herkes birbirine fincan hediye ederdi.
Esasında kahve tiryakiliğinin en mükellef keyfi bugünkü gibi doğalgazlı kaloriferli bir apartmandan ziyâde küçücük bir evin mangallı odasında bulabiliriz Nitekim ben çocukken halamın böyle bir evi vardı. İhtiyar halam sobadan kor çekip, limon kabuğu ile tertemiz, pırıl pırıl oğulmuş kırmızı bakır mangala cezveyi koyar. Sonra bir tepsi getirirdi. Fincan, kahve, şeker bunun içindeydi. Tepsinin hem altına sakız gibi bembeyaz bir örtü serilmişti hem üstünü yarı bir örtüyle kapatırdı. Öyle olmakla beraber fincanları gidip bir daha yıkardı ve gayet iyi kurlardı. Şunu söyleyeyim ki kurulamakta kullandığı bezi bile yalnız fincanları mahsustu; başka bir iş için ona el atması imkânsızdı. Cezveyi ateşin harlı tarafına sürmeden ısınan sudan bir miktarını fincanlara koyup soğukluğunu gidermeyi de ihmal etmezdi. Gözümüzün önünde kabaran bu tertemiz kâhve buğusundan ufacık odaya hafif ve hoş bir râyiha yayılırdı. Bol köpüklü lezzetli kahvelerini bembeyaz patiska örtülü divanlarda oturan misafirleri şimdikiler gibi şapırdata şapırdata değil kibarca ağır ağır yudum yudum keyfini çıkararak içerlerdi. Şimdi düşünüyorum da ahir zaman gelinlerinin ve kızlarının apartmanda sonuna kadar açtığı tüpten ölçüsüzce hesapsızca baştan savma pişirdiği kahveyi gözümün önüne getirdiğimde Van’da bir güzelliğin ve bir zevkin daha böylece tarihe karıştığını anlıyorum..
[i] Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü/Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı Öğretim Üyesi