Turgut GÜLER
27 Şubat 2020 Perşembe günü, Sûriye sınırları içindeki İdlib’de meydâna gelen ve milletimizin kalbini elemle dolduran hâdise, bize 1516 yılı yazını hatırlattı. İki sene evvel Çaldıran Sahrâsı’nda Şâh İsmâil’le karşılaşan ve târîhimizin müstesnâ zaferlerinden birini kazanan Yavuz Sultan Selîm Hân, İran Sefer-i Hümâyûnu denilen o yürüyüşe çıkarken, Memlûk Sultanlığı’nın nabzını yoklamış ve Osmanlı-Safevî ordularının girişeceği cenk öncesinde, bu Türk devletinin neler düşündüğünü öğrenmek istemiş idi. Dünyâ târîhinin tanıdığı en büyük Cihângîrlerden biri, bendenize göre birincisi olan Yavuz Sultan Selîm Hân, Memlûk Tahtı’nda oturmakta olan Kansu Gûrî’nin tavır ve hareketlerinden tatmîn olmamış, onu da en az Şâh İsmâil derecesinde tehlikeli bir komşu olarak görmüştü.
Şânlı Yavuz’u bu kanaate götüren en mühim husûs, pâyitahtı Kâhire olan Memlûk Sultanlığı’nın Güney ve Güneydoğu Anadolu’da hatırı sayılır bir arâziye hükmetmesi idi. İş bu kadarla bitse idi, belki tehlikenin ebâdı küçük sayılabilirdi. Lâkin, başta Çukurova’daki Ramazanoğulları ve Maraş-Elbistan taraflarındaki Dulgadıroğulları Beylikleri, Memlûk Sultanlığı’nın nüfûz sâhâsında bulunuyorlardı. Sultan İkinci Bâyezîd Hân’ın, yâni Yavuz’un muhterem pederlerinin saltanatında, Osmanlı ve Memlûk devletleri, Çukurova yöresinde, netîcesi ortada kalan bir silâhlı mücâdeleye girişmişlerdi. Târîhlere, “Çukurova Muhârebeleri”adıyla giren bu serî cenklerin tek sebebi, Anadolu arâzisindeki nüfûz yarışı değildi. Hac su yollarından tutun da, Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ndeki Portekiz sultasına varıncaya kadar pek çok tâlî sebeb, sıraya girmiş bekliyordu. Bütün bu sayılan rekâbet başlıkları bir araya geldiğinde, Türk-İslâm Dünyâsı’nın liderlik koltuğuna oturacak devletin arandığı, bütün açıklığı ile ortaya çıkıyordu.
1258 yılındaki Moğol istîlâsında, Bağdad’dan kaçan son Abbâsî Halîfesi, Kâhire’ye gitmiş ve daha sekiz yaşındaki körpe Memlûk Sultanlığı’na sığınmıştı. O târîhden beri, İslâm Halîfesi, Memlûk himâyesinde Kâhire’de oturuyordu. Mekke ile Medîne şehirlerini de içinde barındıran Hicâz arâzisi, Memlûk hâkimiyetinde idi. Sayılan iki husûs, Memlûk Sultanlığı’nın îtibârını çok yukarılara çıkarıyor ve bu devlet, Türk-İslâm Âlemi’nin tartışmasız ağabeyi biliniyordu. Hazret-i Peygamber’in muştuladığı başbûğ ve yine Nebî-yi Muhterem’in kutladığı askerler, 1453 yılında İstanbul’u fethedince, Memlûk Sultanlığı’nın en büyük ve ciddî rakîbi Osmanlı Türk Cihân Devleti oluvermişti. Fâtih Sultan Mehmed Hân Hazretleri’nin önüne geçilemez îtibârı, Memlûk Sultanlığı’nı, nice husûsda çaresiz ve boynu bükük bırakmış idi. İşte, Yavuz Sultan Selîm Hân’ı, 1516 yılı Ağustosunda önce Mercidâbık Sahrâsı’na, sonrada Haleb Ulu Câmii’ne taşıyan ülkü, bu büyüklük yarışı olmuştu. Cennet-mekân Yavuz Sultan Selîm Hân Hazretleri, Haleb’i de hükmü altında tutan Memlûk Sultânı Kansu Gûrî’ye:
“Haleb oradaysa, arşın buradadır.”
demişti.
Yavuz Sultan Selîm Hân’ın bahsini ettiği arşın, Cihângîrlik denilen sıfatı ölçüyordu. Cihângîr ona derler ki, Kürre-i Arz’ı bir avucunun içinde taşır ve öteki avucuna da tâlib olduğu Cihân’ı ölçecek arşını alır.
Son İdlib vak’ası münâsebetiyle şehâdet şerbeti içen yiğit Mehmetçiklerimizle Cihângîr-i Yektâ Yavuz Sultan Selîm Hân’ın, Cennet’in Firdevs katında buluşmalarını, Hak Te’âlâ Hazretleri’nden niyâz ediyoruz. Allâh’ın rahmet pınarı, onların dudaklarından ve dahî gönül bahçelerinden eksik olmasın.